27 Nisan 2009 Pazartesi

LİBERAL MÜSLÜMANLAR

İyi ama...
"Ben müslümanım, hem de herkesten daha çok müslümanım," iddiasında bulunup, nasıl olur da, liberal değerleri kendine düstur edinebilir bir insan? Hem de ortada gerçek anlamlarını deştiğinizde birbirinden çok farklı iki dünya görüşü varsa.
Öncelikle, bir insan dinine çok bağlı olduğunu iddia ediyorsa doğal olarak o insanın nasıl olmasını beklersiniz? Haktan, adaletten yana ve dünyevi değerlerin geçiciliğine inanmış; bu dünyada öte tarafı düşünerek en onurlu, en gururlu, en dürüst biçimde yaşamasını, değil mi?
Elbette...
Oysa liberalizm neye dayanıyor? En güçlü olanın (kendinden daha zayıfı yok ederek) hayatta kalabildiği bir doğal akışa duyulan kuvvetli inanca değil mi? Üstelik bu görüşün, arkaik argümanlarını o gerçek (ve de sözde elbet) dindarların nefret ettikleri bir isimden, Charles Darwin'den aldığını söylemeye bile gerek yok.
O halde, Türkiye'de 28 Şubat süreci sonrası yenileşen, liberalleşen bu dindar (kendilerini gerçek müslüman, diğerlerini inançsız olarak gören bir çoğu) nasıl oldu da bu hale geldi? Herşeyden evvel, bu insanlar Makyevalizm rüzgarına kapılmış, birer "Sosyal Darwinist" olmalı. Eğer "dini" hayatınızın eksenine koyuyorsanız, liberal düşünce kanınıza hiçbir şekilde giremez, ya da girmemeli çünkü. Bu ikisinin bir araya getirilmeye çalışılması, samimi müslümanlarda kafa karışıklığı yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
28 Şubat'tan sonra, hiçte gizli saklı olmayan bilgilere göre, (dışımızdaki güçlerce) Türkiye'de İslamcı hareketin içinden bir yenileşme hareketi ortaya çıkartılması fikri ortaya atıldı. Bu güçler, 28 Şubat sürecinde haksızlığa uğradığı hissine kapılacağını düşündükleri insanların konjunktürel gelişmeler sonucu ortaya çıkan duygusal zayıflıklarından faydalanarak başaracaklardı yapmak istediklerini. Öyle de oldu. 28 Şubat'ın hassaslaştırdığı ve bir dayanaktan yoksun insanları "suya düşen yılana sarılır" misali oltaya gelmekte gecikmedi.
Şunu düşündüler ve bunda da haklıydılar: "Türkiye'de (bağımsız ve güçlü bir ülke olmadığından) batıyı arkanıza alarak her işi yapabilirsiniz, hatta kendi din devletinizi bile kurarsınız!"
Hala çoğumuz, Refah Partisinin ülkeye şeriat getireceği için iktidardan uzaklaştırıldığı yanılgısına düşmektedir. Hayır efendim. Refah Partisi batıya karşı, anti-emperyalist bir parti olduğu için kapatılmıştır. İşte bugünkü iktidar bunu büyük bir kurnazlıkla görmüş, batıyla ve onun değerleriyle (serbest pazar ekonomisi, liberalizm, küresel kapitalizm vb...), hatta yer yer Cumhuriyetin kökleşmiş kurumlarıyla bile takiyye yaparak uzlaşma yoluna gitmiştir. Bu kurnazca politikalar sonunda batılılarla "al gülüm ver gülüm" şeklinde bir ilişki kurulmuş, Türk seçmeni de kendini "değişim," "ılımlı islam," "mufazakar modernlik" gibisinden bir takım kılıflara sokulmuş söylemlerde bulunan, ama aslında başka güçlere güdümlü bir partiyi iktidara getirmiştir. Tayyip Erdoğan'ın kendisine Turgut Özal'ı örnek alması boşuna mı sanki?
Turgut Özal kimdi hatırlayalım: ABD'den alınan icazetle yapılan 80 darbesinden sonra serbest piyasa ekonomisinin tüm musluk ve kapılarını Türkiye'ye açması için iktidara getirilen (Attila İlhan'ın deyimiyle) modern bir Tanzimat Paşası!
Turgut Özal döneminde tarikatların/cemaatlerin güçlenmesi ve bugünkü devasa yapılarına ulaşmalarının yolunun açılması, 80 darbesinin bir sonucudur. "Ergenekoncular bunlar, darbeciler!" diye ortalığı velveleye verenlerin Kenan Evren'in yargılanmasını gündeme bile getirmediklerini hiç düşündük mü? Getirmezler, getiremezler; çünkü kendi mevcut güçleri bir darbenin ürünü de ondan.
Kısacası, bugün kendini daha müslüman gören, ama müslümanlığa aykırı bir yaşayışa sahip olan "liberal müslümanlar" ın bugünkü iktidarının gerçek sebebi, ne 2002'deki "değişim" yutturmacası, ne de tesadüf. Herşey, liberalizmin doğası gereği, kendini çıkar ilişkilerine göre konumlandırmakla alakalı. Gerçek (sözde) müslümanlarımızın ılımlılaşması, bir anda serbest piyasacı, AB'ci ve de herkesten çok demokrat kesilmeleri boşuna mıydı?

26 Nisan 2009 Pazar

ANLAŞILMASI GEREKLİ BİR YAZAR:PEYAMİ SAFA



Türkiye, düşün dünyasında kafa patlatmış bir takım insanların anlaşılamadığı ya da geç anlaşıldığı, üzerine etraflıca değerlendirmeler yapılamadığı bir ülke malesef. Yazarımız çizerimiz hakkındaki yargılarımız genellikle kulaktan dolma bilgilerle veya "tanıtıcı" ansiklopedik maddelerle şekillenmiş. Öyle ki, önyargı, sol cenahtan aklı başında insanların bile yanılgılarından birisi olarak başgöstermiş, kutuplaşma değerlendirme ölçütlerimizin dürüstlüğüne gölge düşürmüş. Gençliğinde hızlı solcu, sonradan daha maneviyata yönelen insanlar için "O dinci oldu," şeklinde bir etiketlemeye girişmek bu durumun en belirgin örneklerindendir.
Nazım'ın eski kankası, sonra ise fikir dünyasında en çok çeliştiği ve de çatıştığı isim olan Peyami Safa, belki de böylesi bir yapıştırma tanımlamadan ötürü yeterince anlaşılamamış, değeri bilinmemiştir.
Peyami Safa iki Dünya savaşının yeryüzünü kana buladığı 20.yüzyılda yaşadı ve çağının tipik aydınının bunalımlarını, acılarını ve herşeyden de önemlisi arayış sancılarını çekti. O, yaşadığı devrin toplumsal ve siyasal şartlarının temellerini attığı bir felsefi düşüncenin etkisinde kalmıştı ister istemez: Varoluşçuluk. Evet, varoluşu (insan varoluşunu) sorgulamasından ve o varoluşun toplum içinde nerede durması gerektiğini irdelemesinden ötürü Safa, bir varoluşçudur. Mesela, "Yalnızız" ın ana karakteri (yazarın kendi düşüncelerini cisimleştirdiği) Samim, romanın bir yerinde Heiddeger'den bahseder. Bu, varoluşunun keskinliğini ortaya koyan bir kafa karışıklığı içinde yaşayan yazarın, ontolojiden haberdar olduğunun küçük bir işaretidir yalnızca. Ama "existential" (varoluşsal) düşüncenin neresindedir Peyami Safa?
Çünkü klasik batı felsefesinde Varoluşçular iki gruba ayrılıyorlar: Tanrıtanımaz Varoluşçular ve Hristiyan Varoluşçular. Hristiyan denilenini, varoluş sorununu bir "din" veya herhangi bir "tanrı" düşüncesine bağlayanlar, yani cevaplarını orada arayanlar olarak da alabiliriz. 
Peyami Safa ikinci kategoriye daha yakın. O, pekala bir şarklı Kierkegaard sayılabilir. Ama olaya bu yönüyle bakılamamış bugüne değin. Safa, Kierkegaard'ın felsefesinde olduğu gibi varoluşun anlamına tanrıya yakınlaşmakla ulaşılabileceğine inanır. Ancak bu, onu basmakalıp fikirlere kapılanların inandığı gibi "dinci" ya da "dindar" falan kılmaz. Onun düşüncesinde öncelik, tanrıya ulaşmak değil, varoluşun anlamını bulmada onun varlığı düşüncesine angaje olmaktır kanımca.
Türkiye'de kendini daha dindar gören insanların Peyami Safa'yı derinlemesine anlayamamasının başlıca nedeni ise, müslümanlığın "sorgulamaya" kapalı bir yapıda kalması gerektiğine inanmaları sanırım. Çünkü çoğu dinde olduğu gibi müslümanlıkta da varlık, dinsel dogmalara bağlı olarak varoluş nedeni sorgulanmaksızın (Tanrının-Allahın yarattığını anlamaya çalışmanın günah olduğu düşüncesiyle) öylece kabul edilmelidir. Müslümanlığın felsefe dünyasından uzak bırakılması ve üzerine düşünmenin yersiz (ve günah olarak) görülmesi modern zamanların hazin sonuçlarından bağnaz dindarlığa işaret ediyor. Öyle olmasa, çağımızda hala müslüman filozoflar çıkartabilirdik.
Sonuç olarak, ülkemizde kendini dinine bağlı olarak adlandıranların, insan varoluşunun özgürlüğünü sınırlandırıcı bir takım tarikat/cemaatlerin içine gireceğine, ya da sol düşünceye yakın olup (inandığı düşünce sistemine aykırı olarak), kendisi dışında olanı anlamaya çalışmayan katı insanların Peyami Safa gibisinden yazarları irdelemeleri, yaşamlarını anlamlı kılmaya daha çok katkı sağlayabilir.