24 Aralık 2009 Perşembe

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-6 (İHSAN OKTAY ANAR-PUSLU KITALAR ATLASI)

Masallar insanı mutlu eder ve bilindiği üzere biz masal geleneği güçlü olan bir halkız. Roman nasıl sanayi uygarlığını kuran Batılı burjuva sınıfının bir sanatı olarak ortaya çıktıysa, masalda biz Doğu toplumlarının geleneklerinde önemli yer tutar.
İhsan Oktay Anar için 21.yüzyılda yaşayan modern zamanların (geçmişten fırlayıp gelmiş izlenimi uyandıran) usta bir masalcısı demek yanlış olmaz. Bunu anlamamız için ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası'nı okumak bile yeterli ki, zaten bende onu okumaya bu kitabından başladım.
Puslu Kıtalar Atlası, masalsı ortamıyla çok eski zamanlarda (çünkü masallarda tarihin önemi yoktur) Konstatiniye (İstanbul) isimli bir kentte geçiyor. Masalın en önemli özelliklerinden birisi, olaylar anlatılırken "bir zamanlar..." gibi geçmişte belirsiz bir zamanı belirten cümleler kullanılması ve Anar'da bunu ustalıkla yapıyor. "Konstantiniye'de yaşamış olan..." gibisinden söze girdiği an romanın içine gömülüp kalıyorsunuz adeta. Romanı en önemli kılan şeylerden birisi kanımca, bir mit olarak kafamızda kurmuş olduğumuz, hatta aslına bakılırsa pekte merak etmediğimiz Osmanlı'daki gündelik yaşantının nasıl olduğu üzerine hem masalsı hem de gerçekçi ipuçlarına ulaşmamız.
Osmanlı veya benzeri Doğu toplumlarında insanların bazı kişisel özellikleri, mizahın kapısını ardına kadar çeşitli yazın sanatı türlerine açmıştır. Puslu Kıtalar Atlası'nı okurken bunu bir kez daha hissediyor insan. Uzun İhsan'ın Rendekar (Descartes)' ın kitabına duyduğu merak, Kübelik'in sokaklarda elinde kerpetenle gezerken kendini bir anda diş doktoru olarak bulması, Bünyamin'in hayatı sorgulayış biçimi ve Ebrehe'nin felsefi çözümlemeleri.... Romanda iç içe geçmiş hikayelerin herhangi birisinden zevk almamak imkansız. Zaten dediğimiz gibi masallar mutlu eder. Puslu Kıtalar Atlası'nın kanımca tüm zamanların en önemli Türk romanlarından birisi olması; tarih anlatırken sıkıcı bir tarih kitabı olmamasında, birçok eski kelime kullanılmış olmasına karşın cümlenin gelişinden anlayarak, su gibi okunabilmesinde, masalın büyüsünü aslında gerçeği ortaya koyarken ustaca koruyabilmesinde ve son tahlilde bizi mutlu edebilmesinde yatıyor.

ELEŞTİRİDE DİYALEKTİK METOD

Bir görüşe katılmak veya katılmamak, o görüş hakkında bir düşünceye sahip olan kişinin tercihiyle alakalı bir tutumdur kuşkusuz. Ancak tarih var olageldiğinden beri bir olguya yaklaşımımızdaki rasyonel gerçeklik kullandığımız metodun diyalektik özelliği ile kendini gösterir.
Bir kere eleştirinin olduğu yerde X düşüncesinin karşısında bir Y düşüncesi olacağı kesindir; çünkü X fikrine katılmayan bir birey, bunu Y'yi ortaya koyarak çürütmeye çalışmak durumundadır. Böylece, hem diyalektik metodun doğal yasalarına uyulmuş olunur, hem de 'eleştiri' özsel niteliğininin dışına çıkmaz. Aksi takdirde, karşısında Y görüşünü bulamayan ve ortaya tüm açıklığıyla konulan X olgusu, gerçekliğine Y'nin mevcudiyetsizliği üzerinden katıksız bir meşruiyet kazandırmış olurdu.
Diyalektik düşünce biçiminin en belirgin özelliği işte burada, karşıtların ve benzerlerin bir arada bulunmasıyla ortaya çıkmakta. Diyalektik metoda göre X ve Y'yi ele alalım ve bunların her ikisini de birer olgu olduğunu kabul edelim: X ortaya çıkışı itibariyle tez, Y ise anti-tez oluyor bu durumda. Bu iki olgu diyalektik bir ilişkiye girdiği an, birbirini kabul etmeyecekleri gibi, reddedemez de. Diyalektiğin temel yasasına göre iki olgu birbirinin hem karşısındadır, hem de birbirini kapsar çünkü.
Hayatta herşeye katılmak ve herşeyi körü körüne kabul etmek durumunda değildir insan, çünkü bu onu, hayatı ancak kendisine çevre ve toplumsal faktörlerce enjekte edilen dogmalarla algılamasına yol açardı. Öte yandan, çevremizdeki her türlü olguya eleştirel, ama diyalektik bir açıdan bakmak, eleştirdiğimiz şeyin karşısına koyduğumuz düşüncenin gerçekliğine katkıda bulunabilir.

2 Aralık 2009 Çarşamba

AVRUPA'DA POST-NAZİZM TEHLİKESİ

İsviçre'nin referandumla minareleri yasaklamasına bir müslümanın duygusal tepkisiyle yaklaşmaktansa, Avrupa'da son zamanlarda yükselen aşırı sağın ve ırkçılığa varan milliyetçiliğin nedenlerini irdelemek ve görünen tehlikeye karşı akıl yürütmek daha yerinde olacak. Avrupa'nın son bir kaç yıldır milliyetçiliğe yönelmesinin temelinde, batılıların, uygarlık ve maddi refahlarının tehdit altında olduğu paranoyasının tetiklediği ve dayanağı tarihte yatan bir refleks var kuşkusuz. Modern batı tarihinde bu böyle oldu; yahudi soykırımı hala akıllarda. İstinalar genellemeleri çürütemez elbette ama, Batılıların gözünde uygarlıklarının meşruiyetinin bir tehdide ya da bir düşmana bağlı olduğu gerçeği yadsınamaz. Soğuk savaştan sonra bu düşman 'İslam' oldu.
Huntington, dünyada yeni savaşların medeniyetler arasında olacağını ön gördüğünde, ortaya attığı teoriler olayın sosyo-kültürel ve ekonomik boyutundan ziyade komplo boyutuyla anılmıştı, ama küresel dünyanın dolaylı ya da dolaysız olarak İslam aleminin kendi kabuğundan çıkmasına vesile olması, Batılılar için zamanla bir tehdit olarak algılandı. Gelişmiş Batı ülkelerine oluk oluk akan Arap ve Müslüman sermayesi, İslam dünyasının ne derece kapitalistleştiğini ve dinleriyle birlikte Batılı bir yaşam tarzını kanıksadığını gösterdi bize. (Bunun ülkemize yansıması ise AKP'nin iktidara gelişi oldu. Bilindiği üzere AKP, islamın savunucusu 'Milli Görüş' düşüncesinden ayrıldığını savunmuştu ilk kurulduğunda. Bu ise, onların, küresel dünyadan siyasi bir rant çıkartmanın yolunun, neo-liberal ve kapitalist dünyaya uyum sağlamaktan geçtiğinin bilincinde olduklarına işaret ediyordu hiç şüphesiz.)
İslam aleminin küresel dünyadan ekonomik olarak pay alması ve oyunu kurallarıyla oynamaya başlamaları Avrupalıların ummadığı bir şoktu. Bu bile başlı başına, günümüzde Batıda oluşan Anti-islam söylemini açıklamaya yetiyor. Öyle ki, son yıllarda ülkelerindeki seçimlerde müslümanlara karşı tavır alan Batılı siyasiler oylarını büyük ölçüde arttırdı. Mesela, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin bir kaç sene önceki seçimlerde dış politikasını Türkiye'nin AB'ye alınmaması gerektiği üzerine kurmasıyla Champ-Elysees'ye kurulduğunu biliyoruz.
Peki ama, bu kutuplaşma ve düşmanlık neden giderek artıyor?
Adam akıllı solun olmadığı bir dünyanın acı sonuçlarından birisi de işte bu. Bir düşünelim: Son yıllarda kimlikler üzerinden şekillenen 'ötekileştirme' olgusu, tarih boyunca hiçbir zaman solun neden olduğu bir problem olmadı. Bu kavram apaçık bir şekilde sağa ait. Müslümanlara düşmanca tavır sergileyenler de, Avrupa yeniden yükselişe geçen aşırı sağ zaten. Onlar 'Post-Nazizm' çağına girdiğimizi ve tehlikeli bir yere gittiğimizi mi gösteriyorlar bize?
Herşeyi zaman gösterecek ama, herkesin sağduyulu olmasında fayda var.

25 Kasım 2009 Çarşamba

NOTLAR...

DARBEYE KARŞI ÇIKANLARLA DARBE YAPANLARIN ORTAK NOKTASI
Amerika'dan icazet almadan hiçbir şey yapamayacak olmaları. Türkiye'de yapılan darbelerin Amerikanın isteğiyle yapılmadığını iddia eden var mı? Yani bugün geçmişte yapılmış olan askeri darbelere karşı çıkan insanlar, gerçekten darbelere karşı olduklarından mı, yoksa Amerika şu an bunu istediği için mi böyleler? Şunu anlamak lazım; bu ülkede ABD'yi arkasına alan darbe de yapıyor, darbecileri içeri de tıkıyor. İş, ABD'nin hangisine yol göstereceğinde. Vah, zavallı ülkem.
Hem sahiden o kadar darbeye karşılardıysa neden şu son zamanlara kadar yıllar boyunca dut yemiş bülbüle dönmüşler, öyle değil mi ama? Darbe, evet, hiç iyi birşey değildir, çünkü halkı susturmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Ama darbeye karşı çıkanlar, aslında bunu kendi darbelerini yapmak için yapıyorlarsa onlara da "hopp!" diyebilmelisin. Eğer askeri darbeyle sivil darbenin birbirinden bir farkı olmadığını göremiyorsan da, o senin körlüğün, yapacak birşey yok.
CHAVEZ-AHMEDİNECAD BULUŞMASI
Venezüella'nın sosyalist lideri Hugu Chavez, şeriatla yönetilen İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad'ı ülkesinde son derece sıcak bir şekilde karşılayınca, anti-emperyalist duruşun farklı düşünceleri nasıl da bir araya getirdiğini düşündüm. Hugo Chavez ile Mahmud Ahmedinecad arasında siyasi zeminde bir benzerlik olamaz kuşkusuz; ama iş dünyadaki haksızlıklara, bir ülkenin diğerleri üstünde kendi çıkarları için bağnazca egemenlik kurmasına gelince, sosyalist ya da şeriatçı olmaktan ziyade buna karşı çıkabilmek yürekliliğini gösterebilmek daha önemli hale geliyor. Neden hiçbir Türk lideri Hugo Chavez'le resmi temaslarda bulunmuyor acaba? Yoksa Amerika'nın kızmasından mı korkuyorlar?
AYNI TERANE
Türk siyasi tarihinde demokrasi, hep kutuplaşma (demokrasinin ruhuna uygun olarak) halinde kendini göstermiştir de, kutuplar bir türlü ekonomik temelli sınıflara dayanmamıştır. Bunun sonunda ise 80 darbesine kadar bazı istisnalar hariç sol batılı değerleri, sağ ise muhafazakar değerleri sahiplenmiştir. 80'den sonra ise iş, ya laikliği savunanlarla dini değerleri öne çıkartanlar, ya da Türk-Kürt ayrışmasına dayanan saçma sapan bir mücadeleye dönmüştür.
DSHP diye bir parti kuruldu geçen gün. Bu parti, DSP'nin içinden Rahşan Ecevit'in yanında yer alan kişilerin kurduğu bir parti ve genel başkanlığına da saygın gazeteci Hulki Cevizoğlu getirildi. Cevizoğlu'nun ilk açıklaması, "Atatürk'ün çizgisini korumak..." üzerineydi. Bu da, o çok bilindik Atatürk'e karşı olanlarla Atatürkçü olanlar arasındaki sunni bir kutuplaşmaya işaret ediyor.
Yahu, bu ülkede siyasetçiler ne zaman anlamsız tartışmaları bırakıp iş yapacak?
Gel de 'aynı terane...' deme...

24 Kasım 2009 Salı

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-5 (SIMONE DE BEAUVOIR-MANDARİNLER)

İmge kitabevinin son zamanlarda edebiyat eserlerine (genellikle ölçülü politik denemeler yayınlayan bir kitabevi-yayıncıdır çünkü) ağırlık vermeye başlaması ve ilk yayınladıkları romanlardan birisinin de Simone De Beauvoir'in en önemli eseri 'Mandarinler' olması hakikaten hoş bir sürprizdi.
20.yüzyılın en önemli feminist (tarih sahnesinde ilk kez bu kadar etkili olan) aydınların başında gelen Simone De Beauvoir klasik bir feminist anlayışın çok daha ötesindeydi aslında. Yazar, Sartre'ın hayat arkadaşı olması dolayısıyla da, o dönemin etkin felsefi görüşü 'Varoluşçuluk' çerçevesinde ele alıyordu kadınlık sorunlarını. Feminist bakış açısı hiçbir zaman klasik manasıyla feminizmin kalıpları içinde olmamış, insan varoluşunu kadın varoluşundan önce tutmuştur. Sonuç olarak De Beauvoir, feministten önce varoluşçu bir filozoftur. Öyle ki, romanın kapağında yazarın hayatı tanıtılırken, "post-feminizmin kurucusu..." gibi bir ibare vardır.
De Beauvoir, klasik manasıyla bir feminist olsaydı, kuşkusuz kadınları erkek egemen dünyaya karşı başkaldırıda bulunmaları için uğraşırdı, oysa bunu öyle ulu orta yapmamıştır hiçbir zaman. Çünkü bu tutum, onun feministliğini slogancı bir demogog konumuna indirgerdi hiç şüphesiz. Oysa yazar, hiçbir zaman "Ey kadınlar!..." diye başlayan söylemlere girişmemiştir. Bunun yerine, yazarın en önemli işlevini yerine getirerek gösterir. 'Göstermek,' yazarın, slogandan daha etkili bir silahıdır olmuştur her zaman. Slogan ise politikacıların işidir. Simone De Beauvoir bu bağlamda yazardır. Evet, aktivistliği onun en önemli özelliklerinden birisidir, ama bu onun etkinliğini 'göstermek' değil de 'bağırmak' yoluyla kurduğu manasına gelmez.
'Mandarinler' bize şunu gösteriyor: 2.Dünya savaşının bittiği, Fransa'nın Alman işgalinden kurtulduğu yıllarda Paris'teki entelektüel çevrelerin yaşadığı bunalımları ve siyasi ikilemleri. Savaştan sonra dünya Amerika ve Sovyetler Birliği olarak iki cepheye bölünmüş ve o zamanlar aydınlar arasında bir taraf tutma zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Kendi düşüncelerinin hiçbir zaman bir başına anlamı olmayacağının acısını duyan bu insanlar, bir yere bağlanmaktan kaçamazlar ve bu onları başka düşüncelerin tutsağı haline getirir. Bunu 'bağlanma ahlakı' diye bir düşünceye oturtmaya çalışırken Sartre'ın acılarından kaçmak istemesi, kendini felsefesi aracılığıyla haklı çıkartmaya çalışması boşa olmasa gerekti. Bu, o zamanların entelektüel sorunlarına bir arayıştı aslında. Dönemin burjuva geçmişe sahip Fransız aydınlarının (Sartre, Camus, Koestler, Simone De Beauvoir vb... romanda da görünen kişiler) yaşadığı 'Komünist Parti' ye girip girmemek ikileminin doğurduğu ruhsal çalkantılar 'Mandarinler' de üstüne düşülen bir durum. Öyle ki, romanın karakterleri bu sıkıntılarından değişik yollardan kaçmaya uğraşır. Kadın karakterlerden Paule ve Anne aşkın, Nadine ise hiçliğin peşinden koşar, Henri ve Robert yazının gücüne inanır, Sezenac uyuşturucu bağımlısıdır ve Vincent savaş döneminde Nazilerle işbirliği yapanları öldürme tutkusuyla yaşamaktadır örneğin.
Zengin karakterleri, insanın bunalımlarını, politize olmuş bir dünyanın sıkıntılarını insan varoluşunun gerçekliğini göz ardı etmeden aktarmış, aşk gibi insanın en naif duygusunu dahi atlamamış olan 'Mandarinler' gerçek bir edebiyat şaheseri.  

22 Kasım 2009 Pazar

BİR FELSEFİ DENEMEYE TASLAK: ÜÇ FELSEFİ GÖRÜŞ ARASINDAKİ DİYALEKTİK İLİŞKİ ÜZERİNE

Üç felsefi görüş arasında diyalektik bir ilişki kurulabilir kanımca.
Sartre'cı Varoluşçuluk, Marksizm ve Epikürcülük.
Bu ilişki salt aynı felsefi düzlemde bir araya gelme şeklinde değil de, tarihin akışına uygun biçimde sırayla ve diyalektik bir ilişki biçiminde ele alınabilir. Öyle ki, felsefenin ortaya çıkışından daha önce insan vardı ve insanı varlık olarak ele almadıkça, ontolojinin derinine inmedikçe, insan bilincinin dünyayı ve insanları anlamaya yönelik kazanacağı bilinç sakat ve aksak kalacaktır. O halde önce insandan yola çıkmalıyız bir felsefe oluştururken. 
İnsan doğduğunda ve dünyayı algıladığında, çevresini ve ailesini hesaba katmadığımızda yalnızdır kuşkusuz ve bu kaçınılmaz yalnızlık, onu 'ben' ini gene kendisinden, kendi varoluşunun içinden yaratması gerektiği gerçeğini doğurur. Büyüdükçe ve olgunlaştıkça kendisinin kendisinden başka bir dayanağı olmadığının bilincine varan insan varlığının dramını daha çok Sartre'cı çizgideki Varoluşçuluk dile getirmiştir. Bireyin bilinçlenmesine ve özgürleşmesine katkıda bulunan bu felsefi akım, ikinci Dünya Savaşı yıllarının politik atmosferinde bireyci olmakla suçlandı doğal olarak. Oysa Sartre öncülüğündeki Varoluşçuluk, birey için bir sıçrama tahtası, bilincine ve saltık 'ben' ine ulaşmasının biricik yoludur. Çünkü, kuşkusuz bilinçlenmiş bir varlık, ancak insanlık için, diğerleri için kendini sahneye koyabilir.
Böylece toplumu ve Hegelci manasıyla tarihi gören, daha doğrusu kendisini tarihin içinde bulan (bir bilinç olarak) birey, varlığının kendisi için olabileceği kadar, başkaları, diğerleri içinde olduğu ya da olması gerektiği duygusuna kapılır. Çünkü anlar ki, yaşadığı dünya haksızlık ve adaletsizliklerle doludur; ama madem ki bilinç insanı diğer varlıklardan daha öte bir yere koyuyor, o halde kötülük ve haksızlığın önüne geçmek için bir araç olmalıdır bilinç. Marksizm tam da bu düşünsel temellerle ortaya çıkmıştı zaten ve günümüzde de insan bilincinin en işlevsel aynası olarak, tüm aşılamazlığıyla ve de işleyen aklın en önemli referansı olarak varlığını korumaktadır.
Şimdi hayal gücümüzü kullanıp, Marksizmin sınıfsız ve müreffeh toplumuna ulaştığımızı varsayalım. Bu durumda, bilinçlerin üstün dayanışmasıyla toplumsal sıkıntılarını geride bırakmış olan insanoğlu, kendisini gene kendisinde bulacak, derin bir şekilde içine gömülecektir. İnsan olmanın sırtlarımıza yüklediği sorumluluğun doğurduğu amaçlara ulaşılıp, kötülük alaşağı edildiğinde insan ne için yaşar? Epikürcülük devreye giriyor burada ve ortaçağdan'da geriye gidiyoruz: Antik Yunan filozoflarından Epikür (ya da Epikuros) yaşamın temel amacının, ondan haz almak olduğunu savlamıştı. Ancak, o zamanlar makine icat olmadığından toplumsal sınıflarda keskin bir şekilde ayrılmamıştı henüz. Mutluluk için bir şişe şarap ve dost sohbetleri yeterliydi Epikürcüler için. Yani Epikürcülük, insanlığın tüm sorunlarını çözdükten sonra, insanın bir dayanağı, yaşamdan zevk almasının bir yöntemi olmalıdır; en azından Marksist bir bakış açısına göre.
Özetle; Varoluşçuluk, Marksizm ve Epikürcülük arasında böylesi bir diyalektik ilişki, hiç olmazsa tarihin ışığı ve öncülüğünde mevcut olabilir. Yani, insan önce dünyaya öylece atılmışlığından dolayı kendi varoluşunun anlamını kendinden deşip çıkarır; sonra ulaştığı aydınlık bilinci insanlık için, tüm insanlarla birlik olarak, mensubu olduğu insanlığın çıkarına kullanır; ve en sonunda, tüm amaçlara ulaşıldığında ve insanlar arasında insanca bir yaşam kurulduğunda ise, top yekün zevk-ü sefaya dalınır.

21 Kasım 2009 Cumartesi

CUMARTESİ NOTLARI

Bağdat Caddesi'nde Cumartesi
Bu caddede hafta sonu gözlemlerde bulunmak bazen hoşuma bazense garibime gidiyor nedense. Bugün gene o her zamanki dünyadan bihabermiş izlenimi uyandıran cadde gençliği, en şık kıyafetlerini giyinmiş, salınmıştı caddeye. Bu insanların yerinde olmak ister miydim diye soruyorum kendime? Yaşadığımız yerküredeki acıları ve sorunları hiç anlamamayı seçmiş olsaydım, evet. Ancak acılar içindeki dünyamızın en katı gerçekliğiyle gözümün önünde durduğunun bilincinde olduğumdan, elbette hayır!
Oryantalizm çağımızda yeni bir biçim alıyor ve bunun en önemli kanıtı Bağdat Caddesi gençliği kanımca. Neo-oryantalist diyeceğim bu gençlik, diğer milyonlarca Türk genciyle birbirlerine öylesine yabancı ki... Neo-oryantalist kuşak gençliğin bu azınlıktaki mensupları, kendi ülkesinin insanlarına bir yabancının gözüyle, yüz ifadelerindeki o iğrenç aymazlıkla nasıl da bakıyorlardı bön bön.
Marksizmin öldüğünü sananlara...
İnsanlığın birçoğu Marksizmin tarihe gömüldüğünü düşünse de, biliyorlar mı ki, dünyada Marksizmi çağımıza uydurmaya çalışan yazar ve filozoflar var. Ellen Meiksins Wood ve Slavoj Zizek bunların önde gelenleri; bilhassa döneklere özenle duyurulur.
Türk Modernleşmesini 'Batılılaşmak' olarak koyan Atatürk müydü?
Koskocaman bir HAYIR!
Şu gerçeği Türk halkından sakladılar yıllarca: Mustafa Kemal'in Batılılaşma'dan anladığı, batıyı taklit ederek ve onun öncülüğünde (bu, Osmanlı'nın batmasına neden olan Tanzimatçıların görüşüdür) bir ilerleme değil, onların uygarlığının temelini oluşturan metotları (Rasyonalizm ve Bilimsellik) kendimize özgün şartlara uydurup, ortaya özgün bir uygarlık çıkartmaktır.
Ama hep tersi anlatıldı bize. Yani Tanzimatçıların modernleşmeyi alış biçimi Atatürkçülük olarak lanse edildi. İş böyle olunca, çok partili sisteme geçişimizden sonra, muhafazakar sağ partilere gün doğdu elbette. Atatürkçülük olarak yutturulmaya çalışılan, ama Tanzimatçılıktan bir farkı olmayan Batılılaşma anlayışı, sağın, halka, resmi ideolojiyi dikte edenler ile halk arasında nasıl bir uçurum olduğunu ortaya koyma kozu verdi.
Hani bugün iktidardaki, kendi düşüncesine göre laik olmayan partiye kızan CHP varya, Mustafa Kemal'in düşüncesini gerçekten anlayıp, 1938 sonrasında modernleşmeyi Tanzimatçılar gibi algılamasaydı, bugün o çok kızdıkları parti de iktidarda olmayacaktı. Zaten türban açılımları da, bunu algılamaya başladıklarına bir işaret değil miydi?
Türk Kadınlarının Ünlü Hayranlığı Sorunsalına Kısa, ama Özlü Bir Bakış
Aşk-ı Behlül ne demek?
Aşk-ı Memnu dizisinin oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ'a olan hayranlığını göstermek isteyen genç bir Türk kadınının, Msn'deki kişisel iletisine 'Aşk- Behlül' yazmasını duyduktan sonra hissettiğim ilk şey, kelimelerle oynanıştaki basit ustalığı takdir etmek yerine, duyulmasının aslında anlamsız kaçtığı bir hayal kırıklığı oldu. 
Böylesi bir hayranlık biçimi, kapitalist bir toplumun bireyi nasıl da 'tapınç kültürünün' bir parçası olmaya ittiğini gösterir. 'Tapınç kültürü' tapılan ünlüyü ise etten kemikten daha öte bir mertebeye, insan üstü bir varlığa dönüştürür. Ama özünde insan olduğu içindir ki, fiziksel özellikleri gibi önemsiz bir nedenle şöhreti yakalamış kişiler, kötü alışkanlıkların doğurduğu acı bir 'son' yaşamışlardır genellikle.
Tapınç kültürünün bir neferi olmak suçu ise, sistemin bir parçası olup olmamayı seçmekle ilgili bir olgu.  

20 Kasım 2009 Cuma

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-4 (ADALET AĞAOĞLU-BİR DÜĞÜN GECESİ)

Bu roman için söyleyebileceğim en net şey şu: Tüm zamanların en iyi Türk romanlarından birisi. Yazarın 'Dar Zamanlar' üçlemesinin ikinci kitabı olan 'Bir Düğün Gecesi,' gene son derece başarılı olan ilk kitap 'Ölmeye Yatmak' ı aşıyor.
'Ölmeye Yatmak' ta daha çok ilk dönem Cumhuriyet kuşağından yetişmiş ve bir üniversitede hoca olmuş Aysel isimli aydın bir Türk kadınının iç dünyasında gezinmiştik. 'Bir Düğün Gecesi' ise karakterlerin çokluğu ve çeşitliliği ile öne çıkıyor; ilk romanın baş kişisi Aysel ise bu kez geri planda bırakılmış ve varlığını belli belirsiz ama esrarengiz bir gölge olarak göstermekte. Onun yerinde ise, Aysel'in kocası Ömer ile kardeşi Tezel varlıklarını koyuyorlar hikayeye. Yetmişler Türkiyesinin aydın çevrelerinin panoramasını sunan 'Dar Zamanlar' üçlemesinin bu en etkili romanındaki başat karakterlerden Ömer, Aysel gibi öğretim görevlisi, Tezel ise otuzlu yaşların başlarında, kendini nihilizme kaptırmış, hiçbir değere inancı olmayan bir ressamdır.
'Bir Düğün Gecesi' romanın isminden de anlaşılacağı gibi, sadece bir düğün süresince yaşananları anlatıyor. Önemli olansa, düğünden ziyade düğünün içinde bulunan zıt kutuplardaki insanların bir araya gelmiş olması. Düğün, Aysel'in arsa alıp satarak zengin bir işadamı olmuş kardeşi İlhan'ın kızı ile bir paşanın oğlunu evlendirir. Aileler arasındaki çıkar ilişkisine dayanan bir evliliktir söz konusu olan. Cumhuriyet seçkinciliğindeki (asker ile sermayenin işbirliği) lümpenliğe karşı duran Ağaoğlu, daha romanın başındaki düğün davetiyesiyle bunu okura ustaca hissettiriyor.
"Dereli ve Özkan Aileleri,
Kalkınan memleketimizin milli temeline yeni bir harç olmak üzere kızımız Ayşen'le oğlumuz Ercan'ın Anadolu Kulübü'nde yapılacak olan nikah ve düğün töreninde sizleri görmekten mutluluk duyarlar.
Babası,  İlhan Dereli                            
Babası, Tümgeneral Hayrettin Özkan"
Kelimeler ustaca kullanılmış gerçekten de. Yazar toplumsal gerçekleri ironiyle anlatıyor romanda sık sık. İroninin tavan yaptığı yerlerden birisi de, Amerika'ya yerleşmiş düğün sahiplerinin bazı akrabalarına hitap şekilleri. Yurtdışında yaşadıklarından modernleşip uygarlaştıklarını düşünen Ayten, 'Eytın'; Cemil Türk'de, 'Cim Törk' olarak adlandırılır, gene kendilerinden olan çevrelerindeki bazı insanlarca.
Romandaki karakterlerin hemen hepsi, nereye savrulduklarını bilmeden öylece yaşayıp giderler, ancak pek azı bunun farkındadır. Sözgelimi Tezel, romandaki en dolu karakter kanımca. Her ne kadar nihilist olduğunu düşünse de, yaşama karşın belli duyarlığı vardır ve yakalayamadığı değerlerin peşinden koşar sürekli. Bu, nihilist olmanın komünist olmaktan daha kolay olduğunu söylediği yerden dahi anlaşılıyor. Kolaycılığı seçmek değil, yakalayamadığı o değerlerden ötürü içten içe çektiği acıyı ört bas etmek istemesidir yaptığı. Tezel karakterine hayranlık duymamak gerçekten çok zor. Ülkede o yıllarda güzellik adına yapılan her mücadelenin boşa gitmesinin, götürülmesinin insanı nasıl da ruhsal bir cehenneme sürüklediğinin en büyük kanıtı Tezel. Bu yüzden sürekli kaçar ve kendini içkiye verir.
Romanı okurken kendime sık sık, yazar Ağaoğlu'nun Aysel'mi yoksa Tezel'mi olduğunu sordum ve sonuç olarak da, en azından romanı yazdığı dönemlerde, Aysel'in olduğu kişi, Tezel'in ise olmak isteyip te olamadığı, çünkü Cumhuriyet ideallerinin kanına aşıladığı elitist ve sorumlu (kalkınan ülkesinin gelecek kuşakları açısından) aydın damgasından kurtulamadığından Aysel olarak kalmaya mahkum olduğu kanısına vardım.  
'Bir Düğün Gecesi' politik romanlarımızdan son ve en başarılarından birisi. Bu roman, malumunuz, 80 sonrasında yetişen apolitik gençlik için bir anlam ifade etmeyecektir. Ancak bu ülkede hala yakın tarihine ilgi duyan insanlar varsa, mutlaka okumalıdır bu kitabı. O yılları yaşamış ve politik bir hayat görüşüne sahip olup ta bu romanı okumamış insanlar için birşey demiyorum bile.    

19 Kasım 2009 Perşembe

NOTLAR...

Eski bir solcunun yeni halleri üzerine ipucu...
"Şatafatlı giyim kuşam mağazalarının vitrinlerindeki türlü çeşitli kadın ayakkabıları, güncel politika tartışmalarından çok daha oyalayıcı..."
Bu sözler eski solcu Çetin Altan'ın Milliyet gazetesinde bugün yazdığı köşe yazısından. İyi tamam, düşüncelerinden koptun ve artık başka bir hayat görüşüne sahip olabilirsin de, yerine koyduğun şey bu mu? Bir aydın olarak Çetin Altan, insanları ne de güzel aydınlatıyor sabah sabah... Çok acı maalesef.
Alain De Botton'a duyduğum ilgiyi neden kaybettim?
Ne de heyecanla alıp okumuştum bu adamın kitaplarını, pişman da değilim gerçi ama, artık bende eski heyecanı uyandırmıyor. Bunun nedenini merak edip düşününce şu çıkıyor ortaya: Alain De Botton'ın öne çıktığı ve popülerlik kazandığı dönemde, kabaca 2002 ile 2007 yılları arası diyebilirim, dünya ekonomik anlamda müthiş bir ilerleme göstermiş, bu da bilhassa dünya genelinde bol miktarda orta sınıftan insanın yaşam standartının yükselmesine yol açmıştı. İşte karnı tok sırtı pek bu insanların ihtiyaç duyacağı bir konuya, gündelik yaşamın nasıl daha güzel bir hale getirilebileceği üzerine kitaplar yazdı Botton. Üstelik bunu da, klasik kişisel gelişimin kitaplarından çok daha farklı ve özgün bir tarzda yaptı kabul etmek gerekirse. Ama 2008 yılında dünyada patlak veren ekonomik krizle, gündelik yaşamın nasıl güzelleştirilebileceği önemini yitirip, dünya vatandaşları için gündelik yaşamı basitçe dahi idame ettirebilme güçlükleri kendini hissettirince, doğal olarak De Botton'ın yazdıkları da beni çok ilgilendirmez oldu.
Türkiye'nin Halleri...
Ülkemiz büyük bir tarihsel ve radikal dönemeçte, bu kesin. Zaman herşeyi ortaya çıkartacak. Bir yirmi yıl sonra dünyanın süper ülkelerinden biri de olabiliriz, dağılıp gidebiliriz de... Herşey o kadar karışık ki...
Bazı Aydınlarda Son Moda...
Bilhassa Taraf gazetesi etrafında toplanan, genel olarak Cumhuriyetin yeniden yapılanması ve 2. Cumhuriyetin ilan edilmesini savunan neo-liberal yazarlar ne yapmaya çalışıyorlar ve ne kazanacaklar yaptıklarıyla anlamak mümkün değil. Son zamanlarda Taraf gazetesi Mustafa Kemal Paşa'nın bir faşist olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Be adam! Mustafa Kemal'in faşist olduğunu ispatlarsan mı ülke düzlüğe çıkacak? Bu da, eski solcuların bazılarının savrulduğu başka bir kör kuyu olsa gerek.

17 Kasım 2009 Salı

AŞK ÜSTÜNE NOTLAR

ÖLÜM VE AŞK İLİŞKİSİ
Saltık olan gerçek en çıplaklığıyla sadece yokluk, yani ölüm olsa da, düşünceleriyle baş başa kaldığında ve kendi içselliğinde düşündüğünde birey, aşkı da saltık sanma yanılgısına düşebilir kuşkusuz. Peki aşk denen duygu bulanıklığı gerçekten saltık olabilir mi? Psişik bir nesne midir o? Yoksa uslamlamanın meçhul bir çıkarımı mı? Aşkın saltık olup olmadığına verilebilecek bir cevap, aşk ile ölüm arasında bir ilişkinin varlığına işaret etmek zorunluluğundadır. Ölümü metafiziğin ötesinde bir biyolojik durum olarak alınca tek gerçekliğin belirmesi, bir olguyu gerçek addetmek için onun ölümlü olması gerektiği argümanını yadsımaz. Ölüm tek gerçeğimizdir ve tek taraflı bir duygu durumu olarak yaşama şansına sahip oluyor gözükse dahi, her şey gibi o da ölümlü olduğundan ve ölümün gerçekliğini üzerinde taşıdığından onu da saltık, ama aynı zamanda ölüm gibi gerçekliği biyolojik aşamaya geçmeden metafizikte kaldığından, kuşkucu bir gerçeklik olarak ta sayabiliriz. Dolayısıyla aşkı saltık sanmak saçmalık olacaktır. Kim transandantale yönelmemiş biraşkın sonsuza dek yaşadığını iddia edebiliyor? Buna inananlar, kasvetli bir sinizmin pençesine yakalanmış olanlardır.
SALT EGO ÇATIŞMALARININ DOĞURDUĞU BİR YANILSAMA OLARAK AŞK
Bireyin içgüdüsel en büyük tutkusu ve aynı zamanda da yanılgısı elbette, metafiziği anlamlandırmaya yeltenmesidir. İnsanın metafizik kavramlara anlam vermeye çabalarken ulaştığı nihai sonuç ise, yalnızca acı çekmek oluyor. Çünkü sonuç belirsiz ve anlamsız; anlam vermeye, tanımlamaya uğraşılan şey başlı başına saçmalık. Peki neden, bunun bireye acıdan başka bir şey getirmeyeceği bilindiği halde, anlamsız olana anlam verme kaygısı? Bunun tek nedeni olabilir kuşkusuz; Bilinçten keskin bir çizgiyle ayrılan ve düşünen, bilinçli tek varlık olan insanın en önemli yaşamsal içgüdüsü olarak ego; daha doğrusu bu egonun doyurulması endişesi. Bilinç yalnızca, psişik bir nesne olan ‘ben‘ i transandantal bir düzeye yükseltir, onu yok etmeye yaramaz. Eğer öğle olsaydı, yani bilinç egoların üzerindeki yetkinliğini kaybetseydi veya gücüyle onu yok edebilseydi, zaten hiçbir zaman olmamış bir duygu durumu kökten reddedilir, aşılamaz bir netlik içerisinde sonuç kolayca alınabilirdi. Bu sonuç, insanoğlunun acıların kaynağının kurutulması olarak adlandırılırdı. Ama modern 21.yy insanı transandantal olanı yok etmek değil, onu yüceltmek eğiliminde ve bunun en önemli kanıtı doyumsuz doyum noktasının sonsuzluğu, ihtiyaçların değişkenliği ve sınırsızlığıdır.
Ego’nun ne kadar yetkin olabileceğini hayal edebilmek bile işimizi kolaylaştıracaktır.
İNSAN AŞKTA KONFORMİSTTİR
İnsan yaşadığı toplumun örf ve geleneklerine körü körüne uymakla nasıl bir konformist oluyorsa, pekala aşkta da (çünkü aşkında değerleri belirlenmiştir) konformist bir tutum içerisinde bulabilir kendini. Kuşkusuz, toplumca aşka biçilmiş değerleri kabullenme, toplumsal gelenekler önünde diz çökme durumudur bu. Eğer öyle olmasaydı aşklara biçilmiş mutlu son evlilik olmaz ve insanlar böylesine evlenmeye can atmazlardı. Evlilik, toplumca çizilmiş aşk değerlerinin en güçlüsüdür; birçok insan aşklarını evlilikle süslemek ister, aksi halde yaşadığının aşk olduğu bile toplumca şüphe uyandırır ve bu bir aşk konformisti için çok olumsuz bir şeydir.
Bu, hiç şüphesiz, tarihsel bir gelişim sürecine bağlı olarak ortaya çıkmış burjuvazinin o basmakalıp ahlak anlayışının yarattığı dogmalarına uymakla gerçekleşir. Aşktaki o soytarılara layık dogmaların yaratıcısı hiç kuşkusuz, sonradan görme temelsiz bir burjuvazidir. Ancak bu, o kaçınılmaz başkaldırı sürecinin ilk sinyallerine kadar sürebilir yalnızca. Şunu unutmamak gerekir ki, bu güçlü bir iddia olarak ta ele alınabilir, burjuvazinin ahlaki değerlerine başkaldıran sonunda burjuvaların kendisi olmaktadır. Tarihte burjuvazinin ahlak anlayışını diyalektik bir bakış açısıyla ilk eleştirenler sosyalist entelektüeller olmadı. Çünkü, Marksist dogmaların büyüsüne kapılanların aşka ahlakçı bir bakış açısıyla yaklaşmaları, onun, değerleri aslında iki yüzlü olan bir toplumsal sınıfa ait olmasını kabullenmek olanaksızdı. Zaten sosyalizm burjuvazinin ahlak anlayışıyla değil, salt onun kendisiyle uğraşmaktaydı. Yani yıkılması gereken burjuva ahlakı değil, burjuva sınıfının ta kendisiydi. Birincisi zaten dikkate bile alınmamalıydı, o her bireyin eninde sonunda yaşayacağı varoluşsal bir duyumsamanın (bulantıyla ortaya çıkabileceği gibi, hedonizm veya metafizikle de ortaya çıkabilir bu) sonucunda kendi kendisine isyan bayrağını açacak, öyle ki bazı bireyci burjuva çocuklarını, adanmış birer komüniste dahi dönüştürebilecekti. Devrimcilere göre aşk, ancak sınıfsız bir insanlık yaratıldıktan sonra ele alınabilirdi. Öncelikli hedef devrimin gerçekleştirilmesi olacak, aşk belki de devrimin naif sonuçlarından birisi olarak ortaya çıkacaktı. İsyanların toplumsal sınıfının içindekilerden çıktığın tarihsel bir gerçekliğine uygun olarak bu başkaldırı burjuvazinin kendisinden geldi. Bu başkaldırı sürecine yönelik elimizde, burjuvazinin toplum katmanlarından hatırı sayılır kanıtlar bulunmaktadır ve bunun için çok uzaklara gitmeye gerek olmaksızın, çevremizde olup bitenlere nesnel olarak yaklaşmamız yeterlidir.
Aşkın ölümlü bir metafiziğe dönüşümünün kuşkusuz en büyük nedeni, aşkın başlarında bireyin kendini kaptırdığı o tutucu konformizmin, sonunda bir başkaldırıya dönüşümüdür.
Burjuvaziden bir mülkiyetçinin kendi kendisine yarattığı ütopik aşkı kaybetmesi de kaçınılmazdır kuşkusuz. Bu, tıpkı mülkiyetçinin özgürlüğünün yalnızca eylem özgürlüğünde kalması ve esasında saltık bir metafizik özgürlüğe daha yakın duran istenç özgürlüğüne hiçbir zaman ulaşamaması gibidir.
17.01.2008

16 Kasım 2009 Pazartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-3 (PASCAL BRUCKNER-GÜZELLİK HIRSIZLARI)

İnsanlar arası ilişkilerde iletişimin en beliryeci faktör olduğu çağımızda, bu iletişimin önemli bir unsuru da, tüm bazı itirazlara karşın fiziksel 'güzellik' olgusu. Bir meta olarak güzelliğin varlığı, sanayi uygarlığının ortaya çıktığı dönemlere dayansa da, son elli yıldır kozmetiğin ve modanın başlı başına bir ekonomi dalı haline gelmesiyle daha çok önem kazandı. Öyle ki, çağımızda bir kadın güzelliği dahi, "Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır," sözünün tarif ettiği kalıba, kapitalist mantığın gıdıklağı tüketim içgüdüsünün derinliğine indirgenmiştir. Günümüzde bir iş görüşmesinde fiziksel olarak daha güzel olanın diğerine göre daha avantajlı olduğu ise yadsınmaz, ama acı bir gerçek.
Pascal Bruckner, Ayrıntı Yayınlarından çıkan ve maalesef şu an yeni baskısı yapılmayan "Güzellik Hırsızları" isimli romanında işte bu "güzellik fetişizmi" olgusuna el atıyor. Romanda bir çift dağ tatili sırasında kaybolur ve sonra şans eseri gördükleri bir eve sığınırlar. Ev sahipleri son derece tuhaf bir karı-kocadır ve bu dikkatlerinden kaçmaz. Ve roman ilerledikçe okuyucu da, bu tuhaf karı-kocanın sırrını öğrenirler: Daha baskın olan koca, yeryüzünde güzelliğin bir lanet olduğunu düşünür ve bunu ortadan kaldırmak ister. İşte bu yüzden genç ve güzel kızları kendisine kurban seçerek dağ evine kaçırır, sonra da mahzene benzer bir yere kapatır onları. Sadece karınlarını doyuracak kadar yiyecek verir güzel kurbanlarına; ancak kitap okumak serbesttir. Sıradan bir psikopat olarak değerlendirelemez romanın bu tuhaf adamı. Yaptıklarının her birinin bir amacı vardır ve bunu sırlarının ortaya çıkmasından sonra evlerine gelen çifte bir bir anlatır. Hatta konuk kadın çok güzel olduğundan onu da "kurutmahane" adını verdiği mahzene kapatır. Eyleminin en erdemli amaçlarından birisi olarak, bu güzel insanların "kurutmahane" de zaman içinde çirkinleşerek, kendi gerçek benliklerini bulacaklarını, yüzlerindeki sahte maskeden kurtulacaklarını düşünür. Çünkü bu insanlara bahşedilen karşı konulamaz fiziksel güzellik, onları olmadıkları başka birisine döndürüp, kendilerinden uzaklaştırmaktadır. Toplumsal yaşantılarında ise bu güzelliğin avantajlarından fazlasıyla yararlandıklarından, hiçbir zaman kendilerini bulamazlar. Bu insanlara yardım ettiğine inanır yani kahramanımız: onlara "kurutmahane" de bulundukları süre boyunca bir zarar vermez, hatta amaç yerine getirildiğinde, çirkinleşip gerçek benliklerine kavuştuklarında onları ait oldukları toplumun içine salar.
"Güzellik Hırsızları" felsefenin arka plana düştüğü çağımızda, güncel bir olguyu felsefi bir açıdan ele alarak büyük bir iş başarıyor ve hiçbir şey anlatmayan tonla romanın içinde tozlu raflarda kalsa da kendine bir yer buluyor.
Görmek isteyene...

15 Kasım 2009 Pazar

PAZAR NOTLARI

Bir pazar gününde yapılacak en iyi şey nedir?
Okumak... Ne bulursan onu: gazeteler, pazar ekleri, dergi, kitap vs...
Öyle yapıyorum. Önce kahvaltıda Hürriyet'e şöylece bir göz atma, hafta sonu ekleri; kahvaltıdan sonra Sabah'ın verdiği New York Times eki ve okumayı adeta eşsiz bir ritüele dönüştüren 'Varlık' dergisi. Bu dergi tek kelimeyle yazın dünyamızın şaheseri ve kanımca dünyada da eşi benzeri azdır. Kasım sayısının kapak konusu olan "Edebiyat ve Teknoloji" de harika yazılar var: Teknolojik ilerlemelerin edebiyata neler getirdiği ve de neler götürdüğü, edebiyatın gelecekteki durumu sorgulanarak anlatılıyor derinlemesine. Yazının en üst düzeyde bir hazza nasıl dönüşebileceğini gösteriyor insana 'Varlık' okumak.
Sabah gazetesinin pazarları "New York Times" ın Türkçe edisyonunu vermesi ise bence çok güzel bir hizmet. Böylece dünyada neler olup bittiğini, dış basında bu olayların nasıl değerlendiririldiğini görmek imkanı bulunuyor. 'Newsweek Türkiye' dergisi ve Radikal gazetesinde yayınlanan dış basından köşe yazılarının çevirileriyle birlikte böylesi imkanlar gazeteciliğimizin gelişimi açısından oldukça olumlu.
Peki ya kitap?
Simone De Beauvoir'ın dehasa eseri 'Mandarinler' e devam edeceğim. Şu an 200 sayfasını geride bıraktığım 700 küsur sayfalık dev eseri okumaya oturmak sabırsızlanıyorum. Roman 2.Dünya savaşı sonrası Paris'in entelektüel çevrelerinde geçiyor. Sartre, Camus, Koestler ve yazarın kendisi baş rollerde. Roman hakkında değerlendirmem ise son sayfa kapatıldıktan sonra olacak. Kuvvetle muhtemel 'Edebiyatın Haz Durakları'nda yer bulacak kendine 'Mandarinler.'
Dünyayı takip etmek, okumak neye yarar?
Hiçlikten kaçmaya... İnsan boşluğa düşmeye o kadar meğilli bir varlık ki, devamlı bir hareket içinde bulunması gerekiyor sanki, var oluşunu dünyaya kanıtlamak için. İşte burdayım...
Çıkıp bir hava almak gerekli mi?
Kesinlikle. İnsan düşüncelerini daha bir netliğe kavuşturabiliyor yalnız başına yaptığı yürüyüşlerde. Bir roman bile, en azından taslak olarak, yalnızlıktan doğar genellikle. İnsanlardan uzaklaşmak kendine yaklaşmayı doğurur çoğu kez ve gereklidir de bu. Üstelik 'Edip' in nasıl bir metotla yazılacağına karar vermeli. Disiplin altına girmek korkutmuyor beni.
Sartre'ın Bulantı romanındaki kahramanı Roquentin bir günlük tutar ve bir gün sadece şunu yazar güncesine: "Korkmamak gerek."
Evet: Korkmamak gerek.
Ne zaman bu aklıma gelse gülmekten alamıyorum kendimi.
Deli miyim ne?

14 Kasım 2009 Cumartesi

'KISKANMAK'... BAŞARILI BİR FİLM

'Kıskanmak' güzel bir film olmuş ve Zeki Demirkubuz'un daha önceki filmlerinde de tanık olduğumuz cinsellik soslu psikolojik derinlik bu filmde de mevcut. Bir roman uyarlaması olan filmin, bir Anadolu (Zonguldak) kentinde geçmesi ise filme ayrı bir tat vermiş, çünkü Türk sineması'nın fonunu uzun yıllar İstanbul oluşturmuştur bilindiği üzere. Son yıllarda sinemacılarımızın Anadolu kentlerine eğilmesi çeşitliliğin cazibesi açısından gerçekten olumlu. Bu hem Anadolu ile İstanbul arasındaki uçurumu azaltıyor, hem de Türkiye'yi İstanbul sanan insanlara Anadolu için bir görünürlük sağlıyor.
Kendi adıma insanın içsel derinliklerine inmeye çalışan filmleri seviyorum ve bu yüzden olsa gerek bu tarz bir filmi, görsellliği öne çıkartıp insanı ikincil bir yere iten filmlere tercih ediyorum. 'Kıskanmak' ta böyle bir film ve bu tarz filmlerin yönetmenleri kanımca ayrı bir ekolü oluşturma yolunda ilerliyorlar.
'Kıskanmak' adından da anlaşılacağı gibi son derece insansıl bir duyguyu ele alıyor: Çirkinin güzeli, kocanın karısını, bir kadının diğer bir kadını kıskanması vb... kıskançlıklar filme temel oluşturmuş. Yönetmen Demirkubuz'un Dostoyevski'yi sevmesi şans değil yani.
Filmin genelinde oyunculuklar başarılı olsa da, esas ön plana çıkan Seniha karakterini oynayan Nergis Öztürk. Oyuncu, filmdeki çirkin ama son derece zeki kadın rolüyle Altın Portakal'ı hak ettiğini gösteriyor bize.
Özetle, gereksiz ve içi boş komedi filmlerimizdense böylesi filmleri izlemek daha büyük haz veriyor bana. 

8 Kasım 2009 Pazar

1989'UN 20.YILDÖNÜMÜ ÜSTÜNE

1989...Berlin duvarının yıkılışını kutlayacak yarın dünya. Duvarın yıkılışı, sosyalizmin çöküşü anlamına geliyordu birçoğu için. Çöken neydi, ne çökmüştü? Ne konacaktı yerine ve ne konmuştu sonradan? Neydik? Ne olduk? Küçüktüm o zaman. Yıl 1989; 11 yaşındayım; çift kutuplu bir dünyadan söz ediyor büyükler, ama ne demek oluyor bu, bilmiyorum daha. Çocukluk...

Büyüdük. 1989'u özgürlüğün kazanması olarak yorumlayan bazı dünün büyükleri yaşlandı şimdi, dile kolay, 20 yıl... Daha mı özgürleştiler, çocuklarına daha mı iyi bir dünya sundular? Hayır çığlıkları yükseliyor dünyada son 20 yıldır: Küreselleşme, neo-liberalizm, ekonomik krizler, terörün en büyük savaş haline gelmesi, medeniyetlerin savaşı.... Öngöremediler hiçbirini, Huntington'un, Fukuyama'nın kıçına takılıp gittiler; özgürleşmeyi coca-cola içebilmek sandılar. Sandılar da sandılar; dünya 1989'dan daha iyi olmadı ama; eklendikçe eklendi sorunlar birbirine: iklim değişiklikleri, çevre sorunları, küresel ısınma vs.... Bunlara el attı sol. Unutuldu sınıflar, geldi kimlikler. Proletarya "out", dini cemaatler "in" mevzuunu doğurdu 1989... Ve özgürlük demişlerdi buna...Bir taraflarında patladı işte son ekonomik krizle birlikte neo-liberalizmleri, büyük ortadoğu projeleri, tek kutuplu dünyaları, bilmem ne refahları... Adam Smith'leri öldü, Allah rahmet eğlesin. Marks ise külllerinden doğuyor ve gene korkmaya başladılar; malum 1989'da ebediyen tarihe gömdüklerini düşünmüşlerdi, tarihin dinamiğini en iyi anlamış filozofu.
Wall-Street'in kravatlı haşin çocukları olacaktı hani dünyanın tek hakimi ve bizler onlar sayesinde refaha kavuşacaktık. Ne refahmış şu Amerikan refahı hep birlikte gördük: Gir borca gırtlağına kadar, çek krediyi bolcana, yarını kim takar, önemli olan... refah... olmayan, hiçbir zaman olmamış refah. Bir yerlerinde patlayan refah... on kişinin refahı uğruna bin kişinin harcandığı refah... Küreselleşmeniz, 1990'larda tek seçenek olarak sunduğunuz şey insanlara.... o da patladı işte bir yerinizde, gördünüz...
Yarın kutlayın duvarın yıkılışını... içinizdeki duvarın ötesine geçememişken daha...

2 Kasım 2009 Pazartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-2 (HAMDİ KOÇ-MELEKLER ERKEK OLUR)

Nereye koyacağınızı bilemediğiniz bazı romanlar tuhaf bir biçimde sizde farklı tatlar bırakabilir. Hamdi Koç'un "Melekler Erkek Olur" romanını da bazı yönlerden eksik, ama bazı yönlerden çok başarılı buldum. Roman sanatının edebi bir kaygı taşıması gerektiği düşünüldüğünde, Melekler Erkek Olur'un çok güçlü olduğu söylenemez; ancak etimolojik bir şahaser yaratmak niyetinde değil de, olanı ortaya sermek amacı güdüldüğünde, roman oldukça etkili.
Roman, okumuş da büyük adam olmuş misali hayatta maddi anlamda her istediği şeyi elde etmiş Murat Bey'in hikayesini anlatıyor. Bir finans şirketinde üst düzey yönetici olan Murat Bey, aşklarının üniversite yıllarına dayandığı karısıyla mutlu mesut yaşarken, ansızın bir arayışın içine sürüklenir. Önce şirkete yeni giren Selma isimli bir kadınla ilişkiye girer, sonra karısına boşanmak istediğini söyler ve sonra bu sefer şirketten gene okul yıllarından bir arkadaşı olan kadına ilan-ı aşk eder. Her işini parasının gücüyle halletmeye çalışan Murat Bey, okuyucuya roman boyunca tipik bir sonradan görme açgözlülüğüne kapıldığı hissi uyandırıyor. Romanda vurgulanan bu durum, aynı zamanda Türkiye'de 1980'lerde doğmaya başlayıp, 2000'li yıllarda ikinci kuşağının piyasaya sürüldüğü yeni bir burjuvazi sınıfının temel niteliğine işaret ediyor ki, bu da paranın tek gerçek güç haline getirilmesinden başka birşey değil. Öyle ki, romanın bir yerinde Murat Bey, Von Hayek hayranlığını dile getirir. Von Hayek, neo-liberalizmin en vahşisini savunan bir ekonomist ve denetimsiz bir serbest ekonominin mimarlarından Demir Leydi lakabıyla anılan eski İngiltere Başbakanı Margeret Teatcher'in en çok etkilendiği yazar. Murat Bey'in Von Hayek hayranlığında ortaya konan ince detay, ana karakterin özünün sağlamlaşmasına yol açmış ve bu Hamdi Koç'un romanını başarılı kılan etkenlerin başında geliyor.
Romanın başarıyla ortaya koyduğu bir diğer şey de, okuyucuya kuşaklar arası değişimi ve etkileşimi güçlü bir şekilde hissettirmesi. Eski-yeni değerler (Murat Bey'in annesinin başarılı tasviri ile Murat Bey'in büyük adam olmuş hali) romanda bazen çatışırken, bazen de bir araya (annesi hastalandığında Murat Bey, değerlerine bağlı bir Türk erkeği olarak annesinin en iyi tedaviyi görmesini sağlar) geliyor. Murat Bey, mütevazi bir Anadolu ailesinin çocuğu olarak gelir dünyaya; romanın geçtiği zamanda ise güçlü bir yönetici olmuştur artık. Yaşam biçimini kendi sınıfının dayattığı biçime uydurur; artık sistemin bir adamıdır.
Ancak bu durumun getirdiği sıkıntılar Murat beyin içini kemirmektedir aslında. Mutsuzdur evet; ama mutsuz oldukça sisteme daha çok sarılır. Gidip yeni ve lüks bir daire kiralar, parasının elde edebileceği herşeyi elde etmeye çalışır. Üniversite yıllarından arkadaşı olan iş arkadaşını elde etmek ister, çünkü okul yıllarında kendisi parasızken, kız başka, parası ve arabası olan erkeklerle gezip tozmuştur. Sistemden intikamını, onunla ilişkiye girerek aldığını sanır böylece. Sonuç ise, hiç bitmeyen bir arayış ve herşeyi elde ettiğini sanırken hiçbir şey elde edememiş olabileceği hissinin verdiği korkunç acı olur.

1 Kasım 2009 Pazar

ANAP'IN KAPANMASI VE GEÇMİŞE KÜÇÜK BİR YOLCULUK

Anavatan (ANAP) Partisi dün itibariyle, Demokrat Parti ile birleşip, kendi kendisini fesh ederek tarih oldu.
70'li yılların ikinci yarısında doğmuş benim gibileri için bu önemli bir haber olmalı, çünkü bu partinin varlığı bir on yıllık (80'ler) periyodun, sevelim ya da sevmeyelim, önemli ikonlarından birisiydi. Çocukluğa ait yılların hemen her insanda ayrı bir yeri olduğundan, o yıllara ait sembollerde daha ayrı bir anlam taşıyor. 80'ler Türk siyasi hayatının en güçlü partisi olan ANAP'ın kapanması ise bu bağlamda o yılları hatırlamama neden oldu.
80'lerde çocuktuk ve çevremde gördüğüm büyüklerin çoğu Turgut Özal'a hayrandı. Mesela şu sözler çok klişeydi o zamanlar: "Eskiden sigara bile kaçak girerdi bu ülkeye" ya da "Özal sayesinde Türkiye çağ atladı."
Peki sahiden de öyle miydi?
Bu hala tartışılan bir konu ve uzun yıllarda tartışılacak.
Bana kalırsa...
Eğer çağ atlamayı evinize giren beyaz eşyanın sayısındaki artışa bağlıyorsanız, evet, ANAP dönemi ve seksenlerde Türkiye belli bir ilerleme kaydetmiştir. 80'ler Türkiye'nin serbest pazar ekonomisine geçtiği yıllardı. 70'lerdeki uzun tüp ve ekmek kuyrukları sonrasında ülkeye giren ithal malların çeşidinin artması; ticaretin hareketlilik kazanması ülkede yeni bir orta sınıf tabakanın oluşmasına ve halkın görece olarak zenginleştiği hissine kapılmasına yol açtı.
Ancak bir kazancı elde ederken, o kazancın karşılığında ödenen bedel, kazancın getirdiklerinden çok daha fazlası bir acıya neden oluyorsa ortada elde edilmiş birşey yok demektir. Türkiye'nin 80'lerdeki kapitalistleşmesinin sağlıksızlığı ise buradaki temelsizlikte yatmakta. O başıboş liberal ekonomi dönemi, sermayenin belli tekel ellerde toplanmasına ve gelir dağılımındaki adaletsizliklere yol açmıştı. Bugün hala "Özal zengini" olarak anılan birçok sonradan görme zengin, ülke tarihinde ilk kez kısa yoldan zenginleşmenin bu denli önünün açıldığı yıllarda kendi paylarına düşen payın üzerine aç kurt gibi atlamışlardı.
Yazık. Çünkü, Türkiye'de 80'ler ve ANAP dönemi belli kesimlerin faydalandığı bir zenginleşme dışında, haksız kazanca, rüşvetin yaygınlaşmasına, yolsuzlukların ve hayali ihracatın gırla gitmesine yol açtı. Açıkçası, kontrolsüz bir kumarhane kapitalizminin öncüleri olan İngiltere'de Teacther ve Amerika'da Reagan'ın Türkiye mümessili idi ANAP ve yandaşları.
Yani ANAP, o yılların gerektirdiği konjunktürün ortaya çıkardığı bir partiydi. Nasıl ki, 2000'lerde ülkemizde kendini ılımlı islam olarak tanımlayan bir partinin, Sovyet bloğunun dağılması sonrası kapitalizm-komünizm kutuplaşmasının medeniyetler arası çatışmaya dönüşmesiyle yıldızı parladıysa, öyle.
Kim bilir, belki dünün en büyük partisi bugün hiçleri oynuyorsa, tarihin akışı yön değiştirdiğinde bugünün en büyük partisi de yarın yok olup gidecek.
Ve biz gene geçmişe tebessümle bakacağız.

31 Ekim 2009 Cumartesi

ALBERT CAMUS,FELSEFESİ VE YABANCILAŞMA

Geçtiğimiz yüzyılın insanını en iyi anlamış ve anlatmış olan yazarların başında hiç kuşkusuz Albert Camus gelir. Cezayir asıllı Fransız yazar, savaşlar ve şiddet yüzyılında bunalan burjuvazinin moda felsefesi haline gelmiş Varoluşçuluğun, Jean Paul Sartre ile önde gelen filozoflarından birisi olmuştur. Her ne kadar kendisi daha sonradan Varoluşçu olmadığını söylemiş olsa da, Camus’nun roman, oyun ve denemelerinde irdelediği konular Varoluşçu felsefenin dışarısında tutulamaz.
Albert Camus’yu Varoluşçu filozof – edebiyatçılar arasındaki yerini almasını sağlayan en önemli eseri “Yabancı“ dır. Yabancı, yaşamındaki tüm olaylara nesnel bir şekilde yaklaşan, o zamanlar Fransız sömürgesi olan Cezayir’de yaşayan ve küçük bir memuriyet işinde çalışan Meursault adındaki toplum dışı bir anti – kahramanın hikayesidir. Meursault’un ağzından anlatılan roman, daha ilk cümlede okuyucuda soğuk duş etkisi bırakır. “Annem ölmüş bugün, belki de dün, bilmiyorum,“ diyen Meursault, yaşama bakış açısını daha romanın başında bizlere hissettirir. Daha sonra annesinin cenazesine katılmak için patronundan birkaç günlüğüne izin alan Meursault, annesinin cenazesindeki umursamaz tavırlarıyla okuyucuyu iyice kendisine çekmeye başlar. Mesela cenaze töreni sırasında Meursault’un kafasından geçenler, tüm bu işler sırasında ne kadar yorulduğu ve işler bittikten sonraki 12 saatlik tatlı bir uykunun özlemi olur. Camus, kanımca burada insanoğlunun aslında ne kadar ikiyüzlü olduğunu, insanın, annesinin cenazesinde dahi canının pekala uyumak isteyebileceğini, kahramanının ağzından anlatarak vurgulamak ister. Zaten roman, isminden de anlaşıldığı gibi topluma yabancılaşmış bir bireyi anlatmayı amaçlar. Daha sonra roman ilerledikçe görürüz ki, aslında Meursault 3 şeye yabancıdır: dünyaya, topluma ve kendisine. İşte, romanın cenazeyle geçen sayfalarında Meursault’un ilk olarak topluma olan yabancılığını anlarız.
Cenaze töreni bittikten sonra Meursault, arkadaşlarıyla birlikte bir sahil beldesine birkaç günlük bir tatile gider. Meursault yanında arkadaşıyla birlikte sahilde tartıştıkları Araplardan birini, daha sonra yalnız başına tekrar sahile dönerek silahla öldürür. Ancak cinayeti işlemesinin hiçbir nedeni yoktur. Salt sıcak bunalttığı için birini öldürmüştür, hepsi bu. Bu noktada, Albert Camus’nun “Absürd“ kavramı ve felsefesiyle tanışırız. Camus’ye göre yaşadığımız dünya anlamlandıramadığımız olaylardan meydana gelen saçma bir dünyadır. Meursault’un işlediği cinayetle yaşamın saçmalığına yapılan vurgu, romanda en yüksek boyutuna ulaşır. Meursault, mahkemede hiçbir direnç göstermez ve suçunu kabul eder. Ancak, mahkeme suçluyu işlediği cinayetten ziyade, annesinin cenazesindeki rahat ve umursamaz tavırlarla yargılar ve romanın en vurucu yerlerinden birisi de hiç kuşkusuz burasıdır. Mahkemede tanıklardan birisi, zanlının, annesinin tabutu başında büyük bir keyifle sütlü kahve içtiğini; bir başkası ise, annesinin ölümünden henüz kısa bir süre sonra sevgilisiyle güle oynaya sinemaya gittiğini anlatır. Toplum dışı olmak mahkemece en büyük suç olarak görülür ve romanın sonunda Meursault işlediği cinayetten değil de, dünyaya olan yabancılığından idam edilir.
Peki Meursault, dünyanın saçmalığının bilincinde olan birisi midir? Romanın bazı yerlerindeki kanıtlar, bize Meursault’un yaşamın absürdlüğünün farkında olduğunu gösterir. Sözgelimi, sevgilisi kendisini sevip sevmediğini sorduğunda, açık bir şekilde sevmediğini; öyleyse kendisiyle evlenip evlenmeyeceğini sorduğunda ise, evlenmekle evlenmemek arasında bir fark bulunmadığını söyler. Gene başka bir yerde, patronunun başka bir şehirdeki iş teklifini nasıl bulduğunu sorması üzerine, yaşamın her yerde aynı olduğunu, nerde yaşadığının kendisi için bir önemi olmadığını anlatır. Tüm bunlar bize Meursault’un saçma’nın bilincinde olmakla birlikte, saçmayı tüm benliğiyle yaşadığını gösterir ki, bu da Camus’nun “Absürd İnsan“ tanımına eksiksiz uyar.
Albert Camus, “Yabancı“ da işlediği yaşamın saçmalığı temasını diğer romanlarında ve denemelerinde de sorgular. Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan isimli denemeleri birtakım varoluşsal sorulara cevap aramaya çalışırken, Veba isimli romanında nihai sonucun insanın insana dayanması olduğu kanısına varır.
Sisifos Söyleni, mitolojik bir kahraman olan Sisifos’tan yola çıkarak, Yabancı’da işlenmiş olan yaşamın anlamsızlığına karşı takınılacak bir tavır ortaya koymaya çalışır. Deneme şu cümleyle başlar: “Tek bir felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.“ Albert Camus’ye göre, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Albert Camus, denemesine ismini verdiği Sisifos’un hayatını örnek alarak sorduğu soruya cevap bulmak ister. Sisifos işlediği bir suçtan dolayı tanrılar tarafından cezalandırılır. Cezası, büyük bir kaya parçasını bir dağın tepesine yuvarlayarak çıkarmaktır. Sisifos her seferinde kayayı dağın zirvesine çıkartır, ancak kaya daha sonra kendi ağırlığıyla tekrar aşağıya yuvarlanır ve kısır döngü böylece sürer gider. Kuşkusuz bu sonu gelmez eziyet Sisifos için cezaların en büyüğüdür. Ancak Sisifos kaderine isyan etmez ve bir şeyin farkına varır: Yazgısının kendi elinde olduğunun ve bunu duyumsadığında hissettiği saltık bir özgürlüğün. O halde, insan yaşamın saçmalığı ve anlamsızlığına karşı intihar ederek, bu boşluktan kurtulmalı mıydı? Hayır, diyor Albert Camus; ona göre intihar etmek ‘Absürd‘ den kaçış olacaktı. Oysa Absürd İnsan, bilinçli bir şekilde kaderini elinde tutan; saçmalık ve anlamsızlığın farkında, ama gene de önünde var olan yaşamını sürdürmesi gerekli olan insandı.
Albert Camus, Saçma (Absürd) felsefesini tamamlamaya çalışırken, Sisifos Söyleni’nde intihar’ı reddediyor, ancak denemesini, intihar’ın yerine bir şey koymayarak boşlukta bırakıyordu. Başkaldıran İnsan, kuşkusuz bu nedenle yazılmış olmalı. Başkaldıran İnsan’da Albert Camus, absürde karşı intiharı ve tanrıya sığınmayı reddettikten sonra, başkaldırmayı son çare olarak sunar. Deneme, Stalin ve Hitler gibi iki diktatörün dünyayı kana buladığı yüzyıl ortalarına doğru yazıldığından, yazar Başkaldıran İnsan demekle neyi kastettiğini, yanlış anlamalara sebebiyet verme endişesiyle olsa gerek, ayrıntılı bir şekilde açıklamaya kalkar. Camus’ye göre başkaldırmak, dünyayı kurtarma vaatleriyle ortaya çıkıp, geçici bir süre olduğunu iddia ederek insanları katletmek değildir. O daha çok, insanın kendi kuracağı bir adalet sistemine, özgürlüklere ve insan haklarına adanmış bir insan idealini gözler önüne serer denemesinde.
‘Veba‘ isimli alegorik romanı, Camus’nün Başkaldıran İnsan denemesinin romana dönüşmüş halidir desek yanlış olmaz. Romanda, ‘Veba‘, yaşamda karşımıza çıkan saçma ve hiçbir zaman anlamlandıramadığımız olayların güçlü bir simgesi olarak ortaya konmuştur. Hikaye, Cezayir’in Oran kentinde geçer. Acımasız bir ‘Veba‘ kenti kasıp kavurmakta, yakasına yapıştığı her insanın canını almaktadır. Kente giriş çıkışlar yasaklanmış, insanlar hastalığın yıkıp geçtiği kente hapsolmuşlardır. Burada iki tip insanla karşılaşırız ki, bu iki farklı düşünce, Camus’nun ‘Absürd ' e karşı sunduğu nosyonları temsil eder. Kentin pederi, sokakta, orda burda, insanlara devamlı olarak, ‘Veba‘nın işledikleri suçlardan ötürü kendilerine Tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza olduğunu, tek yapılması gerekenin avuçlarını açıp günahlarını affetmesi için Tanrı’ya yalvarmak olduğunu söyler. Bu, Camus’nun reddettiği bir tavırdır. Ona göre bizi aşan bir kavrama, Tanrı’ya sığınmak, ‘Absürd‘ün bilincinde bir insanın yapacağı bir şey olamaz. Diğer taraftan pederin tam karşısında yer alan Dr. Rieux ve bir grup arkadaşı, her ne kadar yıkıcı olsa da Veba’yla savaşılması gerektiği düşüncesindedirler ve eninde sonunda Veba’yı kentten defedecekleri inancını taşırlar. Camus’nun Başkaldıran İnsan’da bahsettiği, gerektiği zaman diğer insanlarla dayanışma içinde olan ve kendi bilincinin esiri insan işte böyledir. Romanın sonunda, Veba kenti terk ettiğinde akıl ve bilim, Peder ve onun gibi düşünenlere karşı savaşı kazanmış olur; ancak öte yandan, Rieux ve arkadaşları bir şeyin farkındadırlar: O da, Veba’nın geçici bir süreliğine kendilerini rahat bıraktığını, aslında bir yerlerde uykuya daldığını ve günün birinde gene karşılarına çıkacağıdır. Kısacası, Rieux gibileri hem Absürd’ün bilincindeki insanın haklı gururunu, hem de bunun iç sıkıntısını bir arada yaşarlar.
Albert Camus’yü de, diğer filozof, edebiyatçı veya topluma yön veren her aydın gibi, çağının olaylarına göre değerlendirmek gerekir. Camus’nün yaşadığı çağa diktatörler ve savaşlar çağıydı demek yanlış olmaz. Yazarın, işte böyle bir dönemde ‘Absürd ' felsefesini kurması bir rastlantı olamazdı kuşkusuz. O, çevresinde yaşananların anlamsızlığını berrak bir bilinçle fark etmiş; aynı, saçmalığa karşı başkaldırma argümanında dile getirdiği gibi çevresinde olan bitenlere gerekli savaşı vermiş, mesela Alman tankları Paris sokaklarını döverken, bir yer altı direniş örgütünün önde gelen kahramanlarından birisi olmuştur. Ancak Camus’nün sonu da, eserlerinde dile getirdiği saçmalık ve anlamsızlığa uygun bir şekilde, daha ellisine gelmeden genç yaşta bir trafik kazasında hayatını kaybetmek olur.
01.12.2007

17 Ekim 2009 Cumartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-1 (KNUT HAMSUN-AÇLIK)

Bir otobüs seyahati… Ankara-İzmit ya da İzmit-Ankara yolculuğu, şimdi hangisi olduğunu tam hatırlayamadığım. Yıl 2004; yer, otobüsün mola verdiği dinlenme tesisi. Uzun yol otobüs seyahatlerinde bazı mola yerlerinde kitap satılır. Yarım saatlik molalarda, çeşit her ne kadar büyük şehirlerdeki kitapçılardaki kadar çok olmasa da, bu kitapları incelemek çok keyifli oluyor. Molalarda aldığım kitaplardan bazıları ise vazgeçemediğim kitaplar haline dönüştü sonradan.
Knut Hamsun’un ‘Açlık’ romanını 2004 yılındaki nereden nereye gittiğimi tam çıkartamadığım molada aldım. Knut Hamsun… ismini duyduğum, Norveçli olduğunu bildiğim bir yazardı, ama daha önce okumamıştım. Norveç edebiyatı hakkında ise iyi kötü bir fikrim vardı: Küçük İskandinav ülkesinin dev edebiyatı. Knut Hamsun ve diğerleri: Henrik İbsen, Jostein Gaarder, İngvar Ambjornsen…


‘Açlık’ yazarın kendi otobiyografisi olarak da anlaşılabilecek, hayata yazma tutkusuyla tutunmaya çalışan, başıboş bir gencin öyküsü. Romanın başında, kirada oturduğu eve biriken borçlarını ödeyemediğinden sokağa atılan genç yazar, zamanını Oslo (romanda eski ismi ‘Kristiana’ olarak geçer) sokaklarında ve parklarında geçirir. Aç ve perişandır, ama yaşamayı sevmekte, isyan etmemektedir. Romanın bunları inanılmaz bir yalınlıkla anlatması tüylerimizi diken diken ediyor. Karnını dergilere yazdığı yazılar karşılığı gelen azıcık parayla sürdürebilir kahramanımız. Ama dilenmez, hatta elindeki birkaç kuruş parayı bile bir dilenciye verir romanın bir yerinde. 1900’lü yılların başlarında ‘Açlık,’ varlığını sonradan daha çok hissettirecek olan psikolojik romanın da temellerini atıyor olmalıydı. Aç, ama onurlu bir aydın tipinin belirişinin ilk ve en yüksek mertebesi de denebilir romanın başkişisi için. Ve bu romanı okumuş olup da, unutmuş birisi var mı bilmiyorum. Fiziksel bir açlığın inanılmaz bir gerçekçilikle anlatıldığı ve ‘saçma’ edebiyat kategorisine girebilecek olan roman, aynı zamanda ruhsal bir açlığın analojisini de yapmakta.
Çarpıcı ve kesinlikle okunması gerekli bir roman ‘Açlık’. Okumayı sevmeyene bile okumayı sevdirecek kitaplar vardır ya hani, bu kitapta onlardan birisi kanımca.

16 Ekim 2009 Cuma

TANZİMAT'I ANLAMAK

Kanımca, ülkesinin geri kalmışlığının nedenleri üstüne düşünen her Türk genci ve aydını Tanzimat dönemini doğru anlamak zorunda.
Tanzimat nedir?
Birçoğumuzun ders kitaplarından öğrendiğine göre Tanzimat, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü engellemek için Batı kurumları esas alınarak yapılan ‘batılılaşma’ hareketi.
Ne acıdır ki, ‘devrim’ diye yutturulmuş bir hareket!
Öyle bir devrim ki (!), sonunda koskoca bir imparatorluğun sömürgeleşmesine, gerilemesine ve en sonunda da dağılmasına yol açmış.
Ne düşünüyordu Tanzimatçılar? Ekonomiyi batı emperyalizminin yönetimine açmanın ve batılı kurum ve kuruluşları taklit etmenin, ‘gerileme’ için tek çözüm olduğunu.
Sonuç ortada: Mustafa Kemal ve imparatorluğun tasfiyesi.
Tanzimatçılarımız ekonomik reform(!) olarak ilkin, 1838’de İngilizlerle Ticaret antlaşması imzalar. Ekonomik olarak dışa açılmamızın, daha doğrusu kolonyalizme teslim olduğumuzun belgesidir bu antlaşma. Antlaşma, iki ülkenin aralarında eşit şartlarda uzlaşmaya vardığı bir sözleşmedir gerçi ama, durum Osmanlı açısından hiçte öyle değildir. Bu ticaret antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu batı emperyalizminin açık pazarı haline gelecek, sonu Sevr’e gidecek bir döneme girecektir. Zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Palmertson antlaşmayı “Şaheser“ olarak niteler ve bunda pekte haksız sayılmaz. Çünkü, bu antlaşmanın bazı belli başlı maddelerine göre;
1)Kapitülasyonlar devam edecek, antlaşmayla tanınacak yeni imtiyazlar, eskilerine eklenecektir.
2)Gerek iç, gerek dış ticaret amacıyla İngiliz tüccarları, ortakları ve adamları, memleketin her tarafında her çeşit emtiayı (malı) “ bilaistisna “ (istisnasız) alıp satabilecektir.
3)Emtia alımı ve nakli için tezkere istenmeyecektir. Tezkere isteyen vezirler ve memurlar, devletçe “şiddetle tedip olunacak“lar ve İngiliz tüccarların bu yüzden uğrayacakları zararlar tazmin edilecektir.
4)İngiliz tüccarı, ortakları ve adamları, iç ticarette, en imtiyazlı yerli tüccardan daha fazla vergi ödemeyecektir.
5)İhraç mallarından, ihracatın yapılacağı iskeleye kadar hiçbir vergi alınmayacak, iskelede %9 vergi alınacaktır. İskeleden ihracında %3 gümrük resmi verilecektir.
6)İthalatta yalnız %3 vergi ödenecektir. Ayrıca %2 ek vergi alınacaktır. (İşe bak, Osmanlı tüccarı dışa mal satarken %12 vergi öderken, yabancı Osmanlıya mal satarken sadece %5 vergi verecek.) İthal malları memleketin her yerine vergisiz girecek, bir yerden diğerine götürülüp getirilse dahi, vergi ödenmeyecektir.
7)Bu antlaşmanın İngiliz mallarına ve tebaasına tanıdığı imtiyaz ihlal olunmadıkça, Osmanlı Devleti, iç işlerinin yürütülmesinde “ iz’aç “ edilmeyecektir. (iz’aç; bunaltma, tedirgin etme demek)
8)İngiliz tebaası ve adamları, yalnız İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü emtiayı ülkenin her tarafında alıp satabileceklerdir.
9)Yabancı emtia, Boğazlardan serbestçe geçecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden ötekine aktarma yapılabilecek, transit serbest olacak, bu muamelelerden hiçbir vergi alınmayacaktır.
Tanzimat’la birlikte ta o zaman elimizi verip kolumuzu nasıl kaptırdığımız şimdi daha iyi anlaşılıyor.
1838 antlaşması Osmanlı Devletini sömürgeleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Prof. Ömer Celal Sarç, “Tanzimat ve Sanayimiz“ isimli kitabında, Tanzimat reformlarıyla(!) Osmanlı ekonomik hayatının nereye geldiğini çok güzel anlatmış: “ … Tanzimat ne imparatorluğun dağılmasını önleyebildi, ne de ekonomik bakımdan güçlenmesini sağlayabildi. Çünkü Tanzimatçılar batı sanayisinin hangi ekonomik ve toplumsal koşullar sonucu doğduğunu bilmiyorlardı. Öngörülen girişimlerin başarıya ulaşması için alınması gereken önlemleri de. Sanayileşmenin ya da dolayısıyla kalkınmanın şartı olduğuna inandıkları veya inandırıldıkları ekonomik liberalizmin uygulanmaya konması Türk esnafının ticarette gerilemesine, 18.yüzyılın sonlarında zaten gerilemiş olan mevcut küçük sanayinin hemen hemen çökmesine, yeni güvenceler ve haklar kazanan Hıristiyan uyrukluların Avrupa ticaret olanağından yararlanarak ticari etkinliği ellerine geçirmelerine yol açtı. Ülke yarı yarıya sömürge (gene insaflı yazmış!) yolunu tutmuştu. Toplumsal bir tabana dayanmayan bu reform hareketinin, doğal olarak, halka dönük bir yönü yoktu. Batılılaşmadan yararlanan Batı devletleri oldu; bir de azınlıklar ve güçlenen yüksek bürokrasi."
Acı ama gerçek!
Tanzimat hareketiyle birlikte devletin tepesinde bulunan kaymak tabakanın yaşantısında da birtakım değişiklikler oluyor tabii. Halk sözde reform hareketleriyle fakirlikten kırılırken, bakın tepedeki azınlık nasıl yaşıyor. Onu da Berna Moran anlatsın bize: “ …. Batı kültürünü ve yaşam biçimini yüzeyden takip etmekti onların yaptıkları. Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamlarının konaklarındaki Avrupalılaşmış yaşam biçiminin öteki kesimlere de sıçramasıyla Batı taklidi yeni bir yaşam tarzı toplumun üst tabakalarında gittikçe yaygınlaştı. Kadınlı erkekli toplantılar, balolar, Boğazda mehtap sefaları Tanzimatçıların Batılılaşma anlayışlarının bir parçasıydı.“
Batılılaşmayı ‘muasır medeniyet seviyesi’ olarak değil de bu şekilde almak, son yıllarda ortaya çıkmış olan ‘yerli,’ Anadolu burjuvazisinin bir bölümünde de görülen bir eğilim maalesef.
Tanzimatçıların ilericilik ve çağdaşlaşma anlayışları şuydu: Batı kurumlarını ülkenin sosyolojik ve ekonomik şartlarını dikkate almaksızın aynen kopyalamak ve sadece yüzeyde, yani şekilde kalan bir batıcılık. Bu düşüncenin imparatorluğu kurtarmak bir tarafa, onu büsbütün yok ettiğini reddedecek bir kimse yoktur sanırım. Bazıları diyor ki: tarihsel şartlar onu gerektiriyordu, o zaman öyle yapılması icap ediyordu demek ki. Temelsiz, kolaya kaçan, gerçekleri kabul etmek istemeyen bir yaklaşım bu. Dünya üzerinde bu tipte bir batılılaşmaya kalkışmış hiçbir ülke yoktur ki, ileri gitmiş. Hatta Osmanlı gibi tepetaklak olmuşlar; tarih bunu çok net bir şekilde göstermekte bize.
Tanzimat’la birlikte yeni bir tip devlet adamı da türüyor. Nasıl bir şey bu yeni devlet adamı? Kendi refah ve çıkarı için bağlı olduğu yerlere (siz ona Batı kolonyalizmi diyebilirsiniz) karşı köle konumuna düşmeyi kabullenmiş, arkada koskoca halkını gözünü kırpmadan aç bırakan, ‘tipik’ sömürge devlet adamı.
‘Büyük’ sıfatıyla anılan Tanzimat hareketinin mimarlarından Mustafa Reşit Paşa bu yeni tip devlet adamının ilk önemli örneği sayılabilir. Söz Doğan Avcıoğlu’nda:
“Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek idarede kariyer yapılırken, Reşit Paşa, yabancı bir devlete dayanarak kariyer yapma çığırını açmıştır. Reşit Paşa’nın koruyucusu, Türkiye’de uzun yıllar kalan ve kendisine “Sultanların Sultanı“ denilen Lord Stratford Canning’dir. Tanzimat reformlarının gerçek mimarı, Lord Stratford’dur. Lord Stratford’un Türkiye Hatıraları adlı kitapta, “Canning’in yardımıyla kabul edilmiş yasaları uygulamayan paşalar, tepetaklak olurlardı” denilmektedir. Yine aynı kitapta, Canning’in Babıali’deki nüfuzu şöyle anlatılmaktadır: ”Büyükelçinin kendilerini ziyaret edeceğini öğrenen nazırlar, girecek delik arıyorlardı. Reşit Paşa hariç, Büyükelçinin karşısında yılgınlığa kapılmayan kimse yoktu. Öbür devlet elçileriyle görüşme yapıldığı zaman, kaytarma çareleri pekala yürüyordu, ama Canning Babıali’de boy gösterdiği zaman, memurları bir korkudur alıyordu. Veziriazam bile acele toparlanıp, arzularını öğrenmek üzere telaş ve tereddütle bu azılı İngiliz’in yanına koşuyordu.“
İşte Tanzimat’ın yarattığı devlet adamı! Öyle ki, büyükelçi Canning “Türkiye’de devlet ricalinin kariyerini elinde tutmuştur…. Canning 1853’te karısına yazdığı bir mektupta, “Osmanlı Hükümeti apansız değişiverdi. Reşit’le Sadrazam azledildi. O saat Padişaha çıktım, yeniden vazifeleri başına getirildiler. “buyurmaktadır.”
Tanzimat, bu denli kişiliksizleştirmiştir idareyi.
Tanzimat reformlarının(!) Osmanlının gardını iyice düşürmesini fırsat bilen Batılılar, yeni bir hamle yaparak, bir takım ekonomik ve askeri baskılarla, yönetimin kendilerine borçlanmasını da sağlarlar. 1850’li yıllara kadar direnir Osmanlı. Çünkü parasal konularda yabancılara el açmak, Mehmet Zeki Pakalın’ın “Tanzimat’ın Maliye Nazırları” kitabında belirttiğine göre, devletin “tarihi an’anelerle sabit olan vekar ve haysiyetine” aykırı sayılıyordu.
Ancak direnme çabuk kırılır. İlk borçlanma 1854 yılında, Dent Palmer and Company aracılığıyla düzenlenir ve bunun peşi sıra borçlanma üstüne borçlanma yapılır. İşin tuhaf tarafı, borçlanmayı hükümete kabul ettiren Osmanlı devlet adamlarının, her yapılan borçlanmanın karşılığında komisyon almaları. Yani bundan şu anlam çıkmıyor mu? Yabancılar, ülkeyi borçlandırarak kendilerine bağlarken, bunu fırsat bilen bazı Tanzimat devlet adamları, bu borçlanmalardan, kendi ceplerini doldurmak suretiyle nemalanmışlar.
Komisyonlarla birlikte diğer dayatılan giderlerde düşüldüğünde, Osmanlı devletinin kasasında, borç alınan paranın ancak yarısı kalmakta.
Tanzimat aklı özetle budur.
Uzun lafın kısası…
Tanzimat’ı iyi kavramakla, 600 yıllık koca bir devletin çökmesine neden olan bir hareketin, Mustafa Kemal ve onun düşüncelerine nasıl zemin hazırladığını daha iyi anlıyoruz.
21.03.2008

14 Ekim 2009 Çarşamba

TÜRKİYE'DE SİYASİ PARTİLER NEDEN KAPATILIR?

Bir kere şu yanılgıyı düzeltmek lazım: Türkiye’de siyasi partiler, anti-laik olduğu için değil, batı karşıtı olduğu için kapatılır. Bir diğer deyişle söyleyecek olursak, geçmişte kapatılan, sözgelimi Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi gibi partilere baktığımızda, bu partilerin laiklik aleyhtarı oldukları için kapatıldıkları bir yanılgıdır. Bu partiler ve geçmişte kapatılan diğer sosyalist partilerin kapatılma nedenleri, aslında düpedüz batıya karşı, anti-emperyalist bir tavır içinde olmalarıdır.
İyi ama…
Bizim cumhuriyeti kurmak için verdiğimiz savaş batılıların emperyalist politikalarına karşı değil miydi? Evet, bunda hiçbir şüphe yok. Ancak Mustafa Kemal ölür ölmez, cumhuriyetin anti-emperyalist ve bağımsız duruşu başka bir şeye dönüştürülüyor: İçerde oligarşik bir bürokrasi yönetimine, dışarıda ise batıya bağımlılığa. Hatta bu devlet politikası haline getiriyor. Ve daha da acısı, bunu Atatürkçülük diye lanse ediyorlar. Türkiye Cumhuriyetinin devlet politikası 38’den sonra geriye, Tanzimat’a dönüşü ifade eder; yani batı taklitçisi bir batıcılık anlayışını. Oysa Mustafa Kemal “Muasır Medeniyet seviyesini yakalamak” hatta onu geçmek diyor, hedefi öyle koyuyor. Fakat bu uygarlık düzeyini yakalama işini kendimizin kotarması gerektiğine inanıyor, yabancıdan hayır gelmeyeceğini gayet iyi biliyor. 6 Mart 1922’de diyor ki mesela: “…Hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?”
İş böyle olunca, yani Kemalizm 38’den sonra özünden arındırılıp, halkla birlikte el ele yapılmış bir devrim değilmiş de, halka karşın yapılmış bir devrimmiş gibi algılanınca, Cumhuriyet bir anda seçkinci bürokratların, askeri oligarşinin ve yüksek kent burjuvazisinin ideolojisi haline geliyor. Böylece kendini dışlanmış hisseden halk, kafalarına yanlış enjekte edilen Atatürkçülüğe tavır alıyor ve bir savunma refleksi olarak dini kullanan sağ partilere yöneliyor. Bugün iktidarda olan AKP’nin, neden orada olduğunu bir türlü anlayamayan bazı şekilci/dogmacı Atatürkçülerin farkına varması gereken şey bu. 38’den sonra kendi kendilerine yarattıkları Atatürkçülük mitosu, sonunda en karşı oldukları insanlara iktidar yolunu açtı.
38’den sonra devlet politikamız batı karşıtlığını kabul etmez hale gelmiştir ya, bu halk arasında büyük tepki çektiğinden (çünkü Kemalizmin anti-emperyalist duruşu aslında halkın iliklerine işlemiştir), batıya karşı olan partileri kapatmak için yeni bir kılıf bulunmak zorunluydu. Sonuçta, şu anti-laik, bu komünist dediler ve batıya karşı olanın kafasını derhal kopardılar.
Bugün AKP kadrolarının birçoğu eski Refah Partisi kökenli. O halde Refah Partisi’nin kapatılmasını destekleyen Batı, nasıl oldu da, 2008’de AKP kapatılmasın diye kazanca kıyamet koparttı? Ve lütfen dikkat: AKP’ye kapatılma davası ne zaman açılmıştı? AB politikalarından uzaklaşıldığı zaman. AKP, gelenekçilerden kopup yeni bir parti olarak kurulurken şunu çok iyi fark etmişti: Bu ülkede batıya dayandığınız müddetçe ister dinci ve anti-laik, ister herhangi bir aşırı uçta olun, iktidara gelme şansınız vardır.
Mustafa Kemal’i halkından koparan CHP ve 38’den sonra işbaşına gelenler otursunlar kına yaksınlar şimdi…

13 Ekim 2009 Salı

İNSANLIĞIN BİTMEYEN DRAMI

İnsanlık ağacı... ya büyüyecek ya da solacak...

İnsanlık umutsuz bir durumda…
Koskoca 20 yüzyıl geride bırakmış olmamıza karşın, hala insanlar birbirini öldürüyor, hala aç bir dünyada yaşıyoruz ve hala insanlar arasında bir eşitlik yok! Bu demektir ki, insanoğlu hayvansal içgüdülerle yaşamaktan vazgeçmiş değil. Biliyorsunuz ki, hayvanların dünyasında her şey içgüdüsel olarak gelişir, akla dayanan bir yaşantı yoktur. Yani yaşamak için güçlü olmak gerekir ve kendinden güçsüzü öldürmek gayet doğaldır. Bunu “Darwinizm” olarak adlandırıyoruz. Sanayinin doğuşundan ve ilk fabrika bacasının tütmeye başlamasından sonra, olguya sosyo-ekonomik açıdan, “Sosyal Darwinizm” denir oldu ki, bu da, bildiğimiz liberalizm ve kapitalizmden başka bir şey değil. O halde, liberal bir insan, Sosyal Darwinist demektir; yani yaşamak ve başarıya ulaşmak için diğer rakiplerini yok etmesi gerekir.


Sosyal Darwinizm ya da altta kalanın canı çıksın...

Oysa, insanı hayvandan ayıran en önemli özellik, onun aklı ve düşünebilme yeteneği. Ancak insan, bu aklını, türdeşlerinin ortak çıkarı için kullanmak yerine, bireysel çıkarlarını ön plana koydukça, insanların akılla yönetilen dünyası, doğanın içgüdüleriyle işleyen hayvanlar aleminden bir üst mertebeye çıkamamış olur.


İnsan aklı sosyal Darwinizme karşı... Peki ya onca akan kan?

Unutmamalıdır ki, insan insana muhtaçtır. Geçtiğimiz yüzyılda ‘Varoluşçuluk’ gibi bir birey(ci) felsefenin dahi, nihai sonucunda bildirdiği üzere, insan, eylemleriyle diğer insanlara karşı sorumlu olmalıdır. Çok doğru; çünkü birey her ne kadar kendi var oluşunun gerçekliği içinde yaşasa da, başka insanlar var olmadıkça, eylemin içinde bir başına var olamayacaktır.

Öte yandan, bencillik içtepisinden her birey kendi iradesiyle vazgeçmelidir. Hiçbir toplum veya aygıt bir kişiyi değiştiremez, olsa olsa kendi tarafına çeker, onu kendi menfaatleri yolunda öğütür. ‘Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider’ demek, insanı insan kılan tüm değerlere yabancılaşmak, hatta onu yok saymaktır. İnsan, tüm insanlığa karşı bir sorumluluk duygusu taşıdığı zaman ancak, en güçlü biçimiyle insan olduğunu duyumsayabilir. O halde, bazı açılardan doğruluğu inkar edilemez olsa da, ‘ideolojiler öldü!’ müphem fikrinin peşine takılmak yerine, tüm insanlığa ortak fayda getirecek bir ideal üstüne düşünülmelidir. Çünkü sonuçta, ideolojiler eğer yerküreyi daha yaşanabilir bir yer kılmak iddiasıyla ortaya çıkmıştılarsa ve şimdi ideolojiler öldü diyorsak, o halde bu, insanlık rüyasının bittiğini kabullenmekten başka bir şey olmaz. Ve bu durum, şöyle bir sonuca yol açar: dünya genelinde dinlerin öneminin artmasına! Neden? Çünkü yeryüzünde insan aklıyla bir dünya cenneti kurulacağı inancını yitiren bir birey, cenneti başka yerlerde arayacak, dine sığınacaktır. Son zamanlarda dünya genelinde din olgusunun yükselişe geçmesi başka türlü açıklanamaz. Bu, geriye dönüşten başka bir şey değildir. Cenneti öte tarafta değil, bu tarafta yaşama arzusuyla aklının gücünü keşfeden insanoğlu, şimdi önemli bir yol ayrımında. Ya, daha iyi bir insanlık idealleriyle ortaya çıkmış düşünceleri öldürerek, geriye, yani doğanın kanunlarıyla işleyen bir insanlık mekanizmasına dönecek, ya da aklını başına devşirip, tüm insanlığı kurtarmak üzerine akıl ortaklığı yaparak, güçlü ve yeni(modern) insanlık idealleri kuracak.

Gidişat iyi olmasa da, insanı hayatta tutan en önemli itkilerden birisinin ‘umut’ olduğu unutulmamalı. Nasıl bir insan için nefes aldığı müddetçe ‘umut’ var ise, insanlık içinde dünyanın sonu gelmeden ‘umut’ vardır. Tabii, insanın geriye dönüp, çözümü bu dünyanın dışında aramak yerine, tekrar aklının gücüne güvenmesi ve bunu tüm insan varlığının ortak çıkarı için kullanması kaydıyla.



10 Ekim 2009 Cumartesi

AYDIN SORUMLULUĞUNUN KAPSAMI

‘Aydın’ sorumluluğunun kapsamı, yüzyıllardır tartışmalara neden olmuş, ilgi çekici bir konu.
‘Aydın’ kişi, yaşadığı ülkenin yurttaşları üzerinde bir sorumluluk taşır mı? Yoksa kendi gibi olanların oluşturduğu küçük bir azınlığın içindeki küçük bir dünyada mı yaşaması gereklidir?
Bu konuda karşımıza bağımsız ve kalkınmış ülkelerde tek, yarı-sömürge veya sömürgeleştirilmiş ülkelerde ise 2 ‘aydın’ tipi çıkıyor.
Önce, günümüzde uygarlık seviyesinde en önde olan ülkelerdeki, yani Batı Avrupa’daki ‘aydın’ tipine bir bakalım: Orada bir aydın’ın halkı üzerinde gerçekten bir etkisi olduğunu görürsünüz. Yani ‘aydın’ insan, düşünsel bazda diğer insanların hizmetindedir ve ‘aydınlığı’, ona halktan kişilerin doğruyu bulması misyonunda güçlü bir araçtır. Böylece şöyle bir sonuç ortaya çıkar ki; aydınlarla halk arasında bir derin uçurum, bir yabancılık kesinlikle görülmez. Kalkınmışlığın, uygarlaşmanın ve de en önemlisi bağımsızlıkçılığın, o ülkedeki aydın-halk ilişkisine kaçınılmaz bir etkisidir bu.
Bu argümanımı bir örnekle desteklersem sanırım daha inandırıcı olacağım. İkinci Dünya Savaşı başlamış, Paris Nazi işgali altındadır. Paris burjuvazisinin büyük bir bölümü çareyi Almanlara teslim olmakta bulurken (İlya Ehrenburg ‘Paris Düşerken’ romanında bunu çok güzel anlatır), Nazi işgaline karşı çıkıp, olayı bir yeraltı direniş örgütü kurmaya götüren adamların başında kimler gelir biliyor musunuz? Jean Paul Sartre ve Albert Camus. E, bunun nesi ilginç? diyeceksiniz. Dikkati çekmek istediğim şey şu: Bu adamlar, bilen bilir, komünistlerce bireyci bir felsefe olmakla ağır bir şekilde eleştirilen ‘Varoluşçuluğun’ babası sayılırlar! Sartre ve Camus’nün, bilhassa ilk dönem romanlarındaki çoğu kahraman, toplumsal olaylardan bihaber, yabancılaşmış, yalnız düşmüş kişilerdir. Oysa görüldüğü üzere, iş ülke çıkarlarına geldiğinde, Sartre ve Camus en kral toplumcu kesilmiş, ‘aydın sorumluluğu’ denilen olguyu iliklerine kadar yaşamışlardır.
Şimdi bundan hangi sonucu çıkarabiliriz? Bence: ‘Aydın’, hangi düşünce akımına bağlı olursa olsun, ülkesinin ve halkının çıkarlarını savunacak, ona yol gösterecek kişi olmalıdır. Bu, onun ‘aydın’ olmasının getirdiği en büyük sorumluluktur.
Yani kısacası…
'Aydın’ sorumludur...
Yarı sömürge veya resmen sömürge olmuş ülkelerde ise 2 ‘aydın’ tipi olduğundan yukarıda bahsetmiştim. Ülkemizde de durum böyle değil mi? İşte bizdeki ve bizim gibi ülkelerdeki 2 ‘aydın’ tipi.
‘Aydın’ tipi 1: Bu ‘aydınlar’, genellikle aldığı eğitimin de etkisiyle, ‘Batı’ kültürünü benimsemiş, benimsemekle kalmamış, ona yaslanmak, kendini ona teslim etmek gerektiğini öne sürerler. Böylece, bu tipte bir ‘aydın’ kendi kültüründen gelen insanları hor görmeye başlar. Çünkü kendisini başka yerlere, oraların kültürüne ait gördüğünden, kendi halkından daha üstün olduğu düşüncesine kapılır. Mesela bizimle birlikte, bazı Kuzey Afrikalı, Hindistanlı, İranlı vb… sanatçılarda da bu eğilimi görebilirsiniz. Onlar kendi kültürlerini, tarihsel ve toplumsal gerçeklerini tam olarak anlayamadan, çözümü ısrarla başka yerleri taklit etmekte, yani iğrenç bir yanılgılar batağında ararlar. Sonuç: aydınlarla halk arasında koskoca bir set ve o ülkenin aleyhine sonuçlar doğuracak onarılması zor bir yabancılaşmadır.

Gölge aydını ya da sömürge aydını, azgelişmiş ülkesindeki halka tepeden bakan biridir.

‘Aydın’ tipi 2: Bunlar ise ‘uygar’ ülkelerdeki aydınlara benzerler. Yani her türlü bağımlılığa karşı (‘aydın’ olmanın getirdiği önemli bir duruş değil midir bu?), ‘aydınlığını’ ülkesinin çıkarları için kullanan, halkını anlayan, ona doğruyu gösteren kişidir. Bu tip aydınlar, birincilerde olduğu gibi kendi halkını adam edilmesi gereken sıpa olarak görmezler. Böylece, bu tip aydınları halkın büyük bir bölümü, ‘gerçek bir aydın’ olarak adlandırır. Demek ki, diğerlerine pekte itibar etmezler.
Sizce, bizdeki aydınlardan birçoğu hangi kategoriye giriyor? Bunun cevabı, Türkiye’nin dünyadaki sosyo-ekonomik yerinin neresi olduğu ile alakalı.