26 Mayıs 2010 Çarşamba

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-12 (KEMAL TAHİR-DEVLET ANA)

Kemal Tahir'in en önemli eseri diyebileceğimiz "Devlet Ana", üzerinde uzun uzun tartışılabilecek, birçok değişik açıdan değerlendirilebilecek bir roman.
Roman, Kemal Tahir'in bazı röportajlarında kendi ağzından da belirttiği üzere, kısaca, Türklerin devlet kurma yeteneğini anlatır.
Bu bakımdan 'Devlet Ana', birçok eleştirmence 'milliyetçi' bulunmuş, bazı yazarlarca ise tarihsel gerçeklerden saptığından dolayı eleştirilmiştir. Berna Moran, mesela, "Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış" adlı kitabında bundan yakınır ve Devlet Ana'da tarihin objektif aktarılmadığı düşüncesini ortaya koyar: "Devlet Ana bir tarih kitabı değil de bir roman olduğuna göre yazarın tarihsel olayların ana çizgisini izlerken yarattığı kurmaca dünyada tarihe tıpatıp sadık kalması beklenemez. Ama yapılan değişiklikler ya da sapmalar belli bir tezi kanırlamak için göze alınmışsa durum değişir ve şu soruları sordurtur bize: Kemal Tahir'in, Osmanlı insanının Batı insanına üstünlüğünü ve devlet kurma dehasını göstermek için düzenlediği olaylar ve çizdiği kişiler acaba amacına ne ölçüde uygun? Ne ölçüde inandırıcı?"(Sf.232)
Kemal Tahir, Osman Bey'in kadın meselesi veya topraklarının başkalarınca istila edilmesi olsun, bir şekilde zoraki olarak savaşların içine çekildiğini anlatır bize. Berna Moran bunu da eleştirir: "Aşiretten devlete geçiş de Kemal Tahir'in anlattığı gibi Osmanlılar'ın kendilerini savunurken gerçekleşmiş bir olgu değildi. Denebilir ki, romanda öykü tarihe uygun şekilde yazılmamış, öykü tarihe uydurulmuş." (Sf.232)
Ancak evet, 'Devlet Ana'ya bir tarih kitabı olarak değil de, bir edebiyat eseri olarak baktığımızda, hakkını teslim etmemiz gerekir. Kitap diyaloglara fazla ağırlık vermiş olsa da, okura gerçek bir edebiyat zevki yaşatıyor.
Romanın en başarılı özelliği, Osmanlının kurulma sürecindeki (1290'lı yıllar) atmosferin ustaca yansıtılması... Bir arada yaşayan her dinden ve milletten insanlar, mahalli ağzıyla konuşmalar, örf ve adetlere bağlılık, entrikalar, aşklar, savaşlar vs...
Berna Moran romanın "romans" özellikleri taşıdığı kanısında; sözgelimi romanda iyi karakterler hep iyi, kötüler ise hep kötü özelliklerle idealize edilmiş, serüven, kahramanlık gibisinden temalar baskın bir biçimde işlenmiştir. "Kanımca Devlet Ana'nın çekiciliğinin nedenini, Türk okurunun gururunu okşayacak şekilde idealize edilmiş konusunda ve yüzyıllar boyu süzgeçten geçmiş, etkinliğini kanıtlamış eski romans ve serüven formüllerinin, yapıtta, ustaca harman edilmiş olmasında aramak doğru olur." (Sf.241)
Devlet Ana tarihselliği bir tarafa koyup edebiyatın hazzını yaşamak isteyen her okur için gerçek bir klasik.

Kaynakça:
Berna Moran-Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-2 (İletişim yayınları-2005,13.baskı)

14 Mayıs 2010 Cuma

HAYVANLAR VE HAKLARI

İnsanların birbirlerini kullanması, birbirlerini sömürmesi ve birbirlerine diş geçirebildiği müddetçe diğeri üstünde egemenlik kurması yetmiyormuş gibi, bir de zavallı hayvanlar bu "insan yobazlığına" maruz bırakılıyor maalesef.
Patshop'larda, insanların, daha çok para kazanabilmek uğruna özgürlükleri sınırlanmış hayvanları vitrine çıkarması kabul edilebilir şey değil.
Bir facebook organizasyonu olan "PETSHOP'LARA HAYIR: Köpekler balık değildir !!! CAM içinde CAN olmaz !!!" başlıklı grup bu manada oldukça anlamlı bir duruş sergiliyor.
Hayvanların kutsallığı bir bakıma, insanların onların yaşam biçimlerini örnek alarak toplumlar kurmasında yatar.
Charles Darwin'den Kropotkin'e birçok bilim adamı ve düşünür hayvanların yaşamından yola çıkmıştır kurdukları düşünceler için.
Hatta sağdan ve soldan tüm ideolojiler kendi temellerine sağlamlık katmak için hayvanlara bakmış, onların yaşamlarından örnekler vererek kanıtlar sunmuştur.
"Sosyal Darwinizm" olarak adlandırabileceğimiz "liberalizm" bir "sosyal hayvan" olarak ele alınan insanın hayvanların yaşamlarına benzer şekilde güçlünün zayıf karşısında yaşam şansına sahip olabileceğini savunurken, kimi sol ideoloji hayvanlar dünyasına "karşılıklı yardımlaşma" açısından bakmıştır.
İşte, insanın hayvanlara bakışı, onları kutsal bir şekilde kendi düşüncelerine temel oluşturan bir yerden, ticari nesneye dönüşmesine, böylece bir vitrine konmasına yol almıştır.
O halde...
İnsan haklarını uygulamaktan aciz biz insanlar, hayvan haklarına ne kadar duyarlı olacağız?
Hiç kuşku yok ki bu sorunun cevabı, ne kadar insan olabileceğimizde yatıyor.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

AVRUPA'DA İSYAN:YUNANİSTAN VE TARİHİN ÖLMEYEN DİYALEKTİĞİ

Yunanistan'da ne zaman bir ayaklanma olsa (ki, son yıllarda sıkça oluyor), bu küçük Avrupa ülkesini büyük bir heyecanla takip ediyorum.
Nasıl etmeyeyim?
Avrupa'nın yakın tarihine baktığımızda, 68 gençlik hareketleri sonrasında dinginleşmiş, rahata ve refaha alışmış, hatta bundan ötürü de büyük ölçüde miskinliğe sürüklenmiş bir toplum ortaya çıkar. Son üç yüz yıldır tarihsel olaylarda (savaş ve devrimlerde) baş aktör olan "Avrupa", son otuz-kırk yıldır büyük bir durağanlığın, pasif bir varoluşun içine düşmüş durumda.
Böylesi bir durumda yaşlı kıtada meydana gelen bir "hareket", bir "isyan" ve yeni bir "uyanış" nasıl olur da ilgi çekici olmaz?
2008'de patlak veren küresel ekonomik kriz, zaman geçtikçe etkisini dünyanın çeşitli yerlerinde arttırmasıyla birkaç sene önce düşünülen birçok şeyi ters yüz etmeye başladı.
90'lı yılların başlarında hiç kimse olacakları tahmin edemezdi. O yıllardaki egemen görüş, dünyada neo-liberalizmin tartışmasız bir şekilde kendini kabul ettirdiği ve tarihin sonunun geldiğiydi.
Yunanistan'daki insanların isyanı parlak günlerin gerilerde kaldığını gösteriyor.
Olayların diğer ülkelere yayılması, kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkacak olan "yeni sol" hareketlerin çizgilerinin çizilmesine katkıda bulunabilir ve bu bağlamda, Yunanistan'da ayaklanan halkın "krizin bedelinin kendilerine ödetilmesine" karşın isyanının yanında durmak, dünyanın her tarafından kendini 'solda' gören insanların doğal tavrı olmalıdır.
'Sol,' yaşadığımız büyük ekonomik ve sosyal kriz ortamında küllerinden 'yeniden' doğacaksa, bu ancak 'küresel' bazda olabilir. Bu perspektiften bakınca, hem Yunanistan'daki olayların önemi ortaya çıkıyor, hem de "küreselleşme" hegemonik etkisiyle bunu zorunlu kılıyor. Günümüzde ulusal sınırları içine kapanmış bir solun başarısızlığa mahkum olması kaçınılmaz bir gerçek. Küreselleşmeden sadece uluslararası sermaye nemalanırken, her türlü emek hareketlerinin belli sınırlar içine hapsolması, sömürülenler (dünyanın büyük çoğunluğu) için yenilgiyi hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
İşte bu sebepten, dünyadaki bütün sol hareketler, yerkürenin her hangi bir köşesinde meydana gelen bir 'başkaldırıyı' kendi davalarıymışçasına savunmak zorunda.
Çünkü 'Marksist tarihsel diyalektiğin' yeniden doğması bu sayede olabilir.
Bir de şu yanılgıyı düzeltmeli: Tarihte küresel bazda ortaya çıkan ilk politik görüş, günümüzde sanıldığı gibi 'kapitalizm' değil. Kapitalizmin 'ulus devlet' anlayışına dayandığı dönemlerde sol, "enternasyonalizm" demiyor muydu?
Unutulan bir gerçek bu...
Yunanistan olayları gözden kaçan bu ince nüansı ortaya çıkartıyor.
Ama dünyadaki bütün "sol" birlik olabildiği müddetçe elbet...

4 Mayıs 2010 Salı

GAZETELERİN GELECEĞİ

İnternet devriminin iyice yerine oturmasından sonra gazetelerin geleceğinin ne olacağı tartışılan bir konu. Kanımca gelecekte (hatta şimdiden) "haber" ağırlıklı gazeteler önemini yitirecek, çünkü zaten 'bilgi çağı' dediğimiz zamanda haber'e ulaşmak hiç mesele değil, dört bir yanımızdan çeşitli aygıtlar bizi haber'e boğmakta zaten.Üstelik gazetelerin, geceden matbaaya girdiğini ve elimize ertesi sabah ulaştığını düşünürsek (muhtemelen gazetede yazan haberlere Tv, internet vb... yoluyla daha önceden ulaşmışızdır), hız çağının kaldıramayacağı bir yavaşlıkta olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, Türkiye'de bunları düşünen ve uygulamaya geçen (Serdar Turgut'un bu konuya birazcık kafa yorması ve Ertuğrul Özkök'ün de genel yayın yönetmeniyken gazetesinin "sit-com" olduğunu söylemesi ise bir şeyi değiştirmedi, çünkü Hürriyet'de Akşam'da hala sıkıcı haber gazeteleridir) bir gazete göremiyorum: varsa yoksa haber veriyorlar, hadi hadi o haberi kendi siyasal duruşlarına göre allayıp pullayıp öyle sunuyorlar okura. İş böyle olunca da, gazete okumak keyifli bir iş olmaktan çıkıyor. Ne yapmalı gazeteler o halde? Bir kere haberi falan bir tarafa koyup, kendilerine özgü bir dil yaratmalı, yaratıcılığın sınırlarını zorlamalı ve araştırma-inceleme, düşünsel yazılarını arttırmalılar. Bizimkilerin yaptığı, bir görüşe saplanıp koro halinde düşüncelerini insanlara empoze etmeye çalışmak ve haber yazma kolaycılığına başvurmak.Günümüz gazete okuyucusunun haber öğrenmek için gazete alması pek inandırıcı değil. İstediğim her habere elimin altındaki klavyeden ulaşıyorum; artık bir gazetede aradığım doyurucu yazılar ve yenilik. Umarım gazete içerikleri için 'avangard' bir akım ortaya çıkar. Aksi halde, bir yirmi yıl sonra kadar gazeteler maziye karışacak sanırım.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

NOT DEFTERİ

Yoksul ülkelerde yoksul insanlara, kendi ufak tefek işlerini kurup yoksulluklarından kurtulmalarına fırsat sağlayan "Mikro kredi," hakkında geçen hafta "New York Times"da çıkan bir haber oldukça ilginç, ama aynı zamanda düşündürücüydü. Habere göre, "Mikro Kredi," büyük bankaların tekeline girme yolundaydı ve bu istatistiksel verilerle ortaya konuyordu: mesela mikro kredi dağıtımının %60'ından biraz daha fazlası büyük finans kuruluşlarının elindeyken, sosyal yardım kuruluşlarına çok az bir pay düşüyordu; üstelik bu finans kuruluşları aşırı bir faiz alıyordu kredi dağıttığı insanlardan. Haber, projesiyle Nobel Barış Ödülü kazanan Bangladeşli Muhammed Yunus'un (haklı olarak) bu duruma isyan ettiğini ve bir konferansta fakir insanların sırtından para kazanmanın haksızlık olduğu üzerine sözlerini de yansıttı. Bu olay, kapitalizmin, tarihteki en büyük başarısının kendisine daima yeni sömürü alanları yaratması olduğunu bir kez daha ispatlıyor maalesef.

Moda her zaman dikkatimi çeken bir konu olmuştur; ancak giyinmek kuşanmak ve neyin moda olduğunu takip etmekten ziyade, kıyafetlerin dönemsel, sosyolojik kodlarının izini sürmek, neyin niçin moda olduğunun altında yatan olguları deşmek açısından. Amerikalı sosyoloji profesörü Diane Crane'in, bizde de Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan "Moda ve Gündemleri-Giyimde Sınıf, Cinsiyet ve Kimlik" isimli kitabı bu bağlamda muhteşem bir kaynak. Crane genel olarak modanın tarihsel sürecinde dört şeyin önemini açığa çıkartıyor;
a) Giyime 19.yüzyılda ve erken 20.yüzyılda "sınıfın" biçim verdiğini ve kıyafetlerin bu dönemde bir sınıf belirleyicisi veya "sınıf atlama özlemi" göstergesi olduğunu, ancak bunun günümüzde geçerliliğini yitirdiğinin.
b) Modanın modern zamanlarda "yukarıdan aşağıya" biçimlendirildiğini ve üst sınıflarca alt sınıflara iletildiğini, ancak post-modernizmin parçalı toplumlarında bu sefer "aşağıdan yukarıya" bir örgütlenmenin söz konusu olduğunu. (Sokak modası, kimlikleri öne çıkartan giyim tarzları vb...)
c) Eskiden belli bir merkezin (mesela Paris) hegemonyasında olan modanın, kürelleşme çağında belli bir merkezin olmadığı, merkezsiz ve dağınık bir biçimde yaratıldığını ve medya aygıtları yoluyla kitlelere iletildiğini.
d) 19.yy ve 20.yy başlarında statü göstergesi olan giyimin 20.yy ortalarından (bilhassa 60'lı yılların özgürlük hareketlerinden sonra) kimliğe, isyana, politik eylemlere vs... gönderme yaptığını ve müziğin de moda yaratmakta bu dönemlerde büyük bir güce dönüştüğünü.
Kitap, post-modern okumalardan keyif alan bir okuyucu için gerçekten de etkileyici bir çalışma.

1 Mayıs'ı olaysız tantanasız kutladık, ama benim için en sevindirici olan şey, meydandaki yeni nesilden genç insanların son derece bilinçli bir şekilde, yeni bir örgütlenmeye dair sinyaller vermeleriydi. A.Negri&M.Hardt "İmparatorluk" da, çağımızda klasik 'işçi sınıfı'nın sınıfsal özelliklerini yitirdiğini belirtip, ama bunun susmak, geri çekilmek anlamına gelmediğini, 'çokluk' olarak adlandırdıkları ve sömürüye uğrayan herkesi (sadece kol işçisi değil) kapsayan yeni ve daha genel bir örgütlenmenin ortaya çıkması gerekliliğini vurgularlar; sloganları ise "Ya imparatorluk ya çokluk,"tur. 1 Mayıs'taki görüntü, "çokluk"un kendini yaratmasının imkansız olmayacağını gösterdi. Zaten, tarihte 'başkaldırı,' genellikle belli belirsiz de olsa küçük bir kıvılcımla başlamıştır.