30 Ocak 2011 Pazar

VAROLUŞÇU 10 ROMAN KARAKTERİ

10.Mathieu Delarue (Akıl Çağı-Jean Paul Sartre): Varoluşun anlamsız boşluğunda sallanan bir adam. Paris'li bir küçük burjuva ve ikinci Dünya Savaşı öncesi Paris'in de kendini arayan özgürlük tutkunu. Felsefe öğretmeni. Mathieu hamile kalan sevgilisinin kürtaj parasını çıkartmak için borç arar roman boyunca ve bu arada da kendi varoluşunun özgür sıkıcılığında debelenip durur.
9.Gregor Samsa (Dönüşüm-Franz Kafka): Gregor bir sabah hamamböceğine dönüşmüş olarak bulur kendisini, ama bu durumu hiç yadırgamaz, tek derdi işyerine zamanında yetişebilmektir. Varoluşunu eline alan efsane Kafka karakteri.
8.Turgut Özben (Tutunamayanlar-Oğuz Atay): Roman, Turgut Özben adında birisinin kaybolmasının araştırılması üzerinedir. Atay’ın bu muhteşem ve derin karakteri varoluşunu hayali arkadaşı Olric ile doğrular.
7.Tomas (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği-Milan Kundera): Romanın varoluşçu karakteri Teresa değil de Tomas’tır. Evet romanda kendini sürekli olarak geliştirip yükselen Teresa’dır ama, Tomas için tüm bunlar bir kaygı değildir. Onun tek bir kaygısı vardır, o da varoluşun dayanılmaz olan hafifliğidir.
6.C. (Aylak Adam-Yusuf Atılgan): Atılgan’ın mirasyedi ve bunalımlı karakteri varoluş sorununa öylesine batmıştır ki bir ismi bile yoktur, sadece C.’dir ismi.
5.İvan Karamazov (Karamazov Kardeşler-Dostoyevski): “Eğer Tanrı yoksa her şey mübahtır,” sözünün sahibi, bunu tanrı yoksa insanın babasını dahi öldürebileceğini göstererek kanıtlar. Tasası tanrıyı insanların kendisinin yarattığını ortaya koymaktır, böylece varoluşuyla yalnız başınadır o da.
4.Meursault (Yabancı-Albert Camus): Dünyada olanlara karşı duyarsızdır, anlamsız yere bir cinayet işler ve bununla hayatın saçmalığına vurgu yapar. Ama esas önemlisi bunun bilincine sahip olmanın altında ezilmesidir.
3.Michel (Ahlaksız-Andre Gide): Michel’in kendi ahlak sistemini oluşturma çabası aynı zamanda onu varoluşun hüzünlü kollarına atar.
2.Kirilov (Cinler-Dostoyevski): Birçok felsefe kitabında incelenmiş belki de edebiyat tarihinin en ilginç karakterlerinden. İntiharın mantıksal bir temele dayanabileceğini ortaya koyan belki de ilk karakterlerden. İntiharı Tanrılığını gösterecektir. Tanrı olmadığına inanan birisinin yaşamasının anlamsız olacağını ve yaşamaması gerektiğini düşünür. Ölümünden sonra arkada kalanlara dil çıkartan bir resim bırakmayı ister.
1.Antoine Rouqentin (Bulantı-Jean Paul Sartre): Varoluşçu karakterlerin en tepesinde olmayı hak ediyor. Tamamiyle felsefi bir karakter. Varoluşunu karşı konulamaz bir bulantıyla duyumsar. Bulantısını anlamaya başladığı sahne edebiyat tarihine geçmiştir. Bir parkta bir ağacın köküne bakar ve ağacın kendinde varlığı içine sıkıntı verir. Bu onu kendi varoluşunun kendisi için olduğu gerçeğine götürür. Böylece korkunç yalnızlığını ve bulantısını ele geçirmeye başlar.

29 Ocak 2011 Cumartesi

AMOR FATİ'NİN FELSEFİ ANLAMI

‘Amor Fati,’ yani ‘yazgını sev,’ ilk bakışta öyle algılanabilse de kof bir kadercilik anlamına gelmiyor. Bu tuzağa düşmemek için aforozu şöyle bir açmak gerekir.
Deyimi en çok kullanan, bunu bir yaşam düsturu olarak benimseyen çok ilginç bir isim var ki, o da Nietzsche’den başkası değil! Garip ama, Tanrıyı öldüren filozof ‘Amor Fati,’ yani ‘yazgını sev,’ buyuruyordu.
Öyle olmasına öyle de, Nietzsche bunu teslimiyetçilik anlamında değil, evrensel döngüsellik kuramını açıklamada kullanır ki, bu önemli.
Özetle geçersek, Nietzsche’ye göre hayatta yaşadıklarımız, daha önce bir yerlerde mutlaka yaşanmış olan ve döngüsel olarak devam eden şeylerdi ve bu gerçek hiçbir zaman değişmeyecekti. Yani evren, yaşanan şeylerin basit bir tekrarından ibaretti. Radikal filozof buradan yola çıkarak evrensel döngüselliğe bir tepki gösterir ve ‘Amor Fati’ye ulaşır. Yani ‘Amor Fati’ derken yazgıya teslim olmayı değil, zorunlu olanı kabullenme özgürlüğüne vurgu yapar. Sören Kierkegaard’dan Albert Camus’ye tüm varoluşçularda felsefelerinde bu temayı kullanır.
Albert Camus’nün felsefesini açıklamada kullandığı mitolojik kahraman Sisifos buna en büyük örnek. Tanrılar tarafından bir kayayı dağın tepesine çıkartmakla, ancak kayanın her seferinde tekrar aşağıya düşmesiyle korkunç bir kısırdöngünün içine atılmakla cezalandırılan Sisifos aslında her şeyin bilincindedir ve bu bilinç onun özgürlüğüdür. Yani Sisifos ‘Amor Fati’ye ulaşır, değiştiremeyeceği yazgısını kabullenir, ama (burası önemli) yazgısına teslim olmaktansa onu kendisinin kılar. Camus şöyle der onun hakkında: “Sisifos’un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir.” (Sisifos Söyleni,Albert Camus-Can Yayınları). Evet, o halde ‘Amor Fati’de ki yazgıyı sevmenin dinsel ya da mistik anlamlarıyla başına gelen her şeyi kabullenmek anlamına gelmediği açık. Bahsi edilen şey, yazgıya meydan okumak daha çok. Öyle ki, Camus Sisifos’u tanımlamaya şöyle devam eder: “Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir… Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz,” ve “…ezici gerçekler tanındılar mı yok olurlar.” Sonunda ise şöyle bağlar: “Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”
O halde ‘Amor Fati’yi bir özgürlük kuramı açısından ele almak gerekir. Dostoyevski’nin tüm son dönem yapıtları ‘Amor Fati’nin bilincindeki karakterlerle doludur. Hatta Cinler’de Kirilov oldukça ileri gider ve yazgısını kendi eline almayı intihar etmeye vardırır, çünkü böylece kendisinin Tanrı olacağına inanır.
‘Yabancı’ romanında ise Camus’nün başkahramanı Meursault gereksiz ve anlamsız yere bir cinayet işler ve işlediği cinayetten hiçbir pişmanlık duymaz, çünkü Sisifos ya da Kirilov gibi o da kendi yazgısını sever ve onu kendisinin kılar.
Kısacası, ‘Amor Fati’ aslında varoluşçu felsefeye oturan bir düşünceyi temsil etmekte ve insana kendi yazgısını değiştiremese bile onu sahiplenme özgürlüğünü tanımakta.