23 Nisan 2010 Cuma

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-11 (HERMAN MELVILLE-KATİP BARTLEBY)

Amerikalı ünlü "simgeci" yazar Herman Melville deyince insanın aklına öncelikli olarak "Moby Dick" geliyor kuşkusuz. Balina avcılarının yaşamını anlatan "Moby Dick," yazarın dev başucu eseri; ama 60 küsur sayfalık kısa romanı (ya da uzun öyküsü) "Katip Bartleby," daha derinlikli ve "Moby Dick"in niteliksel özelliğini geride bırakarak daha derinlikli ve niceliksel yönüyle daha zengin.
"Katip Bartleby" için pasif direnişin güçlü bir betimlemesi ya da bir başkaldırı diyebiliriz. Bu kitaptan birkaç hafta öncesine kadar habersiz olduğum için kendimi kötü hissettim açıkçası. Kitapla tanışmam ise edebiyatla alakasız bir kitabı, A.Negri&M.Hardt ikilisinin ünlü "post-marksizm" denemesi "İmparatorluk"u okumam sayesinde oldu; keza bu kitabın bir yerinde direniş ve başkaldırı şekillerinden bahsedilirken, Melville'in meşhur anti-karakteri "Bartleby" hatırlatılıyordu okura.
"Bartleby,"bir avukatın yanında katip olarak işe başlayan karanlık ruhlu, yalnız, içine kapanık birisidir ve bundan dolayı da olayların anlatıcısı avukattır; çünkü bu, yani anti-kahramanımızı bir başkasının anlatması, hikayeyi daha güçlü kılıyor. Hikaye Bartleby'nin ağzından anlatılsaydı bu kadar etkili olmayabilirdi ya da böyle bir durumda katip, bu denli esrarengiz bir hale bürünmezdi.
"Katip Bartleby"nin ana temalarından birisi "yabancılaşma." Bilindiği üzere 20.yüzyılda yabancılaşma üstüne, bireyin toplumun ve dünyanın dışına düşmesiyle ilgili bir dolu edebiyat eseri üretildi ve bu, kuşkusuz çağın politik ve sosyal gelişmelerinin bir sonucuydu. Ancak Melville'in eserini daha bir önemli kılan, 20.yüzyılda ortaya çıkan benzerlerinden çok uzun zaman önce, 19.yüzyılın ortalarında yazılmış olması. Borges'e göre "Katip Bartleby," Kafka'nın eserlerindeki umutsuz ve karamsar karakterlerin bir öncelleyicisi.
Ancak öte yandan şöyle bir fark derhal dikkati çekiyor kuşkusuz: Kafka'nın karakterleri umutsuzluğun karşısında eli kolu bağlıyken, "Bartleby"nin pasifliği bir başkaldırı gibi görünmekte. Öyle ki, "Bartleby," bize nedenlerini katı bir suskunlukla açıklamasa da, anlamsız gibi görünen davranışının son derece bilincindedir; çünkü bu bilinci devamlı olarak tekrarladığı şu cümleyle ortaya koyar: "Yapmamayı tercih ederim."
"Bartleby" önce avukatın verdiği bütün yazı işlerini büyük bir çalışkanlıkla yerine getirir, ama iş yazılanların gözden geçirilmesine gelince kahramanımız, öyle sakin bir sesle yapmamayı tercih ettiğini belirtir ki, patronu ona kızamaz bile, hatta acımaktan da kendini alamaz.
Ancak zaman geçtikçe "Bartleby" işi abartır, bu sefer hiçbir şekilde yazı yazmayacağını, çalışmayacağını ifade eder; çünkü her zamanki gibi "yapmamayı tercih etmektedir." Ama bu arada işyerini de terk etmez, hatta orayı evi bellemiştir; buna karşılık hiçbir iş yapmadan sadece oturur ve çok az bir yiyecekle karnını doyurarak yaşar gider. Biz ise avukatın içsel dünyasındaki çalkalanmalara şahit oluruz; çünkü patron bu tuhaf elemanına merhamet duymakla acımasız olmak arasında gidip gelmektedir. Ancak bir de şöyle bir gerçek var ki, "Bartleby" yaptıklarında bir amacı yokmuş gibi görünse de, ister istemez işyerindekilerini etkilemeyi başarır; sözgelimi avukatın bir diğer çalışanı daha önce hayatı boyunca hiç kullanmadığı ".....tercih ederim" sözünü sık sık kullanmaya başlar. Bartleby'nin negatif de olsa bir başkaldırı da bulunuyor oluşu, eylemin (bazen eylemsizlik şeklinde de olsa) varoluşsal açıdan önemine vurgu yapıyor.
Hem, modern zamanların politik Bartleby'si Mahatma Gandhi'de benzer bir metotla ülkesinin bağımsızlığını kazanmasını sağlamamış mıydı?

   



22 Nisan 2010 Perşembe

ANAYASA DEĞİŞİKLİK PAKETİM

Madde X-1: T.C devletini, ırk,etnik köken, din, dil vb... farklara bakılmaksızın ülkede doğmuş veya hayatını bu ülkede sürdüren "bütün halklar" oluşturur ve her bir birey ülke yönetiminde eşit söz hakkına sahiptir. Bunun içindir ki;
a)TBMM ismi, 'Türkiye Büyük Halk Meclisi' (TBHM) olarak değiştirilmiştir.
b)TBHM oturumlarına isteyen herkes katılıp konuşma yapma ve önerilerde bulunup yasa teklifi verme hakkına sahiptir; (çoğunlukçu demokrasiden, "tam ve katılımcı bir demokrasi" anlayışına geçilmiştir).
c)Milletvekilleri Başbakan veya Parti Genel Başkanlarına değil, ülkede yaşayan her bir bireye karşı sorumludur. Birey, istediği her milletvekili hakkında meclise gensoru verme, yapılan işleri sorgulama hakkına sahiptir.
Madde X-2: Hiç kimse (başka bir kimseye zarar vermediği müddetçe) düşüncelerinden ve ifadelerinden dolayı yargılanamaz; herkes istediği her konuda istediğini düşünmekte ve bunu ifade etmekte özgürdür. Bunu kısıtlamaya çalışan birey ya da kurum hakkında gereken cezai işlemler derhal başlatılacaktır.
Madde X-2 a): Hiç bir kanun, "ahlaka aykırı," gibisinden sunni bahanelerle ceza vermeye yönelik uygulanamaz; insanlar kendi ahlaki düzenlerinden kendileri sorumlu olup, bunu dilediklerince yaşamakta özgürdür.
b) İsteyen herkes istediği her dine, ideolojiye, felsefeye, ahlaka inanabilir; bu konuda kimse kimseye baskı uygulayamaz.
c) Yeni doğan bir bireyin nüfus cüzdanında 'din' ibaresi boş bırakılır; birey kendi akli iradesine kavuştuğu zaman cüzdana inandığı dini yazdırma ya da boş kalması hususunda hürdür.
Madde Y-3: (Belediye Hizmetleri Hakkında Deşişiklikler)
Madde Y-3 a): Elektrik, su, itfaiye, yol, ulaşım vb... hizmetler 'genel halk çıkarlarına' uygun olarak "ücretsiz" olacaktır. Hiçbir belediye bu hizmetler karşılığı vatandaşından "para" talebinde bulunamaz. Bu yüzden;
a-1) Ülkede bütün toplu taşım araçları bedavadır.
a-2) Otoyollardan ve köprülerden geçişlerde hiçbir şekilde ücret alınmayacaktır; gişeler kaldırılacaktır.
a-3) Ülkede özel sermayenin elinde olan bütün plajlar kamulaştırılacak ve herkesin kullanımına açılacaktır; plajlarda kimse kimseden "para" isteyemez; isteyen herkes istediği her plajdan denize girmekte özgürdür. Otellerin plajları parsellemesine kesinlikle izin verilmeyecektir.
a-4) Elektrik ve su bedavadır; ülkedeki bütün sayaçlar kaldırılacaktır ve belediyeler her bireyin ücretsiz elektrik ve suya ulaşmasını sağlamakla sorumludur.
a-5) Halk bu hizmetleri yerine getirmeyen belediyeleri görevden almak amacıyla dava açma hakkına sahiptir.
a-6) Yukarıda belirtilen hizmetler; emeğini "ücret" karşılığı satan insanlardan toplanacak vergilerle değil, sermaye sahiplerinden yeterli miktarda toplanacak vergilerle sağlanacaktır.
Madde XY-18: (Eğitim ve Sağlık hizmetleri hakkında anayasa değişiklikleri)
a) Devlet her bir vatandaşını "ücretsiz" olarak okutmakla sorumludur.
b) Özel okullar ve özel üniversiteler kamulaştırılacak ve herkesin yararı için kullanılacaktır. Eğitim hiçbir surette paralı olamaz; okullar ülke topraklarında yaşayan herkesindir ve herkes istediği alanda eğitim almakta özgürdür.
c) Okullarda "harç" ücretleri kaldırılmıştır. Okumak için bir de üstüne para vermek gibi yanlış düşüncelerden vazgeçilmiştir.
d) Devlet okuyan yurttaşlarına gerekli kitap, kırtasiye malzemeleri vb... şeyleri temin etmekle yükümlüdür.
e) Bilimsel konularda, ilgili bilim dalına daha çok hakim olunması maksadıyla okullarda "ana dilde eğitim" verilecektir. Yabancı dil öğrenmek isteyen bireyler ise, bunu devletin ücretsiz olarak açacağı dil okullarından sağlayabilecektir.
f) Temel eğitimden sonra hiçbir ders "zorunlu" olmayacak, öğrenci istediği derslerde eğitim alacaktır. Bu konuda hiçbir dayatma yapılamaz. 
g) Sağlık hizmetleri ülkenin her bir tarafında ve herkese eşit bir biçimde ücretsiz olarak devlet tarafından sağlanır. Hiçbir tedavi, ameliyat, hastane hizmetlerinden "ücret" talep edilemez.
Madde WE-12: (Çalışma yaşamı hakkında değişiklikler)
a) Çalışma saatleri hafta içi 5 gün, günde 4 saate indirilmiştir. Buna göre ücretli çalışanlar; hafta içi günlerde saat "10" ile "12" ve "13" ile "15" saatleri arasında çalıştırılabilir; saat "12-13" arası ise öğle izni kullanacak ve hafta sonu 2 gün izinli olacaktır. Buna göre bir çalışan için haftada 20 saat çalışma sınırı vardır. Böylece ülkede herkese iş sağlanacak, insanlara kendi hobi uğraşları için boş zaman bırakılacak ve gereksiz üretim fazlası'nın önüne geçilmiş olacaktır.
b) Her bir işyerinin sendikası ayrı olacaktır. İşveren bu konuda hiçbir dayatmaya baş vuramaz.
c) İşyerinde insan onuruna aykırı uygulamalar olduğu takdirde, çalışanlar sendika vasıtasıyla bir araya gelip şirket hakkında "kamulaştırma" davası açma hakkına sahiptir.
d) Geliri belli bir miktara (ek maddelerde belirtileceği üzere) kadar olan hiçbir ücretliden vergi alınmaz. Çalışanın gelir vergisini "işveren" öder.
e) Birey, hayatını idame ettirebilmek için istemediği bir işi yapmak zorunda değildir, buna mecbur bırakılamaz. O birey için gerekli iş sahası mutlaka yaratılacaktır; bundan "kamu" sorumludur.
f) İşveren "artık değere" hiçbir surette el koyamaz ve "artık değeri" yıl sonunda çalışanlarına eşit olarak dağıtmaya mecburdur.

 

11 Nisan 2010 Pazar

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-10 (LEO MALET-KARA ÜÇLEME)

Ortalama kitap okurlarınca az bilinen ve her zaman kıyıda köşede kalmış olsa da, bazı edebiyat eserleri tüm vuruculuğu ve etkisiyle gizli bir klasik olma özelliği taşır.
20.yy Fransız yazarı Leo Malet'nin, "Hayat Berbat," "Güneş Bize Haram" ve "Ecel Terleri" isimli üç kısa romanından oluşan "Kara Üçleme" işte böylesi kitaplardan.
Gençliğinde çeşitli anarşist gruplara karışmış ve ufak tefek geçici işlerde çalışmış olan Malet'nin en büyük özelliği, tıpkı Dostoyevski gibi bir "insan" anlatıcısı olması. Böylesi romancılar her dönem okunur, çünkü devirler değişmiş olsa da, yaşadığımız çağları "modern" ya da "post-modern" gibi sıfatlarla isimlendirirsek de, insanın içi, ruhunun derinleri hep aynıdır. Leo Malet her üç hikayede de insanın en karanlık noktalarında bir gezintiye çıkartıyor bizi. "Hayat Berbat" da bir grup radikal genç banka soyar; amaçları, parayı bir fabrikada grev yapan işçiler için kullanmaktır; ancak soygundan sonra işler değişir; çünkü paranın büyüsüne kapılan gençler kendilerini şatafatlı bir yaşantıya bırakır. Öyle ki, içlerinden birisi şüphelendikleri bir arkadaşını öldürmekten dahi çekinmez. Toplumsal bir amaç uğruna işlediklerinden mazur görülebilecek hırsızlıkları, giderek çirkinleşip yoldan çıkmalarına neden olmuştur.
"Güneş Bize Haram" ve Ecel Terleri"n de gene "yoldan çıkma" çıkma vardır. "Güneş Bize Haram" daki kahramanımız Andre bir kız uğruna kendini kaybeder, kızla iyi bir yaşantı yaşama arzusu başını her türlü belaya sokmasına neden olur; tıpkı sahte mücevher işini büyütme arzusuna kapılan "Ecel Terleri"nin Paul'ü gibi.
Leo Malet'yi keşfetmek okur için büyük bir şans olacaktır; çünkü Malet, yazarın, göz önünde olmamanın eserinin büyüklüğünden dolayı unutulmayı değil, efsane olmayı sağlayacağını düşündürtüyor insana.
    

3 Nisan 2010 Cumartesi

KADIN

İnsan kadından doğar.
Varoluşsal praksisin kaynağı, yaşamın özünün çıkış noktası ve varlığın tanrısal mitosuna yönelik bir aşkın-özne olarak kadın, tarihin itici kuvvetinde ilksel ve başat bir unsur hiç şüphesiz. Yani açıkça denebilir ki, tarih kadının ortaya çıktığı anda başlar; erkeğin rolü ikincildir, ya da en basitiyle ilk başta öyleydi. Havva olmasa, Adem tarih-öncesi ve onun dışında bir mitolojik unsur olarak kalırdı.
Tarihin ana-erkillikten ata-erkilliğe evrimi bunu gösteriyor. Tarih-öncesi çağlarda ve ilk yüzyıllarda kadın, doğa karşısında cinsiyet farklılığı olarak, yalnızca fiziksel biçimlerden ayrılıyordu erkeklerden. İnsanoğlunun doğayı fethedişi ise dönüm noktası oldu; artık kadın ile erkek arasındaki farklar yüzyıllar boyunca çoğalmaya başladı. İnsanın bilinç öncesi-doğal varlık olarak kendini buluşu, beraberinde fiziksel açıdan daha zayıf olan kadını ikinci plana itti. İnsan, doğanın yasalarıyla hareket ediyordu çünkü ve kendini diğer canlılardan ayıran manasıyla ‘insan’ olarak tanımıyordu henüz. Öte yandan bu, insanın doğada kendini aşan tek varlık olarak ortaya koymasına engel değildi. Böylece kadın-erkek ayrımı yalnızca insan aklının bir ürünü oldu. Darwinist anlamıyla erkek, kadını soyunun devamı için gerekli görmekte, bu yüzden kendinden zayıf olan kadını yok etmemektedir. Ayrıca, Darwin yasaları işledikçe, kadınların kendi arasında da bir rekabet baş gösterdi ve insan soyunun devamını sağlayamayacak kadınlar toplumda geri plana düştü erkeklerin gözünde. Kadının çocuğu için ideal bir baba aradığına dair meşhur psikanalitik yorum, tam tersi için de, erkeğin soyunu devam ettirmek için en ideal anneyi araması için de geçerlidir; çünkü soyun devamında kadını edilgenliğe iten tarihsel akış, aksini iddia ettiğinde, aslında kadını erkeklerin çıkarına koşullandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Günümüz modern kadınının (ama aynı zamanda tarihin acımasız çarkları arasına itilen) doğuşu sanayi çağıyla aynı zamana denk geliyor.  Üretimin kırsaldan kente göçü insanların da kitleler halinde kentlileşmesine, kendi toplumsal düzenlerini oluşturmalarına yol açmıştı. Kadının niteliği bu dönemde ilk büyük değişimleri gösterdi, artık kadın toplumsal yaşamın bir parçası, ekonominin şekil verdiği dünyada ekonomik bağımsızlığını kazandıkça, tarih sahnesinde erkeklerle aynı kefede bir aktördür. Kadın hareketleri de ilk olarak bu dönemlerde, erkeklerin toplumsal yaşantıda artık yer etmeye başlayan kadınlar ve kadınlık durumunun ilerlemesi ile çatışmasının bir sonucuydu; feminizmin kuramsal olarak ilk yazılı şekli olan Mary Wallstonecraft’ın  “A Vindication of the Rights of Woman” (Kadın Haklarının Müdafaası) adlı eseri 1792’de yayınlandı.
Gene 19.yüzyılda Dünya, politik mücadelelere sahne olur ve ideolojik görüşler kadın konusuna dokunmaya başlar zamanla. Kadın haklarının çıkış noktası Fransız Devrimi ve insanların eşitliği fikri olsa da, daha sonra görüldüğü üzere, emeğin sömürüsü nosyonundan hareketle yola çıkan sosyalizm, bir özgürlük kuramı olarak kadınların erkekler karşısında özgürleşmesinin yanında durmaya başladı; öyle ki kadın hareketlerine ilk kez ‘feminisme’ ismini veren de,  ütopyacı sosyalistlerden Charles Fourier’di (1837). Fourier, kadın haklarının ilerlemesini tüm bir toplumsal ilerlemenin genel prensibi olarak görmekteydi.
Kadın hareketlerinin ortaya çıktığı 19. yüzyılda ilk kadın hakları toplantısı 1848 yılında New York’ta yapıldı. 20.yüzyılın başlarında, bilhassa Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise, birçok ülke kadınlara oy kullanma hakkını tanıdı.
Ancak bu gelişmeler kadınların bütün sorunlarını çözemedi elbet. Alınan yol umut vericiydi, ama diğer yandan Dünya genelinde bakılacak olursa kadınların durumu hala çok kötüydü. Üçüncü Dünya ülkelerinde kadını evin sınırları içinde tutan görece bir özgürleşme talebi ve Batıdaki ekonomik hayatta sıklıkla görülen pozitif ayrımcılık, kadın hareketlerinin neden hala devam etmesi gerektiğini gösteriyor.
Ülkemizde de kadına şiddet konusu aşılabilmiş değil ve birçok faktöre bağlı olarak kadınlar, hala erkekler karşısında geri planda ve eşit değil. Türkiye’de bölgeler arası ekonomik gelişmişlik farkı kadınların toplumsal hayattaki rollerini de ortaya koyuyor.  Kalkınmış bölgeler ve bilhassa batıdaki büyük kentlerde ekonomik bağımsızlığını kazanmış birçok kadın Avrupalı hemcinsleri gibi yaşarken, iş doğuya gittikçe değişiyor. 21.yüzyılı yaşadığımız bugünlerde dahi doğudaki feodal ve aşiret kültürünün gereği kadınların hemen hepsi bir meta gibi alınıp satılıyor, kiminle evleneceği ailelerince seçiliyor ve bu seçimde genellikle ‘para’ konuşuyor. Aşiret dışı kadınlarda da durum pek farklı değil aslında; kim doğuda bir kadının evleneceği erkeği kendisinin seçebildiğini söyleyebilir ki? Üstelik kendilerinin seçimi olmamasına karşın evliliklerine katlanmak zorunda kalan bu kadınların birçoğu koca dayağını normal bir olaymış gibi görmekte. Geçenlerde bir doğu ilinde kocası tarafından kulağı kesilip hastanenin bahçesine bırakılan bir kadın televizyonun haber kanallarında boy gösterdiğinde bu, batılı kadınlarımıza masal gibi gelmiş olmalı, ama işin aslı, kadınlarımızın büyük bir yüzdesinin durumu bu. O kadının kocası tarafından daha önce de defalarca dövüldüğü ve şiddete maruz kaldığını düşündükçe insanın tüyleri diken diken oluyor, fakat esas vahim durum birkaç gün sonra ortaya çıktı: Kadının gazetelere çıkan açıklaması her şeyi özetliyordu: “Kocamdır!”
Mesele şurada: Kadın kocasını çok sevdiğinden falan değil, tıpkı ülkedeki birçok kadın gibi koşulların zorlamasıyla böyle davranıyordu.
Çözüm, eğitimden ekonomik kalkınmaya, toplumsal dönüşümsellerden devrimsel karşı çıkışlara birçok etmene bağlı. Alman filozof Karl Marx yüz elli yıl kadar önce insanların yaşamlarının durumunu belirleyen şeyin ekonomi ve ekonomik bağımsızlaşma olduğunu ortaya koyduğunda bu durum, kadınlara da sınıf savaşımları içinde özgül bir tarihsel misyon yüklemişti; ancak şöyle bir fark vardı ki, kadınlar (erkekler gibi) hem kapitalizmin çarkları içinde, hem de erkekler karşısında bir ‘meta’  idi. Yani hem patronlar hem de erkekler tarafından (evde, patronun ‘koca’ olması örneğin) sömürülmekteydiler. Bu, kadınları insanlar arası hiyerarşinin içine attı; böylece ‘kadınlar’ bağımsız yeni bir sınıf haline geldi.
Ekonominin kadınların durumuna nasıl etki ettiğini, dünyanın genel bir durumuna bakarak daha iyi anlayabiliriz. Bugün dünyamızda bazı kadınlar “Sex and the City” dizisindeki kadınlar gibi bir hayat yaşarken, bazı kadınlar sırf cinsel hazdan yoksun bırakılmak için ‘kadın sünneti’ vahşetine maruz kalabiliyor.
‘Kader’ ya da “bazı insanlar şanslı doğar,” diyebilirsiniz, ama aslına bakılırsa insanların kontrolünde olan hiçbir şey ‘kader’ maskesi altına saklanamaz. Toplumların medenileşmesi onların illa sanayi uygarlığına ulaşması demek de değil üstelik. Yazının başında değindiğimiz gibi sanayi devriminden yüz yıllar kadar önce kadınların durumu, şu an dünyanın birçok köşesinde şiddete ve onur kırıcılığa maruz kalan kadınlardan daha iyiydi. Kadının kutsallığına ve analık içgüdüsüne saygı duyulan devirlerden çok uzaktayız. Makinenin icadı insanları sınıfsal bölünmelere ve kanlı savaşlara iterken, kadınları bu savaşların içinde yalnız ve erkeğe muhtaç bıraktı. Evet,  eski çağlarda da kadınlar bir yere kadar erkeğe muhtaçtı, ama en azından kadına saygıda ve onun kutsallığını içselleştirmede daha ilerideydi erkekler. Hiç yoktan, kadının kendisine muhtaçlığı sömürünün bir nesnesi değildi ve evlilik ilişkileri günümüzde olduğu gibi bir ticari anlaşmayı andırmıyordu.
Her yıl 8 Mart tarihinde Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor, ama yer küremizde böyle bir günün olduğundan dahi haberi olmayan milyonlarca kadın var. Bunun için ‘Dünya Kadınlar Günü’ yalnızca azınlıkta kalan kadınlar için geçerli. Geriye kalan kadınlar kaderin kucağına itilmemeli elbet, bu konuda ister ideolojik ister hümanist tüm görüşlerin çatışmasından ve bileşiminden ortaya çıkacak genel bir ‘kadın hakları’ mücadelesine ihtiyaç var ve klasik ‘feminist’ görüş bu konuda kendini aşmalı açıkçası. Kadınlar, kendi aralarındaki çekişmelerden ortak zemin üzerinde genel bir hak savaşına geçebilir mi? Her türlü devrimciliğin sekteye uğradığı ve küçük gruplara bölündüğü çağımızda bu kolay olmasa da, ümit her zaman vardır. Öte yandan, böylesi bir mücadele küresel bazda ve yeryüzünün her hangi bir köşesinde tek bir kadının dahi haksızlığa uğramasını kabul etmeyecek bir bilinçle başarıya ulaşabilir.