24 Şubat 2010 Çarşamba

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-9 (JACK LONDON-MARTİN EDEN)

Edebiyatla haşır neşir olup, üstelik yazar olmak isteyenlerin başucu romanlarından birisi de kuşkusuz, Jack London'ın 'Martin Eden' romanıdır.
Romanlarında daha çok doğa-insan ilişkilerini anlatan Amerikalı yazarın en temel eserlerinden Martin Eden, klasik bir London romanının dışında, insanın başarmak istediği bir şeyin peşinden nasıl da tutkuyla koşabileceğinin betimlemesi.
Ancak romanın ana mesajı romanın sonunda ortaya çıkar.
Genç ve yoksul bir gemi işçisi olan Martin, hayatını kurtardığı kentsoylu ve zengin bir aileye mensup Arthur ismindeki bir gencin kızkardeşi Ruth'a daha görür görmez vurulur. Kız, kendi sınıfından olmayan kültürlü biridir. Ruth'u kendisine aşık etmek isteyen Martin, kızın evindeki kütüphanenin büyüsüne kapılıp bir yazar olmaya karar verir.
Bir yandan deli gibi okuyup yazmaya çalışan Martin, öte yandan karnını doyurabilmek için çok zor şartlarda basit işlerde çalışır.
Bu, yazar Jack London'ın yazar olma serüvenidir de aynı zamanda.
Romanın sonunda büyük bir tutkuyla kovaladığı amacına ulaşır Martin: Tanınan bir yazar olmuş, bir zamanlar imrendiği üst sınıftan insanlar çevresinde pervane olmaya başlamıştır.
Ancak tüm bunlar gerçekleşirken, hayallerini yitirdiğini fark eder genç adam. Artık ne amaç ne de tutku kalmıştır. Ve en sonunda bedenini usulca okyanusun engin sularına bırakır.
London'ın klasikleşmiş bu romanı, tutkunun insana neler yaptırabileceğini, ama son kertede ulaşılan yerde anlamsızlıkla karşı karşıya gelebileceğimizi gösteriyor bize.
Nitekim zor şartlardan kendini yaratıp büyük bir yazar olan Jack London'ın da sonu, tıpkı kahramanı Martin Eden gibi olur ve kendi elleriyle kendi canına kıyar.

9 Şubat 2010 Salı

HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM

Başlığa bakınca Ferdi Tayfur'un 80'li yıllardaki (90'lar mıydı yoksa?) meşhur şarkısını mırıldandığım sanılabilir, ama elbette öyle bir şey yapmıyorum.
Ferdi Tayfur, şarkısında taşı toprağı altın sanılan İstanbul'a karşı duyulan hayal kırıklığına bir gönderme yapıyor olabilirdi belki ama, benim bahsetmek istediğim tüm dünyada popüler hale gelen 'Farmville' isimli oyun.
Hayatım boyunca bir kaç futbol ve basketbol oyunu dışında bilgisayar oyunlarıyla aram olmadı, ama kendim oynamadığım halde, Facebook'ta insanların sanal bir çiftlik kurduğu 'Farmville'in bir oyun olmasının ötesinde sosyolojik kodlar taşıdığı kanaatindeyim.
Bilindiği üzere, insanoğlu sanayi uygarlığını kurduğundan beri, 'kırsala özlem' bazen bir hayal, bazense bir burjuva modası olarak kendini göstermiştir.
Çoğu kentlinin hayallerinde bir gün kırsala yerleşmek yatar; çünkü kırsal, kentin stresi ve başarı için ödenen bedelin karşıtı bir huzuru simgeler.
'Farmville,' isimli oyunun kentli insanda (istatistiklere göre en çok kentliler oynuyormuş) bu kadar popüler olmasının nedenini, yaşadığımız döneme keskin bir sosyolojik bakışla anlayabiliriz ancak.
Bir soru: 'Farmville' ne zaman ortaya çıktı ve popüler hale geldi?
Şiddetli etkileriyle hemen hemen tüm dünyayı saran ekonomik bunalım döneminde, değil mi?
Milyonlarca (birçoğu kentli) işsiz yığınları yaratan, dünyanın her köşesinden insanların yaşam standartlarını düşüren bu krizin, kentlilerin o ebedi 'kırsala özlem' duygusunu bir kez daha kamçıladığı muhakkak.
Uyanık bilişimciler bunu kara dönüştürecekti elbet; çünkü kapitalizm, doğasında yatan mantık gereği krizden dahi kar yaratabilme becerisine sahip bir sistem.
Bu fikir, şu soruyla daha sağlam bir temele oturtulabilir.
Küresel ekonominin çıkışta olduğu, tüm dünyada inanılmaz miktarlarda paranın döndüğü 2000'li yılların başlarında hangi bilgisayar oyunu revaçtaydı hatırlıyor musunuz?
Sim City!
Yani sanalda güzel güzel kentler kurduğumuz oyun.
Dönem, Ferdi Tayfur'un şarkısını akla getiren bir dönem.
Ve bu dönemde de, kentlere mahkum olan insanlar, hayallerini bir nebze de olsa sanalda kovalıyor.

İRAN

İran Batı'nın tüm tehditlerine karşın uranyum zenginleştirme programına devam ediyor.
Nereden bakarsanız bakın bu, İran'ın da artık bir nükleer güç olduğunu gösterir.
Amerika ve Batı dünyası bundan rahatsız doğal olarak; çünkü İran'daki gelişmeler şu anlama geliyor gerçekten de: Dünyada güç dengeleri büyük bir değişim gösteriyor.
Yüzyıllarca gücü elinde bulunduran Batı, 2008 kriziyle önce ekonomik gücünü paylaşmak zorunda kaldı (G-8 zirvesinin dışında bir de G-20 zirvesinin ortaya çıkması bunu göstermiyor mu?), şimdi de dünyayı hizaya getirmek için daima elinde bulunmuş olan nükleer gücü başkaları da üretmeye başladı.
Bir ülkenin nükleer gücünü kullanma ihtimalini düşünmek bile korkunç.
Hatta bu insanlık dışı bir bir şeydir.
Ancak İran'ı bu hale getiren aslında Batı'nın ta kendisi.
Sen bütün dünyayı kendi himayene almaya kalkarsan, bunu kabul etmeyen bazıları da korunma refleksiyle silahlanır.
İran'ın ufak tefek karizmatik lideri Ahmedinecad, uranyum zenginleştirmeyi tıp alanında kullanacaklarını söylese de, bilindiği üzere Batılıların ön yargılarını kırmak her zaman zordur.
Bunu ABD benzer bahanelerle Irak'ın altını üstüne getirirken görmüştük.
Şimdi ne olacak?
İran'a askeri müdahale çok zor görünüyor.
Çünkü, artık ABD'nin tüm dünyayı yanına alması imkansız.
Ortada bir dünya gücü olan Çin gerçeği var.
Ruslar'da soğuk savaşın sonundaki tutukluklarını üzerlerinden attılar ve öyle ya da böyle tekrar bir güç olma yolundalar.
Latin Amerika'nın eski 'muz cumhuriyetleri'n de ise esen sosyalist rüzgarlar sonucunda buralarda Sam Amca'nın elinden kayıp gitti.
Sonuç?
Dünyanın soğuk savaş sonrasında kapıldığı 'tek kutuplu dünya' düşüncesinin bir masal olduğu ortaya çıkıyor.
Çünkü tek kutuplu değil 'çok kutuplu' bir dünyaya gidişat var.
İran'a uyarıların sertleşmesi konusuna gelince...
Birileri önce kendi pisliklerini temizlemeli ki, diğerlerinin gözünde mantıklı olabilsin; öyle değil mi?

8 Şubat 2010 Pazartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-8 (J.P SARTRE-BULANTI)

Bir edebiyat eseri mi? Yoksa bir felsefe kitabı mı?
Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran büyük filozof Jean Paul Sartre'ın, felsefesi Varoluşçuluk'un edebiyat bazında temelini oluşturan romanı "Bulantı" için, 'her ikisi de,' denebilir.
"Bulantı," bir edebiyat eseri olduğu kadar, aynı zamanda bir felsefi roman.
Roman, kabaca, Antoine Roquentin isimli bir küçük burjuvanın tuttuğu günlüktür.
Roquentin yalnız bir adamdır ve tarihi bir kişilik hakkında araştırmalar yapar. Ne arkadaşı vardır, ne de sevgilisi. Cinsel ihtiyacını sosyal yaşantısına dair tek belirti olan, gittiği bir kafedeki fahişeyle giderir.
Roman, günlüğün tarihsiz yaprağıyla başlıyor.
Roquentin şöyle diyor: "Olayları günü gününe yazmak daha iyi olacak. Açıkça kavramak için bir günce tutmalı. Önemsiz gibi görünseler de küçük ayrıntıları, olaycıkları kaçırmamalı, özellikle hepsini sınıflandırmalı."
Bu önemli; keza Denis Berthholet geniş kapsamlı Sartre incelemesinde bunu, filozofun, felsefesine temel ararken yaşadığı düşünsel dağınıklığa çözüm arayışı olduğunu belirtir.
Sartre bir sistem filozofudur sonuçta.
Bir kaç tarihsiz yapraktan sonra, esas tarihli günlüğe geçtiğimizde, Roquentin günlük tutmasına neden olan olayı açıklamaya başlar.
"Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok. Herhangi bir kesinlik ya da apaçıklık gibi değil, bir hastalık gibi belirdi bu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti..."
Sayfalar ilerledikçe Roquentin bunun ne olduğunu keşfeder.
Evet, romana adını veren 'Bulantı' dır bu.
Roquentin neye karşı ve neden bulantı duyar?
Başta nesnelere karşı duyulan bulantı'nın, romanın meşhur ağaç kökü kısmında varoluşa dönük olduğu ortaya çıkar.
Bir gün bir ağacın kökünü gözlemleyen Roquentin insan varlığının köksüz olduğu düşüncesine kapılır. Ama bu köksüzlük durumunu düşündüğü içinde, aynı zamanda bilincini fark eder. Yani ağacın bir kökü vardır, o kök büyür ve ağacın kaderini tayin eder. Ağacın kaderi baştan bellidir. Oysa insanın öyle değildir. Romanın zirvesini oluşturan burada, Sartre'ın Varoluşçuluğunun ana argümanı netlik kazanıyor: İnsan varlığının kaderi önceden çizilemediğine göre, bunu insan kendisi yapacaktır; çünkü insan dünyaya geldiğinde köksüsüzdür; dünyaya atılmış bir varlıktır. Sonuç olarak Varoluşçuluğun temel savı: İnsan kendisini ne yaparsa odur.
Sartre'ın meşhur, 'Varoluş özden önce gelir,' sözü de bu duruma işaret ediyor zaten: İnsan dünyaya adım attığı anda öz'ü yoktur; hayatı boyunca eylemleri ve seçimleriyle o özü kendisi oluşturacaktır. İnsan önce var olacak, ancak öldüğünde, işte o hayatı boyunca yaptıkları (ya da yapmadıklarıyla) özünü oluşturmuş olacaktır.
Roquentin bunu fark edince bulantısını da ele geçirir. Çünkü daha önce, romanın bir yerinde, bulantının gün boyu yakasını bırakmadığından yakınır.
Bu durum Roquentin'i dünyanın saçmalığı düşüncesine teslim eder doğal olarak.
Her zaman gittiği kafede devamlı olarak aynı şarkıyı dinlemek ister:
Some of these days
You'll miss me honey!
Hayatın rutin kısır döngüsüne yapılan bir vurgudur bu.
"Bulantı" ilk kez 1938 yılında yayınlanmış.
33 yaşındaki genç Sartre'ın felsefesini oluşturmakla geçirdiği o yıllarda, Naziler de dünyayı fethetmek için ilk adımlarını atmaya hazırlanıyordu.
Savaş, Bulantı'nın yazarının hayatını değiştirir.
O, artık tarihin içinde bulur kendini. Özünü yakalamak için var oluşunu devamlı surette ileriye doğru atar; savaş sonrasında sıkı bir Marksist'tir.
Başta kabul edilmez tabii Komünistlerce; çünkü o bir bireycidir!
Ancak daha sonra var oluşunu onlara da kabul ettirir.
"Bulantı," kendisini kendinde bulmak isteyen her insana şiddetle tavsiye ettiğim mükemmel bir edebiyat eseri, ama aynı zamanda çok büyük bir felsefe kitabı.


Kaynakça:
Jean Paul Sartre-Bulantı (Can Yayınları, 3.basım, 2005)
Denis Bertholet-Sartre (İthaki Yayınları, 1.basım, 2009)

6 Şubat 2010 Cumartesi

KAMUSAL-DİNİ ALAN AYRIMINDA ÖZGÜRLÜK YANILSAMASI

Kimsenin baş örtüsüyle, şununla bununla, türbanla derdi yok.
Olmamalı da zaten.
Dini bir inanç insanın içinde vardır ya da yoktur; bu, o insan dışında kimseyi bağlamaz.
Bağlamadığı içindir ki, modern devlette kamusal alan dini olgularla bağını kopartır; çünkü aksi takdirde devlet bir dini yönetim mekanizması olur ve böylece din insanın kendi inancı olmaktan çıkıp resmi bir ideolojiye dönüşürdü.
Onun içindir ki, laiklik modern bir devletin olmazsa olmazı olarak ortaya çıkmış.
Ancak bu, kimsenin bir diğerinin inancına saygı duymaması anlamına gelmez hiç şüphesiz. Yani laik devlette sen inanırsın ya da inanmazsın, bu beni ilgilendirmez.
Laikliğin ortaya çıkışının bir diğer ve en önemli maksadı din işini devlet işinden ayırmak. (Dinin bireyselliğinden ötürü. Bireyin dini inancı vardır, devletin değil.)
Kamusal alanla dini alan aynı yer değilse, yani birinin kuralı diğerinde geçerli değilse, bu iki alanın da birbirlerinin kurallarına uyması beklenir.
Bu olmadığı zaman ülkemizde olduğu gibi kısır tartışmalarla vakit kaybeder ve esas çözmemiz gereken sorunların üstüne gidemeyiz.
Çoğu insana sorun, bu tartışmalardan hakkaten gına gelmiş durumda.
Birisi nasıl dini bir alana (sözgelimi camiye) oranın gerektirdiği şekilde kılık kıyafetle giriyorsa, kamusal alana da oranın kurallarına uygun olarak girmek durumunda.
Bu bir özgürlük sorunuymuş gibi lanse edilse de, ya da bir takım kişiler bundan siyasal menfaatler sağlasa da, aslında kamusal-dinsel alan ayrımına gitmek, o iki alanın birisinde olan özgürlüğün diğerinde kısıtlanması sonucunu doğurur.
Bu, bir özgürlük sorunu değil, evet, çünkü öyle olsaydı, türbanıyla devlet dairesinde çalışmak isteyen bir kadın gibi, başka birisi de, yazın sıcak bir gününde camiye şortla girmek istediğini, çünkü bunu istemesinin özgürlüğünün gereği olduğunu iddia ederdi.
Ama böyle birşey yapmaz elbet, çünkü özgürlük adına dinsel alanın kuralını yıkmanın mantıksızlığını biliyor olsa gerek.
O halde, kamusal-dini alan birbirinden ayrı yerlerse, kurallarının da farklı olması gerekiyor.
Bir kadın kamusal alanda nasıl ki türbanıyla çalışamıyorsa, bir erkekte sözgelimi kot pantolonla işe gitmek istiyor olabilmesine karşın takım elbise giymeye mecburdur.
Neden?
Çünkü kamusal alan da kendi kurallarını koymuştur; tıpkı dinsel alanın kendi kurallarını koyduğu gibi.
Ali kıran baş kesenciliği özgürlük ya da demokrasi kılıfıyla ört bas etmek yanlışların en büyüğü.


2 Şubat 2010 Salı

İÇİ KOF BİR DEMOKRASİ

Demokrasi demokrasi deniyor, iyi hoş ta, demokrasi sadece seçimde oy atmak ya da iktidarı değiştirmek midir?
Bizde öyle sanılıyor maalesef.
Sağlıklı bir demokrasi tüm toplumsal sınıfların yönetimde söz sahibi olması değil mi?
Sözde öyle, ama icraatta hayır.
Bizde demokrasi halk adına tepedeki oligarşinin konuşması demek. Meclisteki 550 milletvekilini halk seçti sanıyoruz, ama şuna dikkat etmiyoruz hiç: önümüze parti genel merkezlerince hazırlanmış aday listeleri konuyor, ama listedeki isimlerin bizle alakası bile yok, çünkü adayımızı biz değil parti başkanı seçiyor.
E nerde demokrasi?
Böyle bir demokrasi, bırak seni yönetimde söz sahibi yapmayı, başına bir otorite dikmeye vesile olur yalnızca.
Bunun böyle olduğu çok açık ortada değil mi?
Hani demokrasi aracılığıyla temsil edilmesi gerekenler? Hani nerede işçiler, kadınlar, çevreciler, eşcinseller, ezilenler, öğrenciler, beyaz yakalılar vs...?
Olamaz, temsil edilemezler...
Çünkü her zaman inandığım birşey var: demokrasi yalnızca ülkeye egemen olan sistemden çıkarı olan sınıfların temsil edilmesine olanak sağlayan bir yönetim biçimidir. Bu şu demek; yani sen kapitalizme, serbest piyasa ekonomisine dayanmış bir ülkeysen, o ülkede yalnızca buna inanan, yalnızca sermayeyi koruyup kollayan partilere izin verilir.
Bir zamanlar 'milli görüş'çü olan AKP'liler ne zaman demokrasiye inanır oldu?
Kapitalistleşmeye başladıkları zaman...
Meselenin özü şu: Birbirinden özünde hiçbir farkı olmayan bir avuç parti arasından birini iktidara oturtmak demokrasi değildir.
            Şişeler farklı ama hepsinde su var.

Demokrasiye çok inandığını söyleyen bazı insanlar TEKEL işçilerinin eylemine neden tahammül edemiyor acaba?
Kimse halka masal anlatmasın.

1 Şubat 2010 Pazartesi

NEYİN TARTIŞMASI?

Son yıllarda politik tartışmalar dinin siyasal manasıyla yükselişi ve askeri darbe arasında gidip gelirken, ülkeye ne şeriat geleceğine, ne de askerin darbe yapacağına inandım.
Çünkü yalnızca kavga etmen için ve senin düşüncelerinin bir önemi olmadan ortaya atılan iki görüşten birine kendini kaptırmak, açık söyleyeyim, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Yalnızca önüne konandan birini seçmek, insanı köreltir. Oysa, özgür insan kamuoyunca fişeklenen kutuplardan birine kayıp gitme tuzağına düşmeyen kişidir.
Çağımız, Baudrillard'cı manasıyla bir 'simülasyon' çağı. Yani, gerçekle gerçek olmayanın birbirine karıştığı, klasik manasıyla 'gerçek' in derin bir bilinmezliğe yol alıp ortadan kaybolduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Böyle bir dünyada tüm bireysel ve toplumsal kavramların yeniden tanımlanması ve biçimlenmesi ihtiyacı öne çıkıyor kuşkusuz. Bu, kendini 'simülasyon'un içinden yaratır mı, şu an cevap vermek güç.
'Simülasyon' çağının en belirgin özelliği, eylemin yerini söylemin (tıpkı post-modernizmde olduğu gibi) alması hiç şüphesiz. Bir zamanın söylemi,  'manifesto' niteliği ile öne çıkıp eyleme yol açarken, çağımız post-modern söylemi entelektüel bir alana sıkışmış durumda.
Bu aşılabilir mi? Ya da aşılması gereken bir şey mi?
Amin Maalouf uygarlığın 'kültür' yoluyla kurtulacağını düşünüyor, 'Çivisi Çıkmış Dünya' kitabında belirttiğine göre. Geçen yüzyılın son yarısında büyük bir hız kazanan teknoloji çılgınlığının 'kültürlerin yayılması ve kaynaşması' na katkı yaptığı muhakkak. Ancak ortada hala bir belirsizlik var ve o da, tarihin akışında en büyük dinamik olan ekonomi-politiğin çağımızda ve gelecekte yer alacağı biçim. Dünya, Maalouf'un bahsettiği 'kültür' yoluyla kurtulmayı 68'de denedi aslına bakılırsa. Dikkat edilirse, bu simgesel tarihin bir çok getirisi olduğu gibi, sonradan daha net ortaya çıkacağı üzere, sınıf mücadelelerini akademinin duvarları ardına hapsetmesi gibi bir sonucu da oldu. 68'den sonra Marksizm işçi sınıfının değil, üniversite hocalarının, sol görüşlü öğrencilerin ve hatta her ülkeden küçük burjuva aydınların ilgi alanıdır artık. 
Bunun nelere yol açtığını ise hep beraber gördük ve görmeye devam ediyoruz: 1989 ve sonrasında 'adalet, eşitlik' gibi kavramların artık her ülkede dini nitelikleriyle ön plana çıkan siyasal partilerle özdeşleşmesi. (Avrupa ülkelerinin bir çoğunda isminde 'Hıristiyan' kelimesi bulunan partilerin büyük oylar kazanmasını da buna örnek verebiliriz.)
'Simülasyon' çağında bile olsak, insanın yaşaması için gerekli olan temel ihtiyaçları dünyanın yarısının elde edemiyor oluşu gibi bir sorun hala ortada.
İnsanoğlu hala kendi türünün yarısının aç oluşuna göz yumabiliyor ve yeryüzünde inanılmaz bir üretim fazlası varken bunun nasıl böyle olduğunu sorgulama zahmetine girmiyor. 
İş böyleyken, ülkemizde son yıllarda bolca yaşanan yapay tartışmalara girmek o kadar saçma ki...