3 Mayıs 2010 Pazartesi

NOT DEFTERİ

Yoksul ülkelerde yoksul insanlara, kendi ufak tefek işlerini kurup yoksulluklarından kurtulmalarına fırsat sağlayan "Mikro kredi," hakkında geçen hafta "New York Times"da çıkan bir haber oldukça ilginç, ama aynı zamanda düşündürücüydü. Habere göre, "Mikro Kredi," büyük bankaların tekeline girme yolundaydı ve bu istatistiksel verilerle ortaya konuyordu: mesela mikro kredi dağıtımının %60'ından biraz daha fazlası büyük finans kuruluşlarının elindeyken, sosyal yardım kuruluşlarına çok az bir pay düşüyordu; üstelik bu finans kuruluşları aşırı bir faiz alıyordu kredi dağıttığı insanlardan. Haber, projesiyle Nobel Barış Ödülü kazanan Bangladeşli Muhammed Yunus'un (haklı olarak) bu duruma isyan ettiğini ve bir konferansta fakir insanların sırtından para kazanmanın haksızlık olduğu üzerine sözlerini de yansıttı. Bu olay, kapitalizmin, tarihteki en büyük başarısının kendisine daima yeni sömürü alanları yaratması olduğunu bir kez daha ispatlıyor maalesef.

Moda her zaman dikkatimi çeken bir konu olmuştur; ancak giyinmek kuşanmak ve neyin moda olduğunu takip etmekten ziyade, kıyafetlerin dönemsel, sosyolojik kodlarının izini sürmek, neyin niçin moda olduğunun altında yatan olguları deşmek açısından. Amerikalı sosyoloji profesörü Diane Crane'in, bizde de Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan "Moda ve Gündemleri-Giyimde Sınıf, Cinsiyet ve Kimlik" isimli kitabı bu bağlamda muhteşem bir kaynak. Crane genel olarak modanın tarihsel sürecinde dört şeyin önemini açığa çıkartıyor;
a) Giyime 19.yüzyılda ve erken 20.yüzyılda "sınıfın" biçim verdiğini ve kıyafetlerin bu dönemde bir sınıf belirleyicisi veya "sınıf atlama özlemi" göstergesi olduğunu, ancak bunun günümüzde geçerliliğini yitirdiğinin.
b) Modanın modern zamanlarda "yukarıdan aşağıya" biçimlendirildiğini ve üst sınıflarca alt sınıflara iletildiğini, ancak post-modernizmin parçalı toplumlarında bu sefer "aşağıdan yukarıya" bir örgütlenmenin söz konusu olduğunu. (Sokak modası, kimlikleri öne çıkartan giyim tarzları vb...)
c) Eskiden belli bir merkezin (mesela Paris) hegemonyasında olan modanın, kürelleşme çağında belli bir merkezin olmadığı, merkezsiz ve dağınık bir biçimde yaratıldığını ve medya aygıtları yoluyla kitlelere iletildiğini.
d) 19.yy ve 20.yy başlarında statü göstergesi olan giyimin 20.yy ortalarından (bilhassa 60'lı yılların özgürlük hareketlerinden sonra) kimliğe, isyana, politik eylemlere vs... gönderme yaptığını ve müziğin de moda yaratmakta bu dönemlerde büyük bir güce dönüştüğünü.
Kitap, post-modern okumalardan keyif alan bir okuyucu için gerçekten de etkileyici bir çalışma.

1 Mayıs'ı olaysız tantanasız kutladık, ama benim için en sevindirici olan şey, meydandaki yeni nesilden genç insanların son derece bilinçli bir şekilde, yeni bir örgütlenmeye dair sinyaller vermeleriydi. A.Negri&M.Hardt "İmparatorluk" da, çağımızda klasik 'işçi sınıfı'nın sınıfsal özelliklerini yitirdiğini belirtip, ama bunun susmak, geri çekilmek anlamına gelmediğini, 'çokluk' olarak adlandırdıkları ve sömürüye uğrayan herkesi (sadece kol işçisi değil) kapsayan yeni ve daha genel bir örgütlenmenin ortaya çıkması gerekliliğini vurgularlar; sloganları ise "Ya imparatorluk ya çokluk,"tur. 1 Mayıs'taki görüntü, "çokluk"un kendini yaratmasının imkansız olmayacağını gösterdi. Zaten, tarihte 'başkaldırı,' genellikle belli belirsiz de olsa küçük bir kıvılcımla başlamıştır.






  




1 yorum:

Jsien deinss dedi ki...

Hicbir sey gorundugu gibi degildir. Cokluk saf degildir. Dogru bir kanaldan bilincli olarak iyiyi yaratmak olanakli degildir. Iyi olan bize bir kaza sonucu gelebilir.

Cokluk sadece aslinda bir oldugunda uyumludur. Sadece bir oldugunda belirlenen hedefe varilabilir.Bir olunmasi icin coklugun bir kisi disinda bilince sahip olmamasi gerekir.

Siyasi akimlar ve dinler birbirinden cok farkli degil. Ayni yazi icinde ele aldigin Moda, giyim-kusam da bu konularla kesinlikle baglantili. Giyim kusami kendi yasam surenizle, siyasi ve dini akimlari insanlik tarihiyle olcebilirsiniz.