24 Aralık 2009 Perşembe

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-6 (İHSAN OKTAY ANAR-PUSLU KITALAR ATLASI)

Masallar insanı mutlu eder ve bilindiği üzere biz masal geleneği güçlü olan bir halkız. Roman nasıl sanayi uygarlığını kuran Batılı burjuva sınıfının bir sanatı olarak ortaya çıktıysa, masalda biz Doğu toplumlarının geleneklerinde önemli yer tutar.
İhsan Oktay Anar için 21.yüzyılda yaşayan modern zamanların (geçmişten fırlayıp gelmiş izlenimi uyandıran) usta bir masalcısı demek yanlış olmaz. Bunu anlamamız için ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası'nı okumak bile yeterli ki, zaten bende onu okumaya bu kitabından başladım.
Puslu Kıtalar Atlası, masalsı ortamıyla çok eski zamanlarda (çünkü masallarda tarihin önemi yoktur) Konstatiniye (İstanbul) isimli bir kentte geçiyor. Masalın en önemli özelliklerinden birisi, olaylar anlatılırken "bir zamanlar..." gibi geçmişte belirsiz bir zamanı belirten cümleler kullanılması ve Anar'da bunu ustalıkla yapıyor. "Konstantiniye'de yaşamış olan..." gibisinden söze girdiği an romanın içine gömülüp kalıyorsunuz adeta. Romanı en önemli kılan şeylerden birisi kanımca, bir mit olarak kafamızda kurmuş olduğumuz, hatta aslına bakılırsa pekte merak etmediğimiz Osmanlı'daki gündelik yaşantının nasıl olduğu üzerine hem masalsı hem de gerçekçi ipuçlarına ulaşmamız.
Osmanlı veya benzeri Doğu toplumlarında insanların bazı kişisel özellikleri, mizahın kapısını ardına kadar çeşitli yazın sanatı türlerine açmıştır. Puslu Kıtalar Atlası'nı okurken bunu bir kez daha hissediyor insan. Uzun İhsan'ın Rendekar (Descartes)' ın kitabına duyduğu merak, Kübelik'in sokaklarda elinde kerpetenle gezerken kendini bir anda diş doktoru olarak bulması, Bünyamin'in hayatı sorgulayış biçimi ve Ebrehe'nin felsefi çözümlemeleri.... Romanda iç içe geçmiş hikayelerin herhangi birisinden zevk almamak imkansız. Zaten dediğimiz gibi masallar mutlu eder. Puslu Kıtalar Atlası'nın kanımca tüm zamanların en önemli Türk romanlarından birisi olması; tarih anlatırken sıkıcı bir tarih kitabı olmamasında, birçok eski kelime kullanılmış olmasına karşın cümlenin gelişinden anlayarak, su gibi okunabilmesinde, masalın büyüsünü aslında gerçeği ortaya koyarken ustaca koruyabilmesinde ve son tahlilde bizi mutlu edebilmesinde yatıyor.

ELEŞTİRİDE DİYALEKTİK METOD

Bir görüşe katılmak veya katılmamak, o görüş hakkında bir düşünceye sahip olan kişinin tercihiyle alakalı bir tutumdur kuşkusuz. Ancak tarih var olageldiğinden beri bir olguya yaklaşımımızdaki rasyonel gerçeklik kullandığımız metodun diyalektik özelliği ile kendini gösterir.
Bir kere eleştirinin olduğu yerde X düşüncesinin karşısında bir Y düşüncesi olacağı kesindir; çünkü X fikrine katılmayan bir birey, bunu Y'yi ortaya koyarak çürütmeye çalışmak durumundadır. Böylece, hem diyalektik metodun doğal yasalarına uyulmuş olunur, hem de 'eleştiri' özsel niteliğininin dışına çıkmaz. Aksi takdirde, karşısında Y görüşünü bulamayan ve ortaya tüm açıklığıyla konulan X olgusu, gerçekliğine Y'nin mevcudiyetsizliği üzerinden katıksız bir meşruiyet kazandırmış olurdu.
Diyalektik düşünce biçiminin en belirgin özelliği işte burada, karşıtların ve benzerlerin bir arada bulunmasıyla ortaya çıkmakta. Diyalektik metoda göre X ve Y'yi ele alalım ve bunların her ikisini de birer olgu olduğunu kabul edelim: X ortaya çıkışı itibariyle tez, Y ise anti-tez oluyor bu durumda. Bu iki olgu diyalektik bir ilişkiye girdiği an, birbirini kabul etmeyecekleri gibi, reddedemez de. Diyalektiğin temel yasasına göre iki olgu birbirinin hem karşısındadır, hem de birbirini kapsar çünkü.
Hayatta herşeye katılmak ve herşeyi körü körüne kabul etmek durumunda değildir insan, çünkü bu onu, hayatı ancak kendisine çevre ve toplumsal faktörlerce enjekte edilen dogmalarla algılamasına yol açardı. Öte yandan, çevremizdeki her türlü olguya eleştirel, ama diyalektik bir açıdan bakmak, eleştirdiğimiz şeyin karşısına koyduğumuz düşüncenin gerçekliğine katkıda bulunabilir.

2 Aralık 2009 Çarşamba

AVRUPA'DA POST-NAZİZM TEHLİKESİ

İsviçre'nin referandumla minareleri yasaklamasına bir müslümanın duygusal tepkisiyle yaklaşmaktansa, Avrupa'da son zamanlarda yükselen aşırı sağın ve ırkçılığa varan milliyetçiliğin nedenlerini irdelemek ve görünen tehlikeye karşı akıl yürütmek daha yerinde olacak. Avrupa'nın son bir kaç yıldır milliyetçiliğe yönelmesinin temelinde, batılıların, uygarlık ve maddi refahlarının tehdit altında olduğu paranoyasının tetiklediği ve dayanağı tarihte yatan bir refleks var kuşkusuz. Modern batı tarihinde bu böyle oldu; yahudi soykırımı hala akıllarda. İstinalar genellemeleri çürütemez elbette ama, Batılıların gözünde uygarlıklarının meşruiyetinin bir tehdide ya da bir düşmana bağlı olduğu gerçeği yadsınamaz. Soğuk savaştan sonra bu düşman 'İslam' oldu.
Huntington, dünyada yeni savaşların medeniyetler arasında olacağını ön gördüğünde, ortaya attığı teoriler olayın sosyo-kültürel ve ekonomik boyutundan ziyade komplo boyutuyla anılmıştı, ama küresel dünyanın dolaylı ya da dolaysız olarak İslam aleminin kendi kabuğundan çıkmasına vesile olması, Batılılar için zamanla bir tehdit olarak algılandı. Gelişmiş Batı ülkelerine oluk oluk akan Arap ve Müslüman sermayesi, İslam dünyasının ne derece kapitalistleştiğini ve dinleriyle birlikte Batılı bir yaşam tarzını kanıksadığını gösterdi bize. (Bunun ülkemize yansıması ise AKP'nin iktidara gelişi oldu. Bilindiği üzere AKP, islamın savunucusu 'Milli Görüş' düşüncesinden ayrıldığını savunmuştu ilk kurulduğunda. Bu ise, onların, küresel dünyadan siyasi bir rant çıkartmanın yolunun, neo-liberal ve kapitalist dünyaya uyum sağlamaktan geçtiğinin bilincinde olduklarına işaret ediyordu hiç şüphesiz.)
İslam aleminin küresel dünyadan ekonomik olarak pay alması ve oyunu kurallarıyla oynamaya başlamaları Avrupalıların ummadığı bir şoktu. Bu bile başlı başına, günümüzde Batıda oluşan Anti-islam söylemini açıklamaya yetiyor. Öyle ki, son yıllarda ülkelerindeki seçimlerde müslümanlara karşı tavır alan Batılı siyasiler oylarını büyük ölçüde arttırdı. Mesela, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin bir kaç sene önceki seçimlerde dış politikasını Türkiye'nin AB'ye alınmaması gerektiği üzerine kurmasıyla Champ-Elysees'ye kurulduğunu biliyoruz.
Peki ama, bu kutuplaşma ve düşmanlık neden giderek artıyor?
Adam akıllı solun olmadığı bir dünyanın acı sonuçlarından birisi de işte bu. Bir düşünelim: Son yıllarda kimlikler üzerinden şekillenen 'ötekileştirme' olgusu, tarih boyunca hiçbir zaman solun neden olduğu bir problem olmadı. Bu kavram apaçık bir şekilde sağa ait. Müslümanlara düşmanca tavır sergileyenler de, Avrupa yeniden yükselişe geçen aşırı sağ zaten. Onlar 'Post-Nazizm' çağına girdiğimizi ve tehlikeli bir yere gittiğimizi mi gösteriyorlar bize?
Herşeyi zaman gösterecek ama, herkesin sağduyulu olmasında fayda var.