24 Mart 2009 Salı

BİR FELSEFE KİTABINDAN SIKILMAK


Normal bir kitap okuyucusu, birazda felsefe kitabı okumak isterse ve işe Albert Camus’nun “Sisifos Söyleni” isimli eserinden başlarsa ne olur? Sözgelimi aynı okuyucu, Gaarder’in başarılı romanı “Sofie’nin Dünyası”nı okuduktan sonra, felsefeye olan merakının kıpırdanmasının etkisiyle de bu kitabı almış olsun.
Kuşkusuz kitap kendisine sıkıcı gelecek, kitabı daha yarısına gelmeden kitaplığına koyacaktır kafa karışıklığı içersinde. Kafa karışıklığının nedeni belirsizdir. Kitap sıkıcı mı gelmiştir, yoksa felsefe mi başlı başına sıkıcı bir şeydir.
Sisifos Söyleni’nin, aslında diğer felsefe kitaplarına göre çok daha kolay okunur bir tarafı var. Bir kere her şeyden önce, kitabın yazarı Camus bir sistem filozofu bile değil. Yani düşünceleri ve felsefesi belli bir dizgeye dayanmıyor; bu da onu anlamayı kolaylaştıran en büyük etken.
Albert Camus bu felsefi denemesinde bir sorunun cevabını arar, ama bu soruyu sorması için hangi evrelerden geçmiştir? Kitapta sorulan soru şudur: “Yaşam yaşanmaya değer mi değmez mi?” Camus bu soruyu sormadan önce, yaşamın anlamsızlığı anlamıştı. İlk eserlerinde bunun etkisini görebiliriz. Yabancı, İlk Adam, Mutlu Ölüm isimli romanlarının kahramanları adeta bu dünyada yaşamazlar, başlarına gelen her olayı insanı dehşete düşürecek bir soğukkanlılıkla karşılarlar. Felsefesinin ilk adımlarını atar Camus: yaşam anlamsızdır, çünkü ölümle biter; ölüm olan bir şey de anlamsızlığa mahkumdur. Sisifos Söyleni bu düşünce karşısında bir çözüm arayışının denemesi. İnsan yaşamının saçmalığını (Camus buna ‘Absürd’ der) kavradıktan sonra ne yapacaktır. Madem yaşam saçmadır, o halde intihar etmeli midir insan? Sisifos Söyleni'n de sorgulanan şey işte bu. Kanımca bir felsefe kitabını sıkıcı kılamayacak kadar hayatla ve var oluşumuza alakalı bir konu. Daha önceki filozoflar daha sistematik ve bilimselken, Camus yaşamımıza dair şeylerden bahsediyordu.
Sisifos Söyleni’nde Camus, bu soruların cevabını ararken, kitaba da ismini veren Sisifos isimli bir mitolojik kahramandan yola çıkıyor. Sisifos tanrılar tarafından cezalandırılmış bir mahkumdu. Cezası ise ölümden bile kötü denebilecek bir şeydi. Sisifos bir kaya parçasını dağın tepesine çıkarmakla mükelleftir.
Ancak mahkum kayayı tepeye her çıkardığında kaya kendi ağırlığıyla tekrar aşağıya düşer ve bu kısırdöngü durmadan devam eder. Buradaki simgesel değerler oldukça güçlü. Kaya parçası yaşamımız boyunca karşımıza çıkan güçlükler olarak ele alınabilir. Herkes hiç bitmeyen dertlerinden şikayetçi değil midir? Her insanın kendine göre dağın tepesine taşımaya mahkum olduğu bir kayası vardır.
Sisifos’un bu ağır ceza karşısındaki tavrı, Camus’nün intihar ve yaşamın yaşanmaya değip değmeyeceğine dair sorularına da yanıt teşkil eder. Sisifos cezayı kabullenir ve cezasına çekerken dahi bile var oluşunu en derin bir biçimde duyumsadığı ve özgür olduğu bilincine varır.
Kitaptan kısaca çıkarılacak sonuç şudur: Yaşam ne kadar anlamsız olursa olsun, insan yaşamalıdır. Bu bağlamda Sisifos Söyleni insanı umutsuzluğa sürükleyecek değil, tam tersine ona yaşama tutunması yolunda büyük bir umur ışığı olabilecek bir kitaptır. O yüzden ‘Sisifos Söyleni’ni okurken ayılıp bayılmaya hiç gerek yoktur. Bir felsefe kitabı okurken önemli olan her bir cümleyi değil, ana fikri anlamaktır. Sonuçta okuyucu akademik bir filozof değil, sadece kitap okuma zevkini tatmak isteyen biridir. 
Sonuç olarak, Sisifos Söyleni zamanla tekrar dönüp okunabilecek bir başucu kitabı niteliğindedir ve güncelliğini çağımızda bile korumaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi de, günümüz kentli insanının hiç durmadan kapıldığı iç sıkıntısıdır.
Bu yazı, Sisifos Söyleni’ni sıkılıp ta bir kenara atan, hem de o kaya parçası gibi her an yüreklerimize oturan ruhsal sıkıntıyı yaşayan okuyucular için umarım iyi olmuştur.


DİN OLGUSUNUN YÜKSELİŞİ

Yüzyılımızın başlarında, dünyamızda, din olgusunun uzun yüzyıllar sonra tekrar yükselişte olduğu yadsınmaz bir gerçek.

İnsanın, aklını bir kenara koyup, geriye dönüş nedenlerinin iyi anlaşılması gerekiyor. Öncelikli olarak, din düşüncesinin tekrar yükselişin ortaya çıkardığı en büyük sorun, rasyonalist düşüncenin ‘ortak’ bir zeminden hareket ederek, insan doğasının bencillik ve ego gibi özelliklerini yıkamamış olması kuşkusuz.

18.yy sonları itibariyle aklının bilincine varan insanlık, yeryüzünde bir cennet kurulabileceği düşüncesine iyiden iyiye inanmış, rasyonalist ve pozitivist düşünceler ışığında, bu dünyada yaşanacak hayatı öte taraftaki hayatla ikame etmişti. Fransız devrimi ve soldaki her türlü düşünce, insan aklına dayanan bir adalet sistemini tanrısal adaletin karşısına koyuyor, böylece insanlık tarihinin en büyük dönüşümlerinden birini gerçekleştiriyordu. 1789 Fransız Devriminde kralın başının giyotine gitmesi, bir bakıma tanrıyı öldürmek anlamına geliyordu. Çünkü kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisi, yetkilerini tanrıdan aldığına inanılan biriydi.

Artık insanoğlu için akıl her şeyden üstündü ve bir cennet varsa, bu ancak yeryüzünde olabilirdi, öte taraf düşüncesine ihtiyaç yoktu.

Çağımıza kadar bu böyle geldi. Ancak daha sonra…

20.yy sonlarında ve 21.yy başlarında başlayan söylemler ve eylemler, din düşüncesinin tekrar gündeme gelmesine neden oldu. Medeniyetler çatışması, 11 Eylül saldırıları, Hıristiyan-Müslüman kutuplaşması, ılımlı İslam, radikal-dini terör grupları, Avrupa’da iktidara gelen Hıristiyan partiler, Ortadoğu’da islamın yükselişte oluşu vb… olaylar ve düşünceler bunu gösteriyor.

Peki, insanlık bu duruma nasıl geldi?

Kanımca;

a) Dünyadaki zenginliklerden pay alamayan, dünya nimetlerinin adaletsiz dağılmış olduğunu düşünen bir insan, sosyalizm benzeri eşitlikçi düşüncelerin hayata geçirilememiş olmasından dolayı da hayal kırıklığına uğrayınca, ruhsal bakımdan kendine sığınacak bir liman arar ve dine yönelir. (Ülkemizde sendikacılık yerine tarikatçılığın daha popüler olmasını örnek verebiliriz)

b) Küreselleşme, insanlığı ve dünyamızı daha zenginleştirmek iddiasıyla ortaya çıkmıştı, ancak sonuçların hiçte beklendiği gibi olmadığı görülmüştür. Küresel kapitalist sistemin acımasız çarkları arasında ezilen birey, bir savunma mekanizması olarak gördüğü dine sığınarak, sistemin acımasızlığına karşı kendini koruduğunu düşünür.

c) İnsan aklının kurduğu adalet sisteminin aslında büyük adaletsizlikler doğurduğunu, hukukun daima güçlünün yanında olduğunu gören birey, doğal olarak adaleti öte tarafta, bu dünyanın dışında arayacaktır.

d) Doğu bloğunun yıkılmasından sonra düşmansız kalan kapitalizm (çünkü bu sistem bir düşmanı olmadan yaşayamaz) kendisine yeni bir düşman yaratmak için, dinci terör örgütlerini el altından kendisi yaratmıştır. Samuel Huntington’un ilk kez 1993 yılında ortaya attığı ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinden sonra, medeniyetler gerçekten de çatışmaya başlamıştır.

Bu saydıklarım Ortadoğu ve İslam dünyasından insanlar için dinin yükselinin nedenleri. Oysa Batıda da dinin öneminin arttığı görülüyor. Bunu da, Medeniyetlerin diğer tarafından gelen tehditlere karşı bir refleks olarak açıklayabiliriz. Eskiden kapitalizm-komünizm eksenli olan çatışma, medeniyetlerin ve dinlerin çatışmasına dönüşmüş durumda. Eskiden herkes kendi ideolojisine sığınırken, şimdi kendi dinine sığınıyor.

Ve bu kutuplaşma ve çatışmalarda, olan yine insana oluyor.

3B EGEMENLİĞİNİN SONU MU GELİYOR?

3B, on sekizinci yüzyıldan itibaren dünyayı yöneten (ya da sömüren mi demeli?) ve dünya nimetlerinden en çok pay alan insanların sınıfsal niteliğini açıklıyor: yani; beyaz, burjuva ve batılı…

Fakat…

Hegel’in tarihsel diyalektiği’ne göre ‘tarih’ ileriye doğru akar. Yani toplumlar ve devletlerde tıpkı felsefi düşünceler gibi tarihin ilerlemesiyle birlikte değişim geçirirler. Bugün dünyaya hükmeden bir devlet, bir yüz yıl sonra yok olmuş veya eskiden geri kalmış bir ülke zamanla güçlenmiş, dünyada söz sahibi olmuş olabilir. Diyalektik tarih felsefesine göre tarihi yapan şey, üretim şekilleriyle belirlenen toplumlardır. On sekizinci yüzyıla kadar karanlıkta yaşayan Avrupalılar, yeni keşifler ve buralardaki hammaddelerin yağmalanması yoluyla zenginleşmişler, üretim biçimlerini belirleyerek uygarlıklarını kurmuşlardı. Oysa tarihe bakılacak olursa, Bizans, Roma ve Osmanlı gibi güçlü imparatorlukların da kendi zamanlarında dünyaya nasıl hükmettikleri görülecektir. Tarihin diyalektik akışı göstermiştir ki, hiçbir hükümdarlık sonsuza dek sürmemiş, diyalektiğin mantığına uygun olarak, karşıtlar arasındaki gerilimin sonucunda evrim geçirmişlerdir.

3B, uygarlığının zirvesine 20. yüzyılda ulaştı. Temeli barbarca bir tamahkarlığa dayanan bu uygarlığı temsil eden ülkelerin iki Dünya Savaşı çıkartıp birbirlerini boğazlamaları, sömürgelerin daha çoğuna sahip olma tutkularından kaynaklanmıştı.

İşte bu iki büyük kanlı savaştan sonra Batılılar, Sanayi ve bilimde en üst düzeye çıkmış, bunun getirmiş olduğu altyapısal gücün sonucunda ise kültür ve sanat alanında da egemen aktör olmuşlardı. Kısacası, ekonomik, bilimsel ve kültürel bir uygarlıktı kurdukları.

3B egemenliği, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile artık karşılarında hiçbir rakip kalmadığını düşündü. Kuşkusuz, Komünizm şeytanını yendiklerine inançları tamdı. Sosyalist bloğun dağıtılmasıyla önlerine yeni pazarlar açıldı. Güçlü sermayeleri eskiden giremedikleri ülkelere girecek, daha da zenginleşecekti. Ancak eski sömürgecilik anlayışları bilenmeli, sömürülen ülkelerde de kabul görecek yeni bir kılıf bulunmalıydı. Çok geçmeden buldular da: Küreselleşme!

Ancak işlerin hiçte bekledikleri gibi gitmediği 2000’li yıllarla birlikte görülmeye başladı. Büyük patron hala 3B olmasına karşın, üretim güçlerinin batıdan doğuya kayması ve son yıllarda dünyanın öte yakası lehine ilerleyen ekonomi politik gelişmelerin, Hegel’in diyalektik tarih felsefesini tekrar gündeme getirip, derin bir şekilde incelenmesine neden olacağını söyleyebilirim.

İşaretler 3B egemenliğinin birçok alanda kendini tükettiği yönünde. Artık iyi bir sanatçı dahi çıkartamadıklarına kim itiraz edebilir? 20.yüzyıla damgasını vuran yazarlar, çizerler, düşünürler hani nerede? Eskiden sadece birkaç yazarının yabancı ülkelerde bilindiği Türk edebiyatının, alanında dünyada en rağbet gören ülkeler arasına girmesi boşuna mı? Ya da İran sinemasının yaptığı çıkışa ne demeli? Dünyanın Ford gibi en önemli birkaç otomobil markasını Hintlilerin satın aldığını merakla okumadınız mı geçenlerde? Rusların, Çinlilerin, İran’ın, Latin Amerikanın 3B egemenliğine resmen başkaldırdığını hayranlıkla izlemiyor muyuz?

Tüm gelişmeler, 3B’nin, uygarlığını daha da güçlendireceğini düşündüğü küreselleşmenin, namlusunun kendisine döndüğü bir silah olduğunu göstermektedir. Tarih, belki biz göremeyeceğiz ama, küreselleşmenin 3B uygarlığını koruyacağını mı, yoksa bitireceğini mi yazacaktır.

Artık kesindir ki, Konjonktür evrim aşamasına girmiştir. Dünya değişiyor, dengeler başka tarafa kayıyor. Herkes kendi rotasını çiziyor, gardını alıyor, yeniliklere yöneliyor.

Peki, Türkiye ne yapıyor?

Uyuyor!

GÜNLÜK YAŞANTIDA POSTMODERNİZM

Önce 19.yy sonları ile 20.yy başlarında mimarlık alanında ortaya çıkan postmodernizm, günlük yaşantıda kendini göstermeye başlıyor. Fakat, bu ani dönüşümden önce şu soruyu sormakta fayda var: insanoğlu modernizmi aştı mı?
İnsanlık genelinde ele alırsak, evet, modernizm aşılamamıştır, çünkü bırakın postmodernizmi, modernizm bile dünya çapına yayılamamış, belli bir küçük çerçeve içerisinde kalmıştır. Ve bununda en büyük nedeni, dünyadaki bölgesel, ekonomik adaletsizliktir.

Malumunuz, aç adamın modernizm falan neyine?
Beslenme ihtiyacı en temel ihtiyacımız, bunu sağlık olarak ta ele alabiliriz. İnsanın önce karnı tok olacak ki, sonra bir takım, yok modernizm, yok postmodernizm gibi olgulara kafa yorabilsin, öyle değil mi?
O yüzden dünyanın yarısı açlıktan kıvrılırken modernizm veya postmodernizm gibi konulara kafa yormak abesle iştigal geliyor bana; vicdanım rahatsız oluyor açıkçası. Modernizm olsun, postmodernizm olsun, bunlar üstyapısal kavramlardır, yani altyapısal (ekonomik) sorunlar aşılamadan bunlar ele alınamaz.

Entelektüel budalalıktan nefret ederim. Entelektüel budalalık, bir tür entelektüel özentiliğinden başka ne olabilir ki?. Hani günlük yaşamımızda karşımıza bolca çıkan tipler vardır ya, işte onlardan bahsediyorum. Şu, her kendini çok bilgili sanan bazı zavallılardan yani…

Her neyse…

Postmodenizmin günlük yaşantıdaki izlerine dair ipuçları, bazı elitist ve üst gelir grubundan, zengin kesimlerde kendini göstermiyor değil. Bu, aslında eski, klasik burjuva değerlerinin yerini, yeni bazı burjuva değerlerinin almasından başka bir şey değil. Birçoğu uydu kentlerde yaşayan bu insanların postmodern yaşantısında, dostluk, arkadaşlık, komşuluk gibi kavramlar, yerini bireyciliğe, sadece çıkarların egemen olduğu, oportünist ilişkilere bırakmış durumda.
Modernizmin öngördüğü klasik aile çekirdeği ve ilişkileri de, postmodernizm yaşantılarda itibar görmüyor. Artık kente top yekün göçmüş geniş aileler yerine, çoğu tek çocuklu küçük aileler mevcut. Ve bunlarında birçoğunda, karı kocalar boşanmış durumda. Uydu kentlerde yaşayan insanları incelediğinizde, kocasından boşanmış, tek çocuğuna kendisi bakabilen, iyi bir işi olan pek çok kadınla karşılaşacaksınız. Postmodernist yeni burjuva ahlakı, klasik bağlılık kavramını yerle bir ediyor. Tahammül etmenin sınırları, ikili ilişkilerde oldukça zayıflamış durumda.
Postmodern yaşam süren insanların zevkleri, tercihleri ve yaşam tarzları, kitle iletişim araçları ve medyanın sunduğu olanaklarla şekilleniyor. Postmodern yaşamlarda en büyük iki belirleyici; reklam ve pazarlama. Klasik, modernist burjuva ahlakı kendisine özgü ve özgün bir kültürel duruşa sahipti. Oysa postmodernist bir yaşam tarzında, sözgelimi insanın okuyacağı kitap dahi, kitapçıların belirlediği best-seller listelerine göre belirleniyor.
Güç, iktidar, para, bireycilik, popüler kültür, reklam, satış, kar, pazarlama, bencillik, vurdumduymazlık gibi postmodern yaşamın kavramları; ideoloji, diyalektik, felsefe, başkaldırı, bağlanma ahlakı, sosyal sorumluluk gibi klasik modernist değerleri yıkma eğiliminde.

Uzun lafın kısası, postmodernist yaşam kendi çizgilerini çizmeye hızlı ve emin adımlarla devam ediyor olsa da, modernizm gibi insanlığın çok az bir kesimini ilgilendirmesi sorunundan kurtulabilmiş değil.

21.YÜZYILIN ŞİFRESİ:ŞİDDET VE PARANOYA

Birkaç yüzyıl önce hümanizmi kurmuş olan insanoğlu (yada sadece kuranlar), 21.yüzyılın en belirleyici unsurlarının şiddet ve terör olacağını tahmin edemezdi herhalde.
Bir önceki yüzyıl nasıl devletlerin ve halkların birbirini ezdiği bir savaşlar çağı ise, yüzyılımız bireysel terörizmin, küçük radikal grupların vahşet eylemlerinin ve dünyamız genelinde ortaya çıkan bir şiddet paranoyasının yüzyılı.

Yeni yüzyılın henüz başlarında, suç: şiddet ve vahşet, ceza: şiddet paranoyası ve tüyler ürpertici bir tedirginlik olmuştur.

20.yüzyıl ‘korku çağı’ olarak bilinir. Şimdi bu korku iyice karmaşıklaşmış durumda. Eskiden tehlikenin nereden geleceği bilinirdi; Hitler ve Mussolini’nin neler yapabilecekleri daha birkaç yıl öncesinden biliniyordu sözgelimi. Şimdi ise bir muamma var. Değişmeyen tek şey şu: insanlık hala korkuyor: savaşlardan, terörden, kafayı üşütüp bir alışveriş merkezinde bomba patlatma ihtimali olan insanlardan, hiç nedensiz yere seri cinayetler işleyen zır delilerden ve en çokta kendinden!

Herkesin her şey olabileceği, olabileceğine ihtimal olduğu ve bunun kimseyi şaşırtmayacağı böyle bir dönem görmemişti yerküre.

Oysa insanoğlunun ideali devamlı ileri gitmek, barış içinde yaşamaktır, ya da öyle olmalıdır. Kimse savaşlar olsun, terör yüzünden insanlar birbirini öldürsün istemez. Hayır! Salt insanın bir suçu yoktur bu konuda. Suçlu, şiddeti özendiren, üstelik bunu eyleme geçiren devletler ve onların politikaları, terör örgütleri ve şiddetten kendi cebini doldurmak gibi bir çıkarı olan uluslararası para babalarıdır.

Saf haliyle insanın, şiddete eğilimli olduğuna dair bilimsel bir kanıt yoktur. Şiddet genetikle de alakalı değildir; bunlar öğrenilen, tecrübe edilen şeylerdir. Kimse anasının karnından terörist, militan, cani vb… doğmaz.

Ve şiddet olgusu insanların iliklerine öyle bir işlemiştir ki, sonunda herkeste ölçüsü farklı olsa da, korkutucu bir paranoya baş göstermiştir. Dünya genelinde büyük kentlerdeki insanlar için, örneğin, bir yerlerde ansızın bir bomba patlama ihtimalinin bulunmasını bilip, evden bile çıkamayacak bir hale gelmek, çağımızın tipik bir davranışıdır. Bununla birlikte kişinin kendini daha güvende hissetme ihtiyacı öyle boyutlara ulaşmış durumda ki, güvenlik sorunu yeme içme gibi insanın öncelikli ve zorunlu ihtiyaçlarından birine dönüşmüştür. Oysa barış içinde yaşayan bir dünyada güvenliğe dair endişelerin olmaması gerekiyordu.

Şiddetin kaynağını, aslında gene büyük güçlerce yaratılmış ve beslenmiş olan radikal örgütlerde arayanlar şunu da düşünmeli: hümanizmi kuranların kendi miraslarına sahip çıkmaması da, dünyamızın bu hale gelmesinde çok etkili olmuştur. Yalan mı?

22 Mart 2009 Pazar

SOFİSTİKE SATRANÇ OYUNCULARI

Profesyonel satranç oyuncuları içerisinde farklı bir tarzı olan oyuncuları daha çok seviyorum. Profesyonel satrançcı için farklı olmak şu demek: normal bir insanın zevklerine ve yaşam anlayışına sahip olabilmek. Ünvanlı büyük oyuncuların birçoğunun moron olduğu gerçek. Bunlar başka bir dünyada yaşıyorlar sanki: 64 kareyle çevrili dar bir dünyada. Bütün gün tahta başında (ve bilgisayar destekli olarak tabii) çalıştıklarını, yaşamlarının yeme, içme, tuvalet ihtiyacı ve uyuma dışında satrançla geçtiğini bilmekteyiz.

Ama gerçekte hepsi böyle değil ve işte bunlar daha çok saygı duyduğum oyuncular.

Garry Kasparov: Çoğu kişiye göre tüm zamanların en büyük oyuncusu olan Kasparov şimdilerde siyasete soyunmuş durumda. Rusya'da Putin'e ve onun yönetimine karşı çıkanların başında geliyor. Geçtiğimiz aylarda ansızın tutuklanmış ve bir süre cezaevinde kalmıştı. Satrancın zirvesine ulaşan bu güçlü kişiliğin, şimdi de politikanın zirvesine çıkma yolunda verdiği savaş gerçekten de takdire şayan. Kasparov ayrıca haftanın belli günlerinde Fitness yapıyor.

Putin'i devirmek için işbaşında bir satranç şampiyonu.

Jose Roul Capablanca: Eski dünya şampiyonlarından Capa, Hollywood yıldızlarını aratmayacak yakışılılıkta bir adamdı ve maçlara saçlarını jölelemeden, çok şık giyinmeden asla çıkmazdı. İlginçtir, yıllarca satrancın zirvesinde kalmış olan Kübalı, satranç çalışmayı sevmez, klasik profesyonel satranç oyuncuları gibi maçlara çıkmadan önce saatlerce hazırlık yapmazdı. Hatta birçok satranç uzmanına göre o, eğer satranç çalışmış olsaydı, tüm zamanların en güçlü oyuncusu olabilirdi. Capablanca Sovyetler Birliğin'de bir Rus rakibini (sanırım Botvinnik idi) yendikten sonra kendisiyle röportaj yapmak isteyen gazetecileri reddeder ve şöyle der: "Üzgünüm, Bolşoy balesine yetişmeliyim!"



Mark Taimanov: Tek kelimeyle inanılmaz bir insan! Küçükken filmlerde oynayan ve geleceğin en büyük aktörlerinden birisi olarak lanse edilen, piyano çalan, daha sonra klasik müzikle uğraşan Taimanov, aynı zamanda satranç tarihine damga vuran oyunculardan birisi oldu. Che'nin yakın arkadaşı olan Taimanov, Dünya Şampiyonu olamayan ama buna en çok yaklaşan oyunculardandır ve kendi ismiyle anılan açılış varyantları vardır. O da satrancı zevk için oynardı: egolara, hırslara son derece karşıydı. Hayatı için şu link oldukça faydalı: http://www.satrancokulu.com/dunyadan-satranc-haberleri/124-mark-taimanov-80-yaa.html

Emanuel Lasker: 27 yıl dünya şampiyonluğu ünvanını koruyarak bu alanda kırılması güç bir rekorun sahibi olan Lasker, aynı zamanda ülkesinin önde gelen matematikçilerinden birisiydi. Bu zat-ı muhterem, polinom halkalarında Lasker-Noether teoremi olarak anılan bir teorem geliştirmiş. Ayrıca felseseyle de ilgilenen Lasker, Albert Einstein ile yakın arkadaştı. Lasker, satrançta psikolojinin önemine vurgu yapan ilk oyuncuydu.

Ölümü manşetlerde: marjinal bir satranççı: Boby Fischer

Boby Fischer: Bir ikon! Amerikalı Fischer 70'lerde soğuk savaş döneminde Sovyet rakibi Spassky'i yenerek dünya şampiyonu olduğunda, çoğu kişi bu olayı Amerikanın Sovyetlere üstünlüğü olarak vurgulamıştı. Satranç tarihinin tartışmasız en renkli kişiliği, ülkesi Amerikanın politikalarından öylesine nefret ederdi ki, hakkında tutuklanma kararı çıktığından dolayı yıllarca kaçak yaşadı. BM 90'lı yılların başında Yugoslavya'ya ambargo koymuş, ancak yasağı delen Fischer'in ABD'ye girişi yasaklanmıştı. 12 yıl kaçak yaşayan Fischer sonunda yakalanmış, 9 ay gözaltında kaldıktan sonra kendisine sahip çıkan İzlanda'nın vatandaşlığına geçerek ömrünün son yıllarını orada geçirmişti. Oyunlarındaki inanılmaz ve çözümlenemeyen/karmaşık pozisyonları "Fischer Humması" olarak adlandırılan Boby, 11 Eylül saldırıları olduğunda Filipinler'deki bir radyoya şu demeci verdi: "Ne güzel bir haber bu. Ben bu saldırıyı alkışlıyorum. Amerika ve İsrail yıllardır Filistinlileri öldürüyorlar, soyuyorlar, ama bunlar kimsenin umurunda değil. Şimdi işler tersine dönüyor... Amerika yeryüzünden silinmeli." Fischer hayatta en büyük iki tutkusunu ise şöyle adlandırmıştı açık yüreklilikle: "Satranç ve Porno."

Judit Polgar: Günümüzün en büyük satranç oyuncularından ve inanılması güç olsa da, o bir kadın! Erkek egemen bir dünyanın (satranç dünyası) içinde tek dişi kalmış canavar! Agresif oyunları, Kasparov'da dahil olmak üzere birçok baba oyuncunun pençelerinden kaçamamasına neden oldu. Satranç bir zeka oyunuysa, o da dünyanın en zeki kadınlarından birisi olsa gerek. Kadınların başarılarından kıvanç duyan feminist düşünce için iyi bir fenomen olabilir. Ona saygı duyulması gereken nedenlerin en büyüğü ise, onun da moron olmaması! Mutlu bir evliliği olan Polgar, birkaç yıl önce, yeni doğacak çocuğuyla daha yakından ilgilenebilmek için satrancı geçici bir süreliğine bıraktığını açıklamıştı.

Gata Kamsky: Tatar asıllı ABD'li satrançcı, günümüzün en güçlü oyuncuları arasında yer alıyor. 2007 Dünya Kupası sahibi Gata, 99 yılında Hukuk okumak için bir anda satrancı bırakmış, yıllarca satrancın s'siyle bile ilgilenmemiş, iyi bir dereceyle okulunu bitirdikten sonra ise çok hızlı bir biçimde tekrar zirveye oynamıştır. Kendisi diğer üst düzey oyuncular gibi açılış bilgisine sahip değildir, çünkü satrancı çok umursamaz.

Peter Svidler: Rus satrançcı yıllardır ilk on, bilemedin ilk 20'nin içinde dolanıp duruyor. Satranç dünyasının en iyi oyuncularından birisi ve birçok satrançsever ona hayranlık duyuyor. Ancak Peter'ın hayattaki tek uğraşı satranç değil. O aynı zamanda bir kriket oyuncusu ve her zaman kulağında küpesiyle, sıradışı imajıyla ilgi uyandırıyor. Bir röportajında ise şöyle demiştir: "Genelde boş zamanlarımı eşim ve çocuklarım için harcarım."

90'LARI ANMAK, AMA NASIL?

Son zamanlarda bazı TV programlarında 90'lı yıllar teması işlenmesi ile yeni milenyumla birlikte geride bıraktığımız bu 10 yıllık zaman dilimine büyük bir özlem duyuluyormuş gibi bir hava uyanması dikkatlerden kaçmamıştır.
Peki 90'lı yıllar gerçekten de özlem duyulacak kadar iyi mi geçmişti?

Koskoca bir 10 yılı Türk Pop Müziğ
inin patlama yaptığı yıllar olarak hatırlarsanız, elbette 90'lı yılların harika olduğu yargısına varabilirsiniz. Oysa 10 yıllık bir periyodu değerlendirirken iş sadece müzik alanında ortaya çıkan yeniliklere indirgenmemeli. Yani evet, 90'lı yıllarda Türk Popunun yaptığı çıkışı bende özlemle anıyorum, ama hiçbir zaman 90'lara harika yıllardı diyemem.
Bakın, 90'lar nasıl geçmişti ülkemiz ve dünya açısından...

1990'lı yıllara Doğu Bloğunun dağılması ve Amerikan emperyalizminin dünyaya egemen olma amacıyla "küreselleşme" olg
usunu ortaya atmasıyla girmiştik hatırlanırsa. Sınırların kalktığı, dünyanın (temeli 80'lerde Reagan ve Teacther tarafından atılan serbest piyasacı neo-liberalizm ile yönetilen) tek bir köy olduğu iddiası yaygınlık kazanmıştı. Türkiye'de ise 80'lerde Özal ile başlayan liberalleşme süreci, 90'larla birlikte toplumsal hayatımızın en belirleyici ekonomik unsuru haline gelmişti.

Serbest Piyasanın dev dalgaları bize de ulaşmıştı 90'larda...

Sovyetler Birliği'nin dağılması hiç kuşkusuz dünya genelinde ve Türkiye'de sol hareketlerin gerileme dönemine girmesine neden oldu. Ankara ve İstanbul belediyelerine sahip olan sosyal demokratlar, 1994 yerel seçimlerinde her iki büyük şehri yükselişteki siyasal islama kaybetti. O zaman lisedeydim ve herkesin "Şeriat mı geliyor?" tartışmaları yaptığını çok net hatırlıyorum. Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan gibi aşırı adamları hatırlarsınız. Bu gibi Refah Partili kişiler, her gece TV'lerde de sürekli olarak gösterilen görüntülerde şeriatın yaklaştığını iddia eder, üstüne üstlük ağızlarını iğrenç bir şekilde bozarlardı. Bunları çevremde kimsenin ciddiye aldığını görmesem de, halkın öyle düşünmediğini 1995 genel seçimleri sonuçları açıklandığında anladım: Refah Partisi birinci parti olarak sandıktan çıkmış, Erbakan hoca şeriat yolunun açıldığını söyler olmuştu.

Hoca ile bacısı...90'ların unutulmaz ortakları...

Peki, çok partili sisteme geçtiğimizden beri uzun yıllar (Bülent Ecevit ve askeri yönetimler hariç) ülkeyi yöneten merkez sağ 90'larda ne haldeydi? Merkez sağın iki dev partisi ANAP ve DYP, 1993'te karizmatik liderleri Turgut Özal ve Süleyman Demirel'i (biri Cumhurbaşkanıyken öldü, diğeri onun yerine geçti) kaybedince Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller ile seçimden seçime eridi ve 2000'lerdeki ilk genel seçimde sandığa gömüldü. 90'larda merkez sağı bitiren en önemli etken, ANAP ve DYP'nin birbiriyle didişmekten vazgeçmemesi, tabandan gelen sese ve hemen hemen aynı parti programlarına sahip olmalarına karşın (Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller'in liderlik savaşı yüzünden) birleşememesi, ayrıca değişen dünyayı algılayamamış olmalarıydı. Bu iki parti birbiriyle kavga ededursun halk siyasal islama yöneldi o yıllarda.

Türkiye için kara yıllardı 90'lar: Kötü yönetimler, siyasal istikrarsızlıklar, 5 Nisan kararları, devalüasyon, Sivas katliamı, Susurluk kazası, devlet-mafya ilişkisinin ortaya çıkması, aydınlanamayan faili meçhul cinayetler, tarikatların yükselişi vs... damgasını vurdu o yıllara maalesef. Ama birşey vardı ki, onu ayrıca ele almak gerekiyor: 28 Şubat olayı! Kimine göre post-modern, kimine göre açıktan darbe! Aralık 1995 genel seçimlerinden birinci çıkan Refah Partisi 96 yazına kadar hükümet kuramamıştı. Kimse Erbakan'la koalisyon kurmak istemiyordu başta. Sonra ne olduysa Tansu Çiller kucak açtı hocaya. Ama bir şartı vardı hırslı bacımızın: dönüşümlü başbakanlık sistemi. Yıllardır iktidarın hayalini kuran hoca, buna hayır diyemezdi elbette: üstelik başbakanlığa önce kendisi geçecekken. Ordu durumdan rahatsız olsa da, siyasete bulaşmamaya çalışıyordu başlarda, ancak fazla uzun sürmedi bu. Erbakan'ın şeriat söylemini açıkça dillendirmeye başlaması, Kaddafi tarafından bir çadırda ağırlanması, tarikat liderlerine verilen iftar yemeği gibi olaylar ordu için bardağı taşıran son damla oldu. O dönemde herkesin dilinde darbe sözü vardı ama, kimse nasıl ve ne şekilde geleceğini bilmiyordu. Daha birkaç hafta önce şeriat propagandası yapılan bir tiyatro oyununun sergilendiği Sincan'da, bir sabah ansızın tank panzerlerinin sokakları dövmesi darbe söylentilerini iyiden iyiye açığa çıkardı. Ve sonunda olan 28 Şubat'ta oldu. O gün toplanan MGK, laiklik ve cumhuriyet üzerine çok sert açıklamalarda bulundu: üstü kapalı bir şekilde hükümetin istifası isteniyordu. Kazan kaynayan günlerde başta istifaya yanaşmayan Erbakan, kamuoyu ve Cumhurbaşkanı Demirel'den de destek göremeyince, sonunda yalnız bırakıldı ve bir süre sonra istifa etmek zorunda kaldı. Hala tartışılan bu sürecin öyle ya da böyle, demokrasi tarihimize pekte iyi bir şekilde yazıldığı söylenemez. Keza, bugün AKP'den memnun olmayan birçok insan, 28 Şubat keşke yaşanmasaydı düşüncesinde. Çünkü bu insanlar, 2000'lerde ülkeye egemen olan oluşumun (AKP ve ılımlı islam) 28 Şubat'tan doğduğu inancında.

90'lar, siyasi dünyamızda istikrarsızlıklıklar ve kötü yönetilen ekonomiyle (aşırı enflasyon, devalüasyon, Gümrük Birliğinin fos çıkması, piyasalara güvensizlik vs...) anılırken, toplumsal yaşantımızda da değişikliklerin olduğu yıllardı. Medya bu dönemde güçlendi ve kamuoyunu belirlemede en önemli unsur haline geldi. İlk özel TV kanalı (Star 1), yasal olmadığı için Almanya'dan yayın yaparak bu dönemde kuruldu. Hatırlayacak olursak, anca uydu anteni olanlar izleyebiliyordu Cem Uzan ve Ahmet Özal'ın kanalını. Daha sonra ise, DYP-SHP koalisyonu özel TV-Radyo yasasını çıkarınca inanılmaz bir artış oldu kanal sayısında. Bu sayede birçok insana (talk-showcular, haber yorumcuları, pop müzik şarkıcıları vs...) TV'lerde görünme ve kitlelere ulaşma şansı doğdu elbet; böylece şöhret olmak inanılmaz bir hızda kolaylaşırken, gözden düşmek ise gene aynı hızda gerçekleşti. Magazin bu dönemde hayatlarımıza girdi, hatta gözlerimize sokuldu; kim hangi barda eğlenmiş, kim kimle çıkmış gibi gereksiz konulara kafayı takar olduk milletçe. Şifreli televizyonculuk (Cine5) ile de 90'larda tanıştık, ama esas devrim erotik yayınlarla gerçekleşti. Yıllarca TRT dansöz çıkarsın diye yılbaşı gecelerini bekleyen Türk erkeği, ekranlarda ilk kez çıplak kadın göğsü gördü o zamanlar: 'Tutti Frutti' ve 'Yasemin'le Gece Jimnastiği' biz erkeklerin heyecanla beklediği programlardı. Bu arada, özel televizyonların ilk çıktığı zamanlar RTÜK yoktu, bilmem hatırlar mısınız? 90'lar televizyonculuğunun bize kazandırdığı 2 isim hala piyasada: Okan Bayülgen ve Beyazıt Öztürk. Ancak ilk talk showcumuz Cem Özer'di. O zamanlar alışık olmadığımız bu tipte talk show programları ne de değişik gelirdi bizlere.



Kısacası, 90'lı yıllarda bu ülkede büyüyen tek şey, Pop kültürü oldu. Bu da, 80'lerde ANAP iktidarıyla Türkiye'ye ithal edilen liberalleşme sürecinin sonuçlarından birisi olarak alınabilir. Sırf medya sektöründen aşırı zenginleşen (Can Tanrıyar gibi örneğin) ise, ne insanlar oldu Türkiye'de. Özal'ın mirası olan "Benim memurum işini bilir," zihniyeti ise, özel bazı televizyoncuların ısrarlarıyla (İSKİ ve İLKSAN skandallarının ortaya çıkarılması) bir parça olsun azaltılabildiyse de, yüzsüzlük, rüşvet ve adamsendecilik alabildiğine devam etti.

İsteyen istediği gibi hatırlamakta özgür 90'lı yılları, ama o zamanlar 12-21 yaş aralığını yaşayan ben hiç iyi hatırlamıyorum. Çünkü aklıma gelenler; faili meçhul cinayetler (Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı vb...), Susurluk, kötü iktidarlar, Tansu Çiller/Mesut Yılmaz komedisi, Erbakan hoca ve meşhur selamı, badem bıyıklı genç Tayyip Erdoğan, parti kapatmaları, darbe söylentileri, post-modern darbe, 28 Şubat, Batı çalışma grubu, Sincan'dan geçen tanklar, enflasyon, devalüasyon, belirsizlikler, Kardak krizi, mafyanın kendi içindeki infazlar (Ömer Lütfü Topal, Tevfik Ağansoy vb...), medyatikleşen mafya babaları (Alaattin Çakıcı, Dündar Kılıç vb...), PKK terörü, Sırf malzemeden çalan müteahhitler yüzünden 99 depreminde haksız yere ölen binlerce insan, rüşvetçi bürokratlar, rant zenginleri vs...

DÜNYANIN EN İLGİ ÇEKİCİ PARTİ LİDERİ:POSTACI OLIVIER!

Dünya siyasetine merak duyan hemen herkesin sevdiği bir lider vardır; kimi Obama'yı, kimi Putin'i, kimi Berlusconi'yi sever.
Elbette dünya siyasetinde benim de çok sevdiğim liderler var: Chavez, Lula ve her ne kadar görevini bırakmış olsa da Castro... Geçmişe girmedim, girseydim Mustafa Kemal ilk sıralarda olurdu zaten.
Her neyse...
Şu sıralar dünya siyasetinde yeni gözdemi az kişi bilir sanıyorum, ama dünyada olup bitenleri takip edenler bileceklerdir.
Bu lider Fransa'da bir partinin lideri ve henüz 34 yaşında!
Adı: Olivier Besancenot.
Mesleği: Postacı.
Fransa'da yeni kurulan "Yeni Antikapitalist Partisi" nin lideri ve Fransa'nın 'Che' si olarak adlandırılıyor.
Dünyayı yüz yıllardır yöneten ve göçerten kapitalizm, liberalizm, serbest piyasa ekonomisi vs... belirgin bir güç kaybına uğrarken sol'un çıkışı kaçınılmaz hale geliyor. Latin Amerika'da başlayan sol rüzgarlar Avrupa kıtasına, sonra da daha doğuya sıçrayacak mı?
Her zaman savunduğum bir şey gerçekten doğru olabilir: yani küresel kapitalizmin yarattığı değerler, tarihsel diyalektiğin de ittirmesiyle sistemden paylarına düşeni alamayanların elinde silah olarak kendi aleyhine dönebilir. Bu değerlerin başında teknoloji ve bilişim sistemleri geliyor. Bugün, bir zamanlar kısıtlı iletişim imkanlarıyla çok şey başarmış olan örgütlenme, interneti kendi çıkarına kullanarak çok daha iyisini başarabilir.
27 yaşında siyasete atılan ve girdiği ilk seçimlerde %4,2 gibi bir oy alan postacı, umutları yeşertmeyi başarıyor. Fransa'da popülerlik anketlerinde oyu %60'lara dayanan Besancenot, küresel ekonomik krizin bazı insanların zihinlerini aydınlatmasından faydalanabilir. Çünkü eğitim ve bilinç düzeyi artan birey, kapitalizm'in insanoğlu arasında insan onuruna yakışır bir eşitlik/adalet mekanizması kuramadığını, üstüne üstlük kazanılmış değerleri bile yok ettiğini görüyor.
Postacı, diğer yandan dilimin ucuna gelen bir lafı ağzıma tıkıyor: "Darısı başımıza," diyecektim, ama diyemem. Bir kere, biz hala demokrasinin sosyo-ekonomik bir mücadele olduğunu anlayamıyoruz çünkü. Biz sanıyoruz ki, demokrasi türbanı savunanla laikliği savunan arasındaki bir mücadele. 

16 Mart 2009 Pazartesi

METAFİZİK YALNIZLIK

Başlığa bakıp ta...
Yalnızlığın fiziksel boyutuyla ilgilenmeyen bir yalnızın yalnızlığını yazacağım sanılmamalı. Metafizik yalnızlık asla klasik bir yalnız kalma durumu değil kuşkusuz. O tam tersine, insanların içinde olma sıkıntısına karşı bir panzehir. Yani aslında, algıladığımız fenomenlerin aksine, duru bir yalnızlığın ta derinlerinde değil, kalabalık içinde var olabiliyor ancak. Ve felsefenin bu konuya el atıp atmadığı konusunda bir uzlaşmazlıkta söz konusu. Felsefenin konusu için değil, başlı başına felsefe için gereklidir metafizik yalnızlık.

Sıkıntı, yani yaşamı anlamsız ama boşvermiş insanın sıkıntısı, işte bu noktada başlıyor: çünkü bunu başaramayan, doğasının ötesinde yalnız kalamayanlar anlam veremiyor hayata. Üstüne üstlük, ona (hayatın ta kendisine) "a priori" anlamlar yüklüyorlar, birazda kadere bağlı ya da bağımlılar.

Felsefeye dön! Düstur anlamsız ve boş kaçabilir kimine göre. Bu kişilerin sığındıkları temel argüman açıkça ortada: O (felsefe), çağının çok gerisinde kaldığında ısrar ediyor görünmektedir. Oysa bu bir yanılgı, sadece ve sadece insanın kendisinin yaratmış olduğu bir yanılgı. Çünkü felsefe çağının moda düşüncelerine göre hareket etmez, kendi gelişiminin yasaları insan topluluklarının yaşayışından özgündür herşeyden önce. Bağımsız düşünce ve bunu besleyecek olan metafizik yalnızlıktır felsefenin öldüğünü iddia edenlere yanıt vermek için en güçlü tezleri doğuracak argümanlar.

Düşüncenin esnekliği onun birisinin öldüğü zaman hemen yeni doğanını takip etmesinden ileri gelir ki, esas ölmez olan budur. Düşünce ölmediği zaman, felsefenin öldüğü ilan edilemez ki, düşünceyi öldüren moda yaşam biçimlerinin dünyadaki bir kısım insanlar arasında fırtınalar estirdiği çağımız, bunu destekler nitelikte diğer düşünenlerin eline büyük bir koz vermiş oluyor. Etki-tepki düalizminin biçimsiz bir yansıması; ama asla felsefenin dışında değil ve algımızın tam odağında. Varlığı soyutlama kuşkusundan ise ikircikli bir şekilde kendisini koruyor. Ne tuhaf ve ne ilginç: Hem dengede, ama aynı zamanda sallantıda; yok oluşa değil de, daha çok varlığımızın ispatına hizmet ediyor sanki. Bir de, anlamsızlığın ortasında oluyor tüm bunlar üstelik: metafizik yalnızlığa düşen kişi, anlamsızlığın üstüne çıkmak üzeredir, belki de çıkmıştır, kim bilir, ayrı bir düşünce konusu olabilir bu. Fakat bir adımdır herşeyden önce, niteliğinin öneminin olmadığı bir eylem. İçsel bir konuşma yoluyla değil, uzak, ta içten gelen bir tepkime ile kuşkusuz.

Yalnızlığın biçimleri üzerine bir deneme okumuş değilim. Hatta buna kafa yoran olmuş mu bilmiyorum. Yalnızlığın biçimleri ne demek ki? Metafizik yalnızlık düşüncesinden doğurmuş olduğum bir fikir bu. Yalnızlığın bölünebilir olduğunu ispatlamaya çalışıyorum. Sonunda ise ürettiğim biçimler arasında bir taraf tutacağım.

Böylesi bir yazıyı kaleme almam ise, salt materyalist dünyadan fiziksel bir kaçısın ötesine geçmek istememden kaynaklanıyor sanırım.

15 Mart 2009 Pazar

FELSEFENİN GELECEĞİ

Çağımız bilim, teknoloji, bilgi, iletişim çağı kuşkusuz. Bu kavramlar hayatımızın değişmez bir parçası haline gelmiş durumda. Televizyon, internet, cep telefonları olmazsa olmazlarımız. Ortalama kentli bir insanın günlük yaşamı bu bilgi teknolojileri ürünlerinden çıkan veri bombardımanıyla geçtiğinden, insanoğlu gitgide düşünmeyen bir varlık haline dönüşüyor. Bu da, felsefenin yeni yüzyılda içine düştüğü büyük bir boşluğun ve bunalımın en büyük nedeni olsa gerek. Kimilerine göre artık felsefeden söz etmek bile mümkün değildir. Ancak bunu salt bir doğru olarak kabul etmek mümkün değil. Öte yandan unutulmamalı ki, tüm bilimlerin temeli dönüp dolaşıp felsefeye, onun sormuş olduğu sorulara dayanır. Eğer felsefe olmasaydı, hiç şüphe yok ki, insanoğlu bugün ulaştığı uygarlık seviyesine ulaşamayacaktı.
Günümüzde felsefe olduğu iddia edilen, ama bu konuda büyük şüpheler uyandıran ve popüler kültürün önemli bir unsuru haline gelmiş olan iki düşünce türünden söz ediliyor. Bunlar;
a)‘Secret’ tarzında bireysel başarıyı amaçlayan, ‘inanırsan başarırsın’ türünden düşünceler.

b)
‘Gündelik yaşam felsefesi’ diye adlandırılan, insanın günlük yaşamını nasıl daha iyi bir hale getireceği üzerine düşünceler.
Kolayca fark edileceği gibi, her iki düşüncede de amaç, insanın bireysel yaşamının nasıl daha iyi kılınabileceği üzerine kafa yormak. Bu, aslında kapitalizm uygarlığının gitgide ilerlemesiyle birlikte, insanın tüketen bir insana dönüşmesiyle alakalı. Zenginleştikçe ve bilim uygarlığı zirveye ulaştığında metafizik bir boşluğa düşen insanoğlu, çareyi günlük yaşamını daha kaliteli hale getirmek üzerine düşünce veya eylemlere kapılarak buluyor. Kapitalizmin mayasındaki popüler kültür ise bunu destekleyince ortaya çıkan sonuç, felsefenin hafifleşerek ticari bir nesneye dönüşmesi oluyor maalesef.

Oysa eski zamanlarda insanların sadece tek bir amacı vardı: hayatta kalmak. Yani insan, doğadaki bir hayvandan farksızdı, sadece güdüleriyle yaşıyor, hayatta kalmaya çalışıyordu. Sonra insan bilinci olduğunun, düşündüğünün farkına varıyor ve kendi kendine sorular sorarak felsefenin temelini atmış oluyordu.

Şimdi şunu sormak lazım geliyor: Milenyum da felsefenin yeri nedir? Klasik anlamda ‘sistem’ felsefeleri bitmiş midir? Bu sorular gerçekten ilginç. Bana kalırsa insanoğlu var olduğu müddetçe felsefe de var olacaktır. Her ne kadar çağımız değerleri insanı düşünmekten uzaklaştırsa da, insanın düşünmekten kaçamayacağı da bir gerçek. Yapılması gereken, belki de felsefeyi yeni baştan ele almak ve çağımıza olan uyumsuzluğundan kurtarmak. Felsefeyi yeniden inşa etmek gerekli; bu artık kaçınılmaz bir gereksinim. Descartes bunu kendi zamanında yapmıştı, çağımız filozofları neden yapmasın.


14 Mart 2009 Cumartesi

İMGELEMİN GÜCÜ ADINA

İmgelemin gücü ve sınır tanımazlığı, genç bir sanatçının en önemli yol gösterici ışığıdır. O halde, gerçekçilik bir ölçüde, yalnız ve yalnız salt sanat eserinin içinde bir unsurdur sanatçı için. Sanatçının, durmadan hayatın gerçeklerinden dem vurup sanatını popüler kültür uğruna feda etmesi ya da değerini düşürmesi, istihza ile gülüp geçilmesi gereken bir ironi.
Metafizik bir boyut kazanan imgelem, 20.yy sonlarına (21.yy da, bilhassa yazın sanatçısında metafizik imgelemin üstünde durduğu temaların içinde insan varoluşu ve onun sorunları yer almadığı, ya da çok az yer aldığı için ve bu metafizik imgelem daha çok 21.yy bilgi teknolojileri ve iletişim çağı olgularına kaydığından dolayı)  değin yazın sanatçısı için etkili bir araç olmuştur. Kafka, Dostoyevski, Sartre, Camus gibi 'metafizik imgelemin peygamberleri' kendi çağlarına damgasını vurmuşlar, felsefeyi edebiyatın içine sokmuşlardı. Metafiziği nesneye dönüştürmekti onların yaptığı. Varoluşçular hiç durmadan insan varoluşunu dizgeye indirgemeye çalışıyorlar, eserlerini büyük bir çılgınlığa kapılmışçasına yazıyorlardı. Sanki bu dünyayı dışarıdan, başka bir soyutlamanın üzerinden kavrıyorlardı. Böylece, Bulantı’da Raquentin’in yalnızları oynaması, Karamazov Kardeşler’de Ivan’ın diğer kardeşlerinin içinden sıyrılması, Dönüşüm’de Gregor’un hamamböceğine dönüşmesi, ya da Yabancı’da Mearsault’un bir sebebi olmaksızın cinayet işlemesi kaçınılmaz oluyordu.İmgelemin gücü, hiçbir zaman böylesi eserlerdeki gibi metafizik bir nesneye dönüşmemişti. Şimdiki yazın sanatındaki boşluk, imgelemin gücünün kaybedilmesinden kaynaklanıyor. Bir de çağın tüketim ruhundan ve böylesi bir bilincin (ya da bilinçsizliğin) genç sanatçının benliğini kemirmesinden.
Olguların, her türlü felsefi dizgenin yörüngesinden çıkmaya başladığı bir yüzyılın başlarındayız. Yazın sanatının da diğer birçok sanat dalı gibi gideceği yol belirsiz ve karmaşalarla dolu. Bu belirsiz tablonun, sanatın post-modern yüzüne vurgu yaptığını söylememiz için çok erken. Çünkü, insan var olduğu müddetçe, onun varoluşuna dair felsefi sorunlar güncelliğini ve çağdaşlığını hiçbir zaman yitirmeyecek. Kim bilir, 21.yy sanatçısı da, sanatta post-modernist eğilimlerin dahi, insan varoluşunun gerçekliğini yadsıyamayacağının bilincine ulaşır. İmgelem kendi rotasını kaybetmiş görünse de, bir sanatçı için umutsuz olmak, her tür teoriyi kılgısal zekamızın süzgecinden geçirmeden yıkmak demek. Oysa imgelem bir nesneye dönüşmeden önce dahi, yıkma değil, ‘kurma’ ve ‘yaratma’ sorumluluğunu taşır. Bu, doğal bir kılgıyı beraberinde getirir. Kılgısal aklın metafizik imgelemi nesneye dönüştürmede büyük bir rolü var. Sanatta eylem, yaratımdaki güç ve çeşitliliktir.
Şimdi, felsefi dizgeler yere düşmüşken (sanatın can evinden vurulmasına neden olan bir problem bu; çünkü, felsefi bir temaya dayanmayan sanat eseri cılız kalmaya mahkumdur), onu ayağa kaldırmak bir hayal değil. İmgelemin gücü, genç sanatçılar ve sanatçı adayları için hala günceldir. Çağdaş olmak adına, zamanın evrenselliğinde varlığını koruyan bir olgu reddedilemez. İmgelemi metafizik bir boyuta taşımak sanatçı için doğal bir eğilim.
Hala…