23 Şubat 2011 Çarşamba

PSİKANALİZE KARŞI VAROLUŞÇULUK

Psikanaliz ile varoluşçu felsefe arasındaki çatışma, erken 20.yüzyıldan beridir önemli bir akademik ve entelektüel tartışma.
Ve gerçekten de, hem az biraz psikanalizle hem de varoluşçulukla haşır neşir olan her insan için ilgi çekici bir konudur bu, çünkü görüşler çatışmalı olarak iki kutup arasında yer alır: Bir tarafta, insanı, deyim yerindeyse arkeolojik bir çalışmayla inceleyen ve güdülenme teorisinin temelini cinsellikte arayan Freudyen psikanaliz ve takipçileri, diğer tarafta geçmiş ve gelecek arasında şimdinin önemine vurgu yapan varoluşçu görüş.
19.yüzyıl sonlarında kasvetli bir orta Avrupa şehri olan Viyana, psikanalizin temellerinin atıldığı yer oldu. O dönem, hastalarda artış gösteren histeri ve nevroz rahatsızlıklarına çözüm arayan nörolog Sigmund Freud, çalışmalarının sonucunda bu rahatsızlıkların, kültür ve gelenek tarafından kabul edilmemesi dolayısıyla bastırılmış olan bilinçdışı bir cinselliğinin arzu ve fantezilerinden kaynaklandığını keşfeder ve böylece psikanalizin temellerini atmış olur.
Freud, psikanalizini geliştirdiği yıllardan kırk elli yıl kadar öncesinde daha kuzeyde, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da içe kapanık ve koyu bir Katolik eğitiminden geçmiş olan Soren Kierkegaard isimli filozof ise, kendisinden çok sonraları, 2.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da yaygın hale gelecek olan Varoluşçuluğun temellerini atmaktaydı. Hegel ve onun sistematik rasyonalizmini kabul edilemez bulan filozof, Hristiyanlığın insan varoluşunu açıklamadaki yetersizliğini görmesiyle, felsefenin insan varoluşuyla ilgilenmesi gerektiği ve bunun da ancak somut ve öznel insan yaşamının ele alınmasıyla mümkün olabileceği kanısına varır. Böylece felsefesini insanın özünü ortaya çıkartmak üzere varoluşun dikenli yollarından ilerleyerek geliştirir; korku, saçma, bunaltı ve kaygı terimlerini felsefenin içine ilk sokan kişi odur; daha sonra her türlü psikoloji dalının yok etme amacı güdeceği bu duyguları insanın varoluşunu anlamamız için kaçınılmaz bulur.
Ancak varoluşçuluk daha sağlam temellere tam da 2.Dünya savaşı ve onu izleyen yıllarda oturuyor. Savaşın yıkıcılığı şunu gösterir: insan Dünyada yapayalnız bir varlıktır ve dört temel ilke etrafında kendi varoluş tasarısını gerçekleştirir: varoluşun özden önce gelmesi açısından insanın kuruculuğunun insana verilmesi, iç bunaltısı, sorumluluk ve özgürlük.
Böylece psikanalizle varoluşçu görüşün neden çatışma içinde olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Psikoloji biliminin içindeki bölünmeler bir grup psikiyatri uzmanını varoluşçu psikiyatriyi kurmaya iter; Rollo May, Irvin Yalom, Victor Frankl, Otto Rank’ın başını çektiği bu varoluşçu terapistlere göre, “Varoluşçu görüş; ne bastırılmış içgüdüsel çekişmelerle ne de içselleştirilmiş önemli yetişkinlerle olan çatışmayı önemsemektedir, onun yerine bireyin varolmanın getirileriyle yüzleşmesinden kaynaklanan çatışma üzerinde durmaktadır,” yani “insanın olduğu hale nasıl geldiği değil, ne olduğunu düşünmektir.” (Irvin Yalom). Otto Rank’a göreyse terapist, bireyi, içgüdülerinin egemen olduğu bir varlık olarak değil de, aslında korku dolu ve acı çeken bir varlık olarak görürse çok daha güçlü olacaktır.
Varoluşçu psikoterapi, Irvin Yalom’a göre, bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır. Ona göre insanın dört temel anksiyetesi vardır ve geleneksel psikiyatri bunların üzerine yeterince düşmemiştir; bu temel anksiyeteler; ölüm korkusu, sorumluluk, yalıtılmışlık ve anlamsızlıktır. İnsanın nevrozunun ardında yatan şey cinsellikte ya da içgüdülerde değil de bu dört temel anksiyetede aranmalı. Öte yandan bu anksiyetelerden savunma mekanizmaları yoluyla kaçış yerine, bunların insanın varoluşunu kuran temel yapıtaşları olduğunun bilincine varmak çok önemlidir ve varoluşçu psikoterapi işte bu bilinci ortaya çıkarmayı amaçlar.
Varoluşçu görüşü psikoterapisinde kullanan en önemli psikologlardan birisi de Victor Frankl. Frankl’a göre insan anlam yönelimli bir varlıktır ve kendi kurduğu logoterapi (ya da diğer adıyla “3.Viyana Okulu") yöntemine göre “kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür,” ve elbette Freudcu “haz” ilkesine ve Adlerci “üstünlük arayışına” karşıt olarak. Nietzsche’nin “yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir,” sözü bu görüşü açıklamak için oldukça uygun ve Frankl’da Nietzsche’nin bu sözüne sıklıkla başvurur yazılarında. Öte yandan, insandaki bu anlam arayışı çoğu nevrozlarda olduğu gibi insanı anlamsızlık duygusuna sürüklese de, Frankl bu anlamsızlık duygusundan anlam çıkartarak şöyle der: “Anlamsızlık duygusu bir nevrozun belirtisi ve semptomu olmaktan çok, insan olmanın bir kanıtıdır.”
Victor Frankl terapi yöntemini anlam arayışı ve anlamın ortaya çıkartılması üzerine kurar, ama aynı zamanda bir varoluşçudur ve varoluşçuluğun özgürlük anlayışını es geçmez. Şöyle der örneğin: “İnsan koşullardan özgür değildir. Ama bu koşullar karşısında tavır almakta özgürdür.”
Varoluşçu görüşün özgürlük anlayışı kemikleşmiş bir özgürlük anlayışından daha öte bir anlayış gerektiriyor kuşkusuz. Çünkü burada bahsedilen özgürlük başıboş bir davranış özgürlüğünden ziyade, sorumluluk üstlenilen, acı, korku, kaygı gibisinden duygularda anlam kazanan bir özgürlüktür. Frankl’ın vurguladığı gibi, koşullardan bağımsız olduğumuzda bile, o koşula karşı göstereceğimiz tavırda özgür olabilmeliyiz.
Psikanalizle çatışan varoluşçu görüşün psikanaliz karşısında daha gerçeklik kazanmasının en büyük nedeni, insan varlığının geçmişini yorumlama biçiminde yatıyor olmalı. Psikanaliz insanın şimdisini yorumlamak için geçmişten, çocukluktan ve hatta doğumdan, doğum sırasında ortaya çıkan ayrılık anksiyetesinden yola çıkar. İnsanın ilk anksiyetesi derler, annesinin karnından dünyaya atıldığında ortaya çıkar ve bunu iyice deşmek insanın şimdiki nevrozunun nedenlerini anlamak için en önemli yaklaşımdır. İşte tam da bu nedenden, varoluşçular, Freud’un bu yaklaşımını statik olmakla itham eder; çünkü bir insanın şimdisini geçmişten çizmek, kişinin şimdiki durumunu hareketsizliğe iter, geleceğini anlamdan yoksun bırakır. Oysa varoluşçular geçmişe, doğuma, ilk’e değil de, son’a, ölüme, ölümün farkındalığına ve dolayısıyla hayatın geçiciliğinden doğan anlamsızlık duygusuna, buna bağlı anksiyeteye bakar.

Kaynaklar:
Irvin Yalom-Varoluşçu Psikoterapi (Kabalcı Yayınları-2001)
Victor Frankl-İnsanın Anlam Arayışı (Ötüken Yayınları-2007)
Victor Frankl-Duyulmayan Anlam Çığlığı (Ötüken Yayınları-2006)





16 Şubat 2011 Çarşamba

KADIN HAKLARINDA POST-FEMİNİST DÖNEM


İddiam şu...
Ekonomik bağımsızlığa kavuşmalarından sonradır ki, kadınların ilişkilerden tutun iş yaşamına kadar maskülenimsi (erkek egemen toplumda erkeklerle birlikte çalışmalarının etkisiyle) tutum, hal ve tavırları kadın hakları açısından klasik feminist görüşün alaşağı edilerek post-feminist bir döneme girildiğine işaret ediyor.
Açalım...
Bildiğimiz manada klasik feminist görüş, feodal toplumdan sanayi toplumuna geçiş sırasında Batıda doğdu ve zamanın toplumsal yaşamının en belirleyici itici gücü olan sosyo-ekonomik göstergelerin çevresinde şekillendi. Tarlada çalışan kadınlar kocalarıyla birlikte şehirlere aktılar ve yıllar ilerledikçe, erkeklerden bağımsız olarak toplumsal hayatın bir parçası haline geldiler. Yani toplum ne kadar burjuvalaştıysa kadın haklarından da o derece bahsedilir oldu ve feminist akım mücadele sahnesinde yerini aldı. 19.yy'dan 20.yüzyıl sonlarına değin bu, Marksist mücadelenin bir fraksiyonuydu büyük ölçüde; öyle ki o yıllardaki bir feminist aynı zamanda Marksistti ve kadın haklarının ilerlemesinin bir koşulu olarak görmekteydi devrimci mücadeleyi.
Ancak 90 sonrasında ideolojilerin tarih sahnesinden çekilmesiyle kadın hakları bir kimlik bunalımına düştü, çünkü artık kadın hakları savunucularının en büyük dayanağı Marksist sol gerileme evresine girmişti. Böylece kadın hakları mevzusu, (sol nasıl liberalleştiyse) liberalleşmeye başladı ve burjuva egemen bir toplumun içinde kendini var etmeye yol aldı. İstisnalar kaideyi bozmamakla birlikte, kadın hakları konusunda hassas kadınlar, tıpkı eski tüfek devrimciler gibi liberalizme meyletti. Sonuç olarak, tarihin o noktasından itibaren feminizm Marksist değil, liberal burjuvadır.
Bu sonuç, beraberinde yeni kadın hareketinin (büyük ölçüde birbirinden habersiz ve örgütsüz hareketler) toplumdaki rolünü ve misyonunu da değiştirdi elbet. Artık bir kadın, tüm kadınlar, hatta insanlar için bir çözümden (Marksizm) değil, kendi bireysel kadınlığından (burjuva) hareketle kadınların haklarından yana gözükmektedir. Sloganlar bile bireyselleştirilmiştir. 2000'li yıllarda bir reklamdaki meşhur sloganı hatırlayınız: kadın, hem çocuk hem kariyer yapacağı iddiasını ortaya koyuyordu.
Neo-liberalizmin kara büyüsü kadın haklarını da ele geçirmiştir ve işte böylece feminist hareketin post-feminizme evrildiği bir döneme giriyoruz.
Bu yeni feminist akımın en büyük özelliği, kendini "feminist" olarak adlandıramaması, adlandıracak görüngülere sahip olmaması. Zaten "post" eki taşıyan her düşünce belli bir oranda belirsizlik taşır. (post-modernizm ya da post-Marksizm gibi). Yukarıda da değinildiği üzere, birbirinden habersiz, bağımsız, kopuk, ama metafizik açıdan organik bir bağla birbiriyle bağlantılı ve örgütselmiş gibi görünen bir oluşum bu. Toplumun her bir köşesinde bir statüye sahip herhangi bir kadın (sekreter, yönetici, tezgahtar, öğretmen, muhasebeci vs...) bu organik bağın bağımsız ve kendi başına bireyleri. Neo-liberalizm toplumu nasıl tektipleştirerek hizaya soktuysa durum kadınlar içinde geçerlidir. Farklılık maskesi olarak ortaya konan şey, aslında kontrol mekanizmasına işaret ediyor. Yani, liberalizm evet, bir ölçüde kadınlara iş ve kariyer sağlamıştır; ama bu tıpkı erkeklere de uyguladığı üzere parçalama yöntemidir. Birbirinden bağımsız ve kendi bireyselleşmiş yaşantıları içinde kadınlar, çocuk ve kariyeri aynı anda yapsa dahi sisteme bir zararı dokunmadığından kabul edilmekte ve hatta öne çıkartılmaktadır. Bugün liberalizme eklemlenmiş, tarih ve sınıf bilincini hiçbir zaman tanımamış bir kadının kadın haklarından bahsettiğinde ayakta alkışlanması; oysa yıllar önce aynı şeyleri devrimci mücadele içinde dile getiren kadınların yuhalanması arasındaki paradoks şaşırtıcı olmasa gerek.
Post-feminizmin dünyanın her bir köşesine dağılmış kadınlarını öne çıkartan şey, öncellerinden farklı olarak toplumsal bir bilince sahip olmaları değil, ışıltılı bireysel yaşamları daha çok. Modadan tutun da kozmetiğe kadar hemen her sektör bu amaca hizmet etmektedir. Sanayi sonrası neo-liberal toplum nasıl parçalı bir yapıysa aynı şey günümüz kadınları içinde geçerlidir. Kariyer yapan, başarılı, ama dünyanın geri kalanına kayıtsız birbirinden bağımsız milyonlarca kadın.
Kadın sorunu aynı zamanda bir insan sorunudur. Kadın hakları da ancak insanlık için yapılan bir mücadelenin içinde yer aldığında anlamlı olabilir. Kadının kurtuluşu insanın kurtuluşu olduğu kadar, insanın kurtuluşu kadının kurtuluşu demektir. Eğer öyle olmazsa kadın ile erkek arasındaki cinsiyet farklılıkları da gittikçe azalır ki, günümüz dünyası böyledir. Artık kadınların iş yaşamına, aşka, cinselliğe, evliliğe, çocuk yapmaya bakış açıları erkeklerden çok bir farklılık göstermemektedir. İşte post-feminist dönemin bir diğer ayırt edici özelliği de bu. Neo-liberal dönem kadınları ve kadın haklarını da erkeklerle aynı potada eritiyor aslında.
Ve post-feminist döneme doğru kadınlar, bireysel kurtuluşlarının bedelini aslında olması gerekenden çok daha ağır bir biçimde ödüyor. Kapitalist çark dönmeye devam ediyor ve burada da işleyen mekanizma aynı: sistem verdiğinden çok daha fazlasını alıyor, hem de ortada hiçbir genel ilerleme olmadan. Post-feminizm kadınları görece özgürleştirirken, köleleştiriyor ve sömürülenler saflarına katıyor diyebiliriz.
Sonuç olarak, kurtulan kadınlar değil, tek tek bazı kadınlar oluyor post-feminist günümüz kadın dünyasında.