26 Kasım 2010 Cuma

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-14 (FERNANDO PESSOA-HUZURSUZLUĞUN KİTABI)

20.yüzyılın ilk yarısı edebiyatına egemen olan edebi türün ki, bunalım eserlerdir bunlar, en önemli örneklerinden birisi, çoğu büyük edebiyatçı gibi yaşarken tanınmamış ve kıyıda köşede kalmış Portekizli yazar Fernando Pessoa'nın yabancılığın dibine vurduğu 'Huzursuzluğun Kitabı' isimli eseri.
20.yy ilk yarısının bunalım edebiyatı yazarları iki kısıma ayrılıyor: Bunlardan birincisi Nihilizme ikinci grup ise Varoluşçuluğa yatkın yazarlar.
Pessoa'yı hangi tarafta görmeye karar vermek zor olsa da daha çok nihilizme yakın duruyor gibi 'Huzursuzluğun Kitabı'nda. Çünkü romanda her şeyin anlamsızlığına yapılan vurgu daha fazla. Oysa Varoluşçular öyle değil. Yabancılıklarından yeniden bir doğuş, öznenin yeni bir praksisini kurma peşindeydi onlar.
Pessoa'nın kitabında böyle bir arayış yok. Hem nihilist hem de varoluşçu yazarlardan, manifesto özelliğiyle ayrılıyor bir kere roman. 'Huzursuzluğun Kitabı' bir manifesto denebilir yani.
Hayal kurarak yaşamayı, saçma dünyanın bilincini ve her türlü metadan kopuşu öğütlüyor yazar ve tüm bunların sonucunda insanın gerçek özgürlüğe varacağını iddia ediyor.
"Özgürlük, yalnız kalabilmeye denir. İnsanlardan uzaklaşabiliyorsan, onlara hiçbir muhtaçlığın, paraya ihtiyacın, sürüye uyma içgüdün, aşka, şana, şöhrete hevesin ya da merakın yoksa özgürsündür," (Sf.275) diyor örneğin.
Pessoa bir filozof olsaydı bu denli metafiziğe düşmezdi kuşkusuz. Bu da onun adını bir Sartre'la değilde, Kafka ile yan yana koyuyor.
Diğer taraftan, Pessoa veya Kafka gibi yazarların ortaya koyduğu tarzdaki bir nihilizm ise günümüz dünyasında bir anlam ifade etmiyor açıkçası. Çağımız moderniteyi aşıp aşmama arasında sıkışıp kalırken, aynı zamanda metafizik ruhu da sorguluyor, hatta daha da ileri giderek ruhu metalaştırıyor. Böylesi bir nihilizmi yaşamak için günümüz dünyasında metafiziğe ulaşacak şartlar yok diyebiliriz. Bu da günümüzde metafizik için tek bir adres gösteriyor, o da ölüm. Günümüz metafiziği intihar'da gerçeklik kazanabilir kısacası. Albert Camus 'Sisifos Söyleni'nde savunduklarını günümüzde olsa savunamazdı belki de.
Ancak tüm bunlar 'Huzursuzluğun Kitabı'nın önemini azaltmıyor, azaltamaz da. Her şeyden evvel bu muhteşem roman bir çıkış noktası veriyor bize ve insanın yola kendinden, kendi saçmalığından çıkacağını hissettiriyor.
Ve bize düşen de, onu okuyup anlamak ve de özümsemek oluyor böylece.


Kaynakça: Fernando Pessoa-Huzursuzluğun Kitabı (Can Yayınları)






   



27 Ekim 2010 Çarşamba

YENİ BASKIN SİYASET MODELİ: MERKEZE YAKINLIK, AMA MERKEZ DEĞİL...BİR BAŞLANGIÇ OLABİLİR Mİ?

Bilindiği gibi, Doğu Blokunun yıkılışından sonra Dünya siyasetinde ortaya çıkan en önemli reel gerçekliklerden birisi de, sistemlerin "ideoloji,""sağ" ve ya "sol" gibi kavramların üstünden tartışılmasının önemini yitirmesi oldu.
Tarihin o noktasından itibaren her ne kadar kabul edilemez olsa da, yeni siyaset, bütün siyasal öznelerin tek bir merkezde toplanmasını şart koşuyordu.
Ancak 2000'lerle birlikte bu durum biraz değişir gibi oldu: 11 Eylül olayları, terör meselesi, medeniyetler arası savaş tartışmaları, son ekonomik kriz vs... tüm bunlar hegemonik merkez siyasetini, (burası önemli) merkez kimliğinden tümüyle kopmamak kaydıyla"biraz sağa" ve"biraz sola" yatırdı.
Şöyle ki...
İki kırılma noktası, 11 Eylül olayı ve 2008 krizi neo-liberalizme dayanan merkez siyasetinin yerini biraz olsun salladı, ama hiç kuşkusuz bu, o merkezden kopuş olmamakla birlikte, kendini dönüştürme (ki kapitalizmin tarihteki en büyük başarısı budur) ve duruma ayak uydurma biçiminde algılanmalı.
Hemen bütün ülkelerdeki iktidar yapılarına baktığımızda bunun böyle olduğu net bir biçimde görülebilir. Fransa'da Sarkozy, Almanya'da Merkel, Rusya'da Putin ve Türkiye'de Erdoğan merkezin (çoğunlukçu demokrasi, serbest piyasa ve küreselleşmeci neo-liberal değerler yani) sağında yer alırken; Brezilya'da Lula, İspanya'da Zapatero ve hatta ABD'de Obama merkez değerlerden kopmamakla birlikte yeni merkez-sola örnek verilebilir.
Şu son yıllarda baskın siyaset öznesi merkez eksenli olmakla birlikte biraz sağda ya da solda algılanmaya başladı ki, ben bunu depolitik 90'lardan sonra önemli bir adım olarak görüyorum.
Bu, post-marksist terimlerle ifade edecek olursak "çokluk" ya da "hegemonik eklemlenmelere" dair yeni ve zinde bir bilincin uyanmasına, aynı zamanda yeni bir politik öznenin doğuşuna katkıda bulunabilir diye düşünüyorum.

23 Ekim 2010 Cumartesi

FRANSA OLAYLARI...O KADAR UZAK MI?

Fransa'yı takip ediyor musunuz son günlerde?
Etmiyorsanız etmenizi öneririm; çünkü oradan, bir süre önce Yunanistan ve İspanya'da olduğu gibi bir isyan sesi yükselmekte son zamanlarda: 1 milyonu aşan insan; ücretli çalışanlar, öğrenciler, işçiler hep birlikte iktidar aleyhine yürüyüşler düzenliyor, sendikalar toplu greve gidiyor...
Hem de ne için biliyor musunuz?
Hükümet emekli olma yaşını 60'dan 62'ye çıkardı diye...
Evet, yanlış duymadınız; emekli olma yaşı sadece 2 yıl uzadı diye!
Türkiye'de birçok insan elbette şaşıracaktır bu duruma, çünkü son yıllarda yaşananların da gösterdiği gibi, ülkemizde "hak arama," "haksızlığa direnme" kültürü ve demokrasisinden oldukça uzağız.
Demokrasi algımız yalnızca kimlikler ve simgeler üstünden yürümeye çalışınca, o demokrasi de bir türlü rayına oturamıyor ve ister istemez tökezleyip duruyor. Oysa demokrasisi sağlıklı olan bir ülkede, koskocaman bir toplumsal özne ya da sınıfın o toplumsal özneye ait sorunları ortak bir noktada birleştirmesi, mücadeleyi birlikte yapması beklenir.
Örnek verecek olursak, türban tartışmaları bile Türkiye'de koskoca bir toplumsal özneyi (kadınlar) bölmüş, soruna "kadının toplumdaki sorunları" açısından bakılalamamıştır.
Toplumsal sorunların parçalara bölünmesi olsa olsa hegemonya ile haşır neşir güce hizmet eder ki, bu da (hegemonya), 'liberal muhafazakarlık'tır günümüzde. Mesela; Fransa, Rusya, Almanya ve Türkiye'de iktidarlar hegemonyanın sahneye attığı politikacılardan oluşmaktadır.
Ama gelin görün ki, hegemonya da tüm "şeyler" ve "olgular" gibi aynı zamanda kendi karşıtını da içinden çıkartıyor bir müddet sonra; zaten diyalektiğe göre aksi imkansız.
Latin Amerika'da birer birer iktidarı ele alan sosyalist hükümetler ve 2008 krizinden sonra birçok Avrupa ülkesinde toplumdan yükselen radikal sesler bunu ispatlıyor.
Öte yandan, yalnızca ülkemiz siyasal ve toplumsal ortamına baktığım zaman bile, neden dışarıdaki olaylara ilgimin arttığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
İnsanlarımıza sadaka ve minnet kültürünün aşılandığı, popülizmin en çok prim yaptığı, şakşakçılık ve evet efendim'ciliğin hakim olduğu mide bulandırıcı bir atmosferde yaşıyoruz.
Zira referandum döneminde küçük bir sosyalist grubun "Yetmez, ama evet" diyerek, sadaka kültürüne nasıl eklemlendiğine bile şahit olduk: "Yetmez, ama evet" demenin "Eh, madem bu kadarını veriyorsunuz, Allah razı olsun," anlamına geldiğini düşündüğümden, oyunu bir çuval kömüre satanla "yetmez, ama evet, ne yapalım?" düşüncesinde olan insan arasında bir fark göremiyorum.
Her neyse...
Uzun sözün kısası, Troçkist ("Devrim tüm dünyada olmalıdır!") görüşe katılan bir insan olarak ben, dünyanın herhangi bir köşesinden yükselen isyan çığlığına büyük bir heyecan ve umutla bakıyorum.
Bizimkilerde boş işlerle uğraşacaklarına dünyaya gözlerini açsa ne iyi olur.
Ama yok, bizim türban sorunumuz vardı değil mi?






15 Ekim 2010 Cuma

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN MODERN/POST-MODERN LİSTESİ

MODERN                               POST-MODERN
Avrupa                                     Çin,Brezilya,Rusya,Türkiye vs...
Toplumsal sınıflar                   Toplumsal kimlikler
İdeoloji                                     Sosyal statü
Para                                          Şöhret
Yaşar Kemal                            Orhan Pamuk
Paris                                          İstanbul
Sosyalizm                                 Ekolojizm
Ulus Devlet                              Küresel Devlet
Üretim                                      Tüketim
Televizyon                                İnternet
Ruhsal                                       Bedensel
Aşk                                            Pornografi
Örgüt                                         Birey
Belirli tanımlar                         Belirsiz tanımlar
Kesin yargılar                           Şüpheli yargılar
Kalabalık eşyalı ev                   Az eşyalı ev
Kristal avizeler                         Yerden aydınlatma sistemleri
Biriktirmek,saklamak vs...      Harcamak,yok etmek,atmak vs...
Walkman                                    I-Pod
Karl Marx                                  Jean Baudrillard
Laiklik                                        Sekülarizm
Psikoloji                                     Kişisel Gelişim
.........                                           ..........                                                                  


                                         

27 Eylül 2010 Pazartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-13 (DOSTOYEVSKİ-CİNLER)

İnsan ruhunun özünü Tanrısal bir gizemle ortaya koyan büyük Rus yazarı Dostoyevski, ilk ve son kez siyasal birşeyler yazdığında ortaya çıkan yapıtın, hemen her Dostoyevski yapıtı gibi tüm zamanların en iyilerinden birisi olmaya aday olacağını o yıllarda kimse ön göremezdi belki ama, "Cinler" de anlatılan solcu nihilist insanların umutsuzluğunun, yeni bir yaratımı ortaya koymak için yıkımın gerektiği düşüncesine göre, henüz sanayileşmemiş Rus toplumunu elli sene sonra sosyalist bir devrimle tanıştıracağını müjdelemesi sürpriz olmasa gerekir.
"Karamazov Kardeşler," "Suç ve Ceza" ve "Yeraltından Notlar" gibi yazarın en baba eserlerinin yanına rahatlıkla "Cinler" i de eklememizi gerektiren başlıca şey, kitabı yazdığı dönemde yazı hayatının olgunluk dönemini yaşayan Dostoyevski'nin insanın içlerine doğru yaptığı yolculuğu siyasal bir düzlemde bir araya gelmiş bir grup insanın çatışmaları içine yedirmiş olması.
1800'lü yılların ortaları Rus toplumunun karmaşık yılları. Osmanlı toplumunun yüzyıl sonlarında yaşadığına benzer şeyler söz konusu olan: Doğu ile Batının karşılaşması. Yaşam tarzları arasındaki uyumsuzluk ve yabancılaşma sorunun ekseninde; ancak "Cinler"de de görüleceği üzere, bilhassa Rus toplumunun sınıfsal yapısı, her ne kadar Osmanlı gibi bir tarım toplumu da olsalar, daha keskin çizgilerle çizilmiş idi. Eğer öyle olmasa hiç şüphesiz, o yıllar Rus edebiyatında sıkça işlenen Nihilizm gibi düşünceler ortaya çıkmamış olurdu. 1800'lerin ortalarında Çarlık Rusyasında pıtrak gibi türeyen devrimci aydınlar, 1917 devrimine giden sürecin önünü açmışlardı. Aynı yıllarda yayınlanan "Babalar ve Oğullar"(yazarı; Turgenyev) adlı yapıt, nihilizmin Rusya'da yayılmasına ön ayak oluyor ve bu akımın tüm ülkedeki okumuş gençler arasında popüler hale gelmesine yol açıyordu. Roman kısaca, ailesine başkaldıran Bazarov adında bir gencin hikayesiydi ve böyle bir temanın o zamanın tutucu ve gelenekçi Rusya'sında nasıl bir tantana koparacağını tahmin edersiniz.
Dostoyevski işte böylesi bir ortamda yazıyor "Cinler"i; amacı bu bahsedilen düşüncelere karşı koymak. Nihilistlerin Batı'dan etkilendiklerini düşündüğünden bu başkaldırıya karşı gelenekçi Rus ahlakının, erdemin bir savunusunu yapmakta, üstelik romanda Karmanizov isimli bir yazardan bahsedip, Turgenyev ile de inceden inceye alay etmektedir. İşte "Cinler," Rus toplumunu karıştıran ve yoldan çıkaran bu solcu nihilist gençliğin bir eleştirisini yapmakta. Ama bunu yaparken de, okuyucuyu rahatsız eden bir şekilde düşüncelerini insanın kafasına vurarak yapmıyor Dostoyevski. Üstelik yazarın her kitabında olduğu gibi, kötü karakterlerden etkilenmekten kendinizi alamıyorsunuz. Pyotr Stepanoviç'in (gerçek hayattaki Neçayev'den esinlenmiştir) yaptığı şaklabanlıkların içten içe büyük bir kurnazlığın ve zakanın ürünü olduğunu hissediyorsunuz, gruptaki bütün düşmüş karakterlere tüm pespayeliklerine karşın sempati duymadan edemiyorsunuz.
Dostoyevski başta Pyotr Stepanoviç ve Nikolay Stepanoviç olmak üzere bu karakterlerin karşısına erdemli aydın, artık yaşlanmış öğretmen Stefan Trofimoviç'i koyuyor. Pyotr'ın babası olan karakter, Turgenyev'in aksine, oğlunun karşısına gerçek doğrunun savunusu olarak konmakta. Öyle ki, onun da hayatı diğerleri gibi heba olup gidecektir.
Dostoyevski her romanında olduğu üzere bu hikayesine de bir feylesof, düşüncelerinden başka inancı olmayan bir karakter sıkıştırmış. Kirilov isimli genç günlerini yoksul öğrenci dairesinde varoluş ve Tanrı üzerine düşüncelerle geçirir ve sonunda intihar etmeye karar verir. Ancak intiharı sıradan bir ölüm olmayacaktır. Felsefesine göre, kısaca, eğer insan aklı sayesinde Tanrı'nın olmadığı bilincine varır da onu yoksayarsa, o halde yaşamasının bir manası yoktur. İnsanlar yaşamayı seçmektedir, çünkü bir Tanrıya inanmaktalar ve yaşamlarını onun huzurunda bir sınav gibi geçirmektedirler. Oysa Tanrı yoksa bunu ispat etmek gerekir, o da kaderini ellerine alarak, son kertede kendini öldürerek olur. Kirilov Tanrı olmak için intihar eder, evet. Dostoyevski bu karakteri, o dönemin düşünce akımlarının Rus gençliği üzerinde ne denli etkili olduğunu ortaya koymak için yaratmış olabilir ama, bu aynı zamanda yazarın insan ruhunun derinliklerine nasıl da dehşetengiz bir biçimde inebildiğini de göstermekte.
Romandaki nihilist karakerlere Dostoyevski'nin eleştirilerinden birisi de, insani ilişkilerden ve insanal varoluş durumlarından kimsenin kaçamayacağı üzerine. Bu durum daha çok Stavrogin karakteri üzerinde belirginleşiyor. "İnandığına inanmayan, inanmadığına da inanamayan" sözleriyle tanımlanan bu zengin çocuğu kendi varoluşunun çıkışsızlığını bir takım kadınlara kendini kaptırarak aşmaya çalışır. Yani nihilist Stavrogin aşka, duyguya sarılmakta ve en sonunda bir pedere gidip günah çıkartmaktadır. Tıpkı ihanetinden dolayı katledilen Şatov'un Slav milliyetçiliğine yönelmesi gibi. Sonunda, grupta Avrupa'ya kaçan (sahtekar Pyotr Stepanoviç başta olmak üzere) birkaçı dışında bütün karakterlerin hayatı mahvolmuştur.
"Cinler" Dostoyevski'nin insan analizindeki ustalığının yelpazesinin oldukça geniş olduğu, sıradışı, doğru ile yanlışı, çıkış ile çıkışsızlığı, hayatın her rengini yedi yüz sayfada toplamayı başarmış muhteşem bir eser.

1 Temmuz 2010 Perşembe

TÜRKİYE'DE DÖNÜŞÜM DÖNEMLERİ VE GÜNÜMÜZ

Apaçık bir şekilde görülmekte ki, Türkiye son bir kaç yıldır, hem jeo-politik hem de sosyo-kültürel açılardan büyük bir dönüşümün içinden geçmekte.
Ülkenin, 1923'de Cumhuriyet rejimini kurmasından beridir yaşadığı üçüncü büyük dönüşüm dönemi bu.
İlki, 1946 yılında çok partili sisteme geçilmekle oldu. 23 yıl ülkeyi tek parti iktidarıyla yönetmiş olan CHP, çok partili 'seçim demokrasisine' geçmeye karar vermişti; demokrasi, 'tam katılımcılık,' (yani halkın egemen bir zümreden arınmış şekliyle yönetimde söz sahibi olması) anlamına uzak bir biçimde kısmi olarak seçimlerle sınırlıydı gerçi ama, bu olay siyasal tarihimizin dönüm noktalarından birisiydi kuşkusuz. Öyle ya da böyle, artısıyla eksisiyle, rejim kendi kuruluş mantığının üzerine yeni birşey eklemiş oldu. Siyasal değişim1950 sonrası iktidarı ele alan DP(Demokrat Parti) iktidarıyla netlik kazanmış, bunun yankıları toplumsal düzende de kendini göstermişti. Bilindiği üzere, 1950 sonrası, Türkiye'nin Amerika'yla yakınlaştığı, savaş sonrası ikiye bölünen dünyada safını belirlediği yıllardı. Türkiye, savaş sonrasında komünizmin karşısında kapitalizmi, doğal olarak ABD'yi, Doğu bloku yerine de Batı'nın değerlerini seçmişti. Aynı yıllarda komünizmin Batı'ya yayılma tehlikesine karşın kalkan olarak Nato'ya giriyoruz(ya da sokuluyoruz), bizle hiçbir alakası olmayan Kore savaşı için, kapitalist Güney Kore komünist Kuzey Kore'ye yenilmesin diye dünyanın bir ucunda, bir ton askerimizi (üstelik o kadar yoksulluğumuza karşın) ateşe atıyoruz vs... Yani, 1950'den sonra, bağımsız bir ülke kurmak için savaş verdiğimiz Batılılarla stratejik ortağız artık. Gerçi bu, Türk halkınca da yaygın olan bir görüşe göre genellikle kullanıldığımız(!) stratejik ortaklık bize ne getirdi ne götürdü, o da ayrı bir tartışma konusu...
1950-1980 arası, soğuk savaş yıllarında, Türkiye'deki siyasi gelişmeler Amerika'nın kontrolü altında, onların isteklerine göre belirleniyordu, bu açık. 30 yılda yaşanan üç darbede de Amerikan parmağı olmadığını iddia edecek birisi yoktur herhalde. Öyle ki, DP lideri Menderes, Türkiye'nin küçük bir Amerika olduğunu bile söylüyordu. Bugünlerde çok konuşulan 'eksen kayması' nı Türkiye ilk olarak 1950 sonrasında yaşadı. 1950'ye kadar Kurtuluş Savaşında ve sonrasında bağımsızlığı için kendini siper etmiş ülkede siperler yıkılmış, Türkiye eski düşmanıyla, daha da eskiden olduğu gibi, gene dost olmuştur. Toplumsal yaşantımızda da, hem laikliğini, hem de devrimini kendimize model aldığımız Fransız etkisi ise yıkılıyor, yerine "Yankee" kültürü yerleştiriliyordu.
Türkiye ikinci büyük dönüşümü 1980 darbesi ve sonrasında ANAP/Turgut Özal iktidarı döneminde yaşadı. İki kutuplu dünya, 1989'da yıkılsa da, aslında yumuşama 80'li yılların başlarında başlamıştı ve Cumhuriyet döneminde ilk kez 1946'da yaşadığımız dönüşüm gibi bu dönüşümünde dışarıdan, dünyadaki gelişmelerin ışığında olması kaçınılmazdı. 1980'ler, dünyada, neo-kapitalizmin yükseldiği, Anglo-sakson kapitalizminin Doğu blokuna karşı üstün duruma geçtiği yıllar; Amerika'da Reagan, İngiltere'de Theacther önderliğinde modern bir Makyavelcilik almış başını gitmişti o zamanlar. Önemli olan kazanmaktı ve vahşi kapitalizm tarihin hiçbir döneminde sahip olmadığı (medya, popüler kültür, sermaye vb...) güçlü silahlarla donanıyordu şimdi. Oysa iki hegemonik kapitalist ülkenin güdümündeki Türkiye'de hala sağ-sol öğrenci kavgaları olmakta, insanlar birbirleri boğazlamaktaydı. Neo-liberalizmin her pazarı bir para kaynağı olarak gören mantığı bu duruma son vermeliydi; çünkü gözünü simgesel bir uçsuz bucaksızlığa dikmiş olan ulus aşırı sermaye kendine yeni pazarlar bulmalıydı ve sağ-sol ikilemi gibi sorunlarla uğraşmak engelden başka birşey değildi. İşte böylece alın size 80 darbesi, alın size Özal Türkiye'si! 80 darbesinden sonra sağ-sol çatışmalarının bıçak gibi kesilmesi, 83'te iş başına gelen (ya da getirilen) Reagan ve Theacther'ın Türkiye versiyonu olan Turgut Özal'ın serbest piyasa uygulamalarıyla ülke pazarını hegemonik ülke sermayelerine açması bir tesadüften ibaret olamaz elbet. Böylelikle, Cumhuriyet döneminin ikinci büyük dönüşümü de, gene ilki gibi dışsal faktörlerin etkisiyle gerçekleşti: Türkiye'de artık kamunun yerini sermaye, politik gençliğin yerini apolitik ve başıboş bir tüketici gençlik, birçok yıkılan geleneksel değerin yerini de "para" ve "pop" kültürü almaya başlamıştı.
Son olarak, Türkiye, ulus devlet tarihinin üçüncü büyük dönüşümünü içinden geçmekte olduğumuz dönemde yaşıyor. 90'dan sonra Doğu Blokunun yıkılması, neo-liberalizmin ve Amerikan yaşam tarzının dünyanın çoğu noktasında başat unsur olarak tek başına imparatorluğunu ilan etmesinin etkileri, ülkemizde de kendini gösterdi doğal olarak. Az gelişmiş ülkelerin çoğunda olduğu gibi Türkiye'de de, çoğu yoksul insanlardan oluşan geniş kitleler, dünyada solun paramparça olmasıyla adalet ve eşitlik umutlarını başka yerlerde aramaya başladı. Oluşan devasa boşluğu dolduran ise "din" oldu: Ortadoğu ülkelerinde Müslümanlığa sarılan eski Sovyet uydusu (örneğin Afganistan) ülkeler, Batıda ortaya atılan "Medeniyetler Çatışması" tezleri ve Türkiye'de de siyasal İslamın yükselişi...
Ancak iki kutuplu dünyanın yıkılışı ve Amerikan önderliğinde neo-liberalizmin egemenliğini ilan etmesi, Batı dünyası açısından beraberinde birçok karmaşıklığı da ortaya çıkardı: 90'dan önce bir ülke olarak hangi blokta, kimden yana olduğunuz biliniyordu ve aynı bloktaki ülkeler arasında ilişkiler mümkün olan en uygun şekilde yürümekteydi. Fakat bu durum ortadan kalktığı andan itibaren kapitalist Batı, yanında yer alan ülkeleri elinde tutmak için güçlü argümanlarını yitirmiş oldu; madem komünizm yıkılmıştı, o halde Batının şemsiyesi altında kalmaya da gerek yoktu. 11 Eylül saldırıları bunu doğrulaması bakımından gerçekten de bir milad olmuştur. Çift kutuplu dünyadaki gibi yandaşlarına kayıtsız şartsız egemen olacağını sanan ve değişen dönemin reel politiğini algılayamayan neo-liberal ülkeler, çağın yükselen olgusu terörizm ile, eskiden kendisine muhtaç olan ülkelerin, şimdi dağınık ve kontrolsüz bir biçimde kendisine dönebileceğini görmüş oldu.
Bu açıdan ele aldığımızda, Türkiye'nin 20 yıl kadar önce hayal bile edemeyeceği ölçüde İsrail-Amerikan ittifakına kafa tutabilmesini ve kendi başına dört nala koşturuyor olabilmesinin ardında yatan nedenleri anlayabiliriz. Dünyanın 90'dan sonra yaşadığı değişime karşın egemen ülkelerin hala eskisi gibi ittifakı olan devletlerin kayıtsız şartsız kendi uydusu olduğunu sanması, Davos'taki "one minute" olayının bile hem nedeni hem de sonucu aslına bakılırsa. Eksen kayıyor mu? sorusunun cevabını arıyor herkes; evet eksen kayıyor, ama belli bir yere değil, her yere ya da yok yere. 90'ların başında dünyanın sınırları olmayan bir köye döndüğünü öne süren Batı kaynaklı görüşe inanan bazı kimseler, her nedense tuhaf bir biçimde, Türkiye'nin eksenini arıyor bugünlerde. Oysa ki cevap kendi argümanlarında, dünyanın uçsuz bucaksız ve kontrolsüz bir yer haline gelmesinde yatıyor. Başbakan'ın eksen kayması falan olmadığını açıklamasının derin mantığında bu yatıyor olmalı: zaten 90'dan beri ekseni olmayan, yalnızca ülkeler arası iyi ya da kötü ilişkilerin yaşandığı bir dünyada yaşamaktayız. "Eksen" çift kutuplu bir dünyanın kavramı olabilirdi ancak, günümüzde bir ülke için "Batıya bağlı," ya da "yüzünü Orta Doğuya dönüyor," gibisinden kesin tanımlamalar yapmak saçma birşey. Üstelik bir zamanlar aynı blokta yer aldığınız bir ülkeyle (ABD) kötü olabiliyorken, başka kutupta yer aldığınız (Rusya) bir ülkeyle sıcak ilişkiler kurabilmektesiniz. Dediğimiz gibi, evet eksen kayıyor ama, olmayan bir eksene, ya da her yerde olan eksene.
Öte yandan, ülke tarihimizin içinden geçtiği bu üçüncü dönüşüm döneminin diğer ikisinden önemli farkları var: Yukarıda bahsedilen ilk iki dönüşüm dönemi Batılıların dayatmasıyla olurken, şimdiki dönüşüm Batıya rağmen, iç dinamiklerle dış dinamiklerin diyalektik bir etkileşimiyle olmakta. Şöyle ki; 1990'dan sonra dünyanın Amerikan eksenli tek kutuplu bir imparatorluğa dönüşeceği öngörüsü 2000'li yıllarda artan medeniyetler arası  terörizm ve milenyumun ilk on yılının sonuna doğru ortaya çıkan ekonomik kriz patlamasıyla dünyaya egemen güçlerin zayıflaması, bunun öncesinde ekonomik dengelerde büyük değişmeler yaşanması, 90 sonrasında şoförsüz bir arabaya benzeyen, nereye gittiği belirsiz Türkiye'nin gözlerini açmasına neden oldu.
Ancak, 2002 yılında iktidar olan ve kökeni siyasal islama dayanan AKP'nin tek başına, kendi iradesiyle gerçekleştirdiği bir dönüşüm değil Türkiye'nin yaşadığı. Neden daha çok tarihselde yatmakta çünkü. Dünyayı iyi okumak, bugün herhangi bir ülkede olan biteni açıklamakta en sağlıklı yol.
Türkiye bu dönemde büyük bir dönüşümü yalnızca dış politikada değil, içeride de yaşamakta ve bu da önceki geçiş dönemlerine göre günümüzü daha karmaşık ve açıklanması güç yapıyor. Yüzeysel bir bakışla bile Türkiye'de eskiden tartışılamayan konuların tartışıldığını, toplumsal bir şeffaflaşmanın yaşandığını söyleyebiliriz. Bu ülkenin hala, çok ama çok büyük sorunları var, evet: bir türlü çözülemeyen terör, işsizlik, kötü bir ekonomi, etnik ve kimliksel ayrışmalar vs... Ama bu, dönüşümden geçmediğimiz anlamına gelmiyor. Her şey güllük gülistanlık olsaydı, dönüşüm olarak değil, 'gelişim' olarak adlanrırdık zaten yaşadıklarımızı. Önceki iki dönüşüm dönemini net açıklamalarla tanımlayabilmiş, toplumsal 'hayatımızda şu şu değişiklikler olmuştu' gibisinden kesin açıklamalarda bulunabilmiştik. Oysa yaşamakta olduğumuz bu karmaşık günlerde (toplumsal ve siyasal dönüşümler hiçbir zaman kolay olmamaktadır) net tanımlar yapamaz bir haldeyiz. Herşey birbirine geçmiş durumda ve her kafadan bir ses çıkmakta. Çok seslilik çağımızın bir özelliği zaten; tıpkı ayrışmanın olduğu gibi. Ancak günümüzdeki fark, herşeyin çok büyük bir hızla değişiyor olması. Bir sabah uyandığımızda Türkiye'nin gündeminin bir anda değişebildiğini görüyoruz: Birkaç sene önce laiklik, rejim, asker-sivil tartışmaları gırla giderken, şimdi ülkenin rotasının nereye gittiğini kestirmeye çalışıyoruz; yarın başka bir şeyleri tartışabiliriz.
İşte yaşadığımız dönüşüm bunun ta kendisi zaten: tanımlanamayan, adı konamayan, belli bir kalıba sığmayan herşey dönüşümün öğesi olacak; ta ki gün gelip herşey duruluncaya, tarihi ileriki bir zamandan bakıp yeniden yorumlayıncaya kadar.             
   
     

26 Mayıs 2010 Çarşamba

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-12 (KEMAL TAHİR-DEVLET ANA)

Kemal Tahir'in en önemli eseri diyebileceğimiz "Devlet Ana", üzerinde uzun uzun tartışılabilecek, birçok değişik açıdan değerlendirilebilecek bir roman.
Roman, Kemal Tahir'in bazı röportajlarında kendi ağzından da belirttiği üzere, kısaca, Türklerin devlet kurma yeteneğini anlatır.
Bu bakımdan 'Devlet Ana', birçok eleştirmence 'milliyetçi' bulunmuş, bazı yazarlarca ise tarihsel gerçeklerden saptığından dolayı eleştirilmiştir. Berna Moran, mesela, "Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış" adlı kitabında bundan yakınır ve Devlet Ana'da tarihin objektif aktarılmadığı düşüncesini ortaya koyar: "Devlet Ana bir tarih kitabı değil de bir roman olduğuna göre yazarın tarihsel olayların ana çizgisini izlerken yarattığı kurmaca dünyada tarihe tıpatıp sadık kalması beklenemez. Ama yapılan değişiklikler ya da sapmalar belli bir tezi kanırlamak için göze alınmışsa durum değişir ve şu soruları sordurtur bize: Kemal Tahir'in, Osmanlı insanının Batı insanına üstünlüğünü ve devlet kurma dehasını göstermek için düzenlediği olaylar ve çizdiği kişiler acaba amacına ne ölçüde uygun? Ne ölçüde inandırıcı?"(Sf.232)
Kemal Tahir, Osman Bey'in kadın meselesi veya topraklarının başkalarınca istila edilmesi olsun, bir şekilde zoraki olarak savaşların içine çekildiğini anlatır bize. Berna Moran bunu da eleştirir: "Aşiretten devlete geçiş de Kemal Tahir'in anlattığı gibi Osmanlılar'ın kendilerini savunurken gerçekleşmiş bir olgu değildi. Denebilir ki, romanda öykü tarihe uygun şekilde yazılmamış, öykü tarihe uydurulmuş." (Sf.232)
Ancak evet, 'Devlet Ana'ya bir tarih kitabı olarak değil de, bir edebiyat eseri olarak baktığımızda, hakkını teslim etmemiz gerekir. Kitap diyaloglara fazla ağırlık vermiş olsa da, okura gerçek bir edebiyat zevki yaşatıyor.
Romanın en başarılı özelliği, Osmanlının kurulma sürecindeki (1290'lı yıllar) atmosferin ustaca yansıtılması... Bir arada yaşayan her dinden ve milletten insanlar, mahalli ağzıyla konuşmalar, örf ve adetlere bağlılık, entrikalar, aşklar, savaşlar vs...
Berna Moran romanın "romans" özellikleri taşıdığı kanısında; sözgelimi romanda iyi karakterler hep iyi, kötüler ise hep kötü özelliklerle idealize edilmiş, serüven, kahramanlık gibisinden temalar baskın bir biçimde işlenmiştir. "Kanımca Devlet Ana'nın çekiciliğinin nedenini, Türk okurunun gururunu okşayacak şekilde idealize edilmiş konusunda ve yüzyıllar boyu süzgeçten geçmiş, etkinliğini kanıtlamış eski romans ve serüven formüllerinin, yapıtta, ustaca harman edilmiş olmasında aramak doğru olur." (Sf.241)
Devlet Ana tarihselliği bir tarafa koyup edebiyatın hazzını yaşamak isteyen her okur için gerçek bir klasik.

Kaynakça:
Berna Moran-Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-2 (İletişim yayınları-2005,13.baskı)

14 Mayıs 2010 Cuma

HAYVANLAR VE HAKLARI

İnsanların birbirlerini kullanması, birbirlerini sömürmesi ve birbirlerine diş geçirebildiği müddetçe diğeri üstünde egemenlik kurması yetmiyormuş gibi, bir de zavallı hayvanlar bu "insan yobazlığına" maruz bırakılıyor maalesef.
Patshop'larda, insanların, daha çok para kazanabilmek uğruna özgürlükleri sınırlanmış hayvanları vitrine çıkarması kabul edilebilir şey değil.
Bir facebook organizasyonu olan "PETSHOP'LARA HAYIR: Köpekler balık değildir !!! CAM içinde CAN olmaz !!!" başlıklı grup bu manada oldukça anlamlı bir duruş sergiliyor.
Hayvanların kutsallığı bir bakıma, insanların onların yaşam biçimlerini örnek alarak toplumlar kurmasında yatar.
Charles Darwin'den Kropotkin'e birçok bilim adamı ve düşünür hayvanların yaşamından yola çıkmıştır kurdukları düşünceler için.
Hatta sağdan ve soldan tüm ideolojiler kendi temellerine sağlamlık katmak için hayvanlara bakmış, onların yaşamlarından örnekler vererek kanıtlar sunmuştur.
"Sosyal Darwinizm" olarak adlandırabileceğimiz "liberalizm" bir "sosyal hayvan" olarak ele alınan insanın hayvanların yaşamlarına benzer şekilde güçlünün zayıf karşısında yaşam şansına sahip olabileceğini savunurken, kimi sol ideoloji hayvanlar dünyasına "karşılıklı yardımlaşma" açısından bakmıştır.
İşte, insanın hayvanlara bakışı, onları kutsal bir şekilde kendi düşüncelerine temel oluşturan bir yerden, ticari nesneye dönüşmesine, böylece bir vitrine konmasına yol almıştır.
O halde...
İnsan haklarını uygulamaktan aciz biz insanlar, hayvan haklarına ne kadar duyarlı olacağız?
Hiç kuşku yok ki bu sorunun cevabı, ne kadar insan olabileceğimizde yatıyor.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

AVRUPA'DA İSYAN:YUNANİSTAN VE TARİHİN ÖLMEYEN DİYALEKTİĞİ

Yunanistan'da ne zaman bir ayaklanma olsa (ki, son yıllarda sıkça oluyor), bu küçük Avrupa ülkesini büyük bir heyecanla takip ediyorum.
Nasıl etmeyeyim?
Avrupa'nın yakın tarihine baktığımızda, 68 gençlik hareketleri sonrasında dinginleşmiş, rahata ve refaha alışmış, hatta bundan ötürü de büyük ölçüde miskinliğe sürüklenmiş bir toplum ortaya çıkar. Son üç yüz yıldır tarihsel olaylarda (savaş ve devrimlerde) baş aktör olan "Avrupa", son otuz-kırk yıldır büyük bir durağanlığın, pasif bir varoluşun içine düşmüş durumda.
Böylesi bir durumda yaşlı kıtada meydana gelen bir "hareket", bir "isyan" ve yeni bir "uyanış" nasıl olur da ilgi çekici olmaz?
2008'de patlak veren küresel ekonomik kriz, zaman geçtikçe etkisini dünyanın çeşitli yerlerinde arttırmasıyla birkaç sene önce düşünülen birçok şeyi ters yüz etmeye başladı.
90'lı yılların başlarında hiç kimse olacakları tahmin edemezdi. O yıllardaki egemen görüş, dünyada neo-liberalizmin tartışmasız bir şekilde kendini kabul ettirdiği ve tarihin sonunun geldiğiydi.
Yunanistan'daki insanların isyanı parlak günlerin gerilerde kaldığını gösteriyor.
Olayların diğer ülkelere yayılması, kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkacak olan "yeni sol" hareketlerin çizgilerinin çizilmesine katkıda bulunabilir ve bu bağlamda, Yunanistan'da ayaklanan halkın "krizin bedelinin kendilerine ödetilmesine" karşın isyanının yanında durmak, dünyanın her tarafından kendini 'solda' gören insanların doğal tavrı olmalıdır.
'Sol,' yaşadığımız büyük ekonomik ve sosyal kriz ortamında küllerinden 'yeniden' doğacaksa, bu ancak 'küresel' bazda olabilir. Bu perspektiften bakınca, hem Yunanistan'daki olayların önemi ortaya çıkıyor, hem de "küreselleşme" hegemonik etkisiyle bunu zorunlu kılıyor. Günümüzde ulusal sınırları içine kapanmış bir solun başarısızlığa mahkum olması kaçınılmaz bir gerçek. Küreselleşmeden sadece uluslararası sermaye nemalanırken, her türlü emek hareketlerinin belli sınırlar içine hapsolması, sömürülenler (dünyanın büyük çoğunluğu) için yenilgiyi hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
İşte bu sebepten, dünyadaki bütün sol hareketler, yerkürenin her hangi bir köşesinde meydana gelen bir 'başkaldırıyı' kendi davalarıymışçasına savunmak zorunda.
Çünkü 'Marksist tarihsel diyalektiğin' yeniden doğması bu sayede olabilir.
Bir de şu yanılgıyı düzeltmeli: Tarihte küresel bazda ortaya çıkan ilk politik görüş, günümüzde sanıldığı gibi 'kapitalizm' değil. Kapitalizmin 'ulus devlet' anlayışına dayandığı dönemlerde sol, "enternasyonalizm" demiyor muydu?
Unutulan bir gerçek bu...
Yunanistan olayları gözden kaçan bu ince nüansı ortaya çıkartıyor.
Ama dünyadaki bütün "sol" birlik olabildiği müddetçe elbet...

4 Mayıs 2010 Salı

GAZETELERİN GELECEĞİ

İnternet devriminin iyice yerine oturmasından sonra gazetelerin geleceğinin ne olacağı tartışılan bir konu. Kanımca gelecekte (hatta şimdiden) "haber" ağırlıklı gazeteler önemini yitirecek, çünkü zaten 'bilgi çağı' dediğimiz zamanda haber'e ulaşmak hiç mesele değil, dört bir yanımızdan çeşitli aygıtlar bizi haber'e boğmakta zaten.Üstelik gazetelerin, geceden matbaaya girdiğini ve elimize ertesi sabah ulaştığını düşünürsek (muhtemelen gazetede yazan haberlere Tv, internet vb... yoluyla daha önceden ulaşmışızdır), hız çağının kaldıramayacağı bir yavaşlıkta olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, Türkiye'de bunları düşünen ve uygulamaya geçen (Serdar Turgut'un bu konuya birazcık kafa yorması ve Ertuğrul Özkök'ün de genel yayın yönetmeniyken gazetesinin "sit-com" olduğunu söylemesi ise bir şeyi değiştirmedi, çünkü Hürriyet'de Akşam'da hala sıkıcı haber gazeteleridir) bir gazete göremiyorum: varsa yoksa haber veriyorlar, hadi hadi o haberi kendi siyasal duruşlarına göre allayıp pullayıp öyle sunuyorlar okura. İş böyle olunca da, gazete okumak keyifli bir iş olmaktan çıkıyor. Ne yapmalı gazeteler o halde? Bir kere haberi falan bir tarafa koyup, kendilerine özgü bir dil yaratmalı, yaratıcılığın sınırlarını zorlamalı ve araştırma-inceleme, düşünsel yazılarını arttırmalılar. Bizimkilerin yaptığı, bir görüşe saplanıp koro halinde düşüncelerini insanlara empoze etmeye çalışmak ve haber yazma kolaycılığına başvurmak.Günümüz gazete okuyucusunun haber öğrenmek için gazete alması pek inandırıcı değil. İstediğim her habere elimin altındaki klavyeden ulaşıyorum; artık bir gazetede aradığım doyurucu yazılar ve yenilik. Umarım gazete içerikleri için 'avangard' bir akım ortaya çıkar. Aksi halde, bir yirmi yıl sonra kadar gazeteler maziye karışacak sanırım.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

NOT DEFTERİ

Yoksul ülkelerde yoksul insanlara, kendi ufak tefek işlerini kurup yoksulluklarından kurtulmalarına fırsat sağlayan "Mikro kredi," hakkında geçen hafta "New York Times"da çıkan bir haber oldukça ilginç, ama aynı zamanda düşündürücüydü. Habere göre, "Mikro Kredi," büyük bankaların tekeline girme yolundaydı ve bu istatistiksel verilerle ortaya konuyordu: mesela mikro kredi dağıtımının %60'ından biraz daha fazlası büyük finans kuruluşlarının elindeyken, sosyal yardım kuruluşlarına çok az bir pay düşüyordu; üstelik bu finans kuruluşları aşırı bir faiz alıyordu kredi dağıttığı insanlardan. Haber, projesiyle Nobel Barış Ödülü kazanan Bangladeşli Muhammed Yunus'un (haklı olarak) bu duruma isyan ettiğini ve bir konferansta fakir insanların sırtından para kazanmanın haksızlık olduğu üzerine sözlerini de yansıttı. Bu olay, kapitalizmin, tarihteki en büyük başarısının kendisine daima yeni sömürü alanları yaratması olduğunu bir kez daha ispatlıyor maalesef.

Moda her zaman dikkatimi çeken bir konu olmuştur; ancak giyinmek kuşanmak ve neyin moda olduğunu takip etmekten ziyade, kıyafetlerin dönemsel, sosyolojik kodlarının izini sürmek, neyin niçin moda olduğunun altında yatan olguları deşmek açısından. Amerikalı sosyoloji profesörü Diane Crane'in, bizde de Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan "Moda ve Gündemleri-Giyimde Sınıf, Cinsiyet ve Kimlik" isimli kitabı bu bağlamda muhteşem bir kaynak. Crane genel olarak modanın tarihsel sürecinde dört şeyin önemini açığa çıkartıyor;
a) Giyime 19.yüzyılda ve erken 20.yüzyılda "sınıfın" biçim verdiğini ve kıyafetlerin bu dönemde bir sınıf belirleyicisi veya "sınıf atlama özlemi" göstergesi olduğunu, ancak bunun günümüzde geçerliliğini yitirdiğinin.
b) Modanın modern zamanlarda "yukarıdan aşağıya" biçimlendirildiğini ve üst sınıflarca alt sınıflara iletildiğini, ancak post-modernizmin parçalı toplumlarında bu sefer "aşağıdan yukarıya" bir örgütlenmenin söz konusu olduğunu. (Sokak modası, kimlikleri öne çıkartan giyim tarzları vb...)
c) Eskiden belli bir merkezin (mesela Paris) hegemonyasında olan modanın, kürelleşme çağında belli bir merkezin olmadığı, merkezsiz ve dağınık bir biçimde yaratıldığını ve medya aygıtları yoluyla kitlelere iletildiğini.
d) 19.yy ve 20.yy başlarında statü göstergesi olan giyimin 20.yy ortalarından (bilhassa 60'lı yılların özgürlük hareketlerinden sonra) kimliğe, isyana, politik eylemlere vs... gönderme yaptığını ve müziğin de moda yaratmakta bu dönemlerde büyük bir güce dönüştüğünü.
Kitap, post-modern okumalardan keyif alan bir okuyucu için gerçekten de etkileyici bir çalışma.

1 Mayıs'ı olaysız tantanasız kutladık, ama benim için en sevindirici olan şey, meydandaki yeni nesilden genç insanların son derece bilinçli bir şekilde, yeni bir örgütlenmeye dair sinyaller vermeleriydi. A.Negri&M.Hardt "İmparatorluk" da, çağımızda klasik 'işçi sınıfı'nın sınıfsal özelliklerini yitirdiğini belirtip, ama bunun susmak, geri çekilmek anlamına gelmediğini, 'çokluk' olarak adlandırdıkları ve sömürüye uğrayan herkesi (sadece kol işçisi değil) kapsayan yeni ve daha genel bir örgütlenmenin ortaya çıkması gerekliliğini vurgularlar; sloganları ise "Ya imparatorluk ya çokluk,"tur. 1 Mayıs'taki görüntü, "çokluk"un kendini yaratmasının imkansız olmayacağını gösterdi. Zaten, tarihte 'başkaldırı,' genellikle belli belirsiz de olsa küçük bir kıvılcımla başlamıştır.






  




23 Nisan 2010 Cuma

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-11 (HERMAN MELVILLE-KATİP BARTLEBY)

Amerikalı ünlü "simgeci" yazar Herman Melville deyince insanın aklına öncelikli olarak "Moby Dick" geliyor kuşkusuz. Balina avcılarının yaşamını anlatan "Moby Dick," yazarın dev başucu eseri; ama 60 küsur sayfalık kısa romanı (ya da uzun öyküsü) "Katip Bartleby," daha derinlikli ve "Moby Dick"in niteliksel özelliğini geride bırakarak daha derinlikli ve niceliksel yönüyle daha zengin.
"Katip Bartleby" için pasif direnişin güçlü bir betimlemesi ya da bir başkaldırı diyebiliriz. Bu kitaptan birkaç hafta öncesine kadar habersiz olduğum için kendimi kötü hissettim açıkçası. Kitapla tanışmam ise edebiyatla alakasız bir kitabı, A.Negri&M.Hardt ikilisinin ünlü "post-marksizm" denemesi "İmparatorluk"u okumam sayesinde oldu; keza bu kitabın bir yerinde direniş ve başkaldırı şekillerinden bahsedilirken, Melville'in meşhur anti-karakteri "Bartleby" hatırlatılıyordu okura.
"Bartleby,"bir avukatın yanında katip olarak işe başlayan karanlık ruhlu, yalnız, içine kapanık birisidir ve bundan dolayı da olayların anlatıcısı avukattır; çünkü bu, yani anti-kahramanımızı bir başkasının anlatması, hikayeyi daha güçlü kılıyor. Hikaye Bartleby'nin ağzından anlatılsaydı bu kadar etkili olmayabilirdi ya da böyle bir durumda katip, bu denli esrarengiz bir hale bürünmezdi.
"Katip Bartleby"nin ana temalarından birisi "yabancılaşma." Bilindiği üzere 20.yüzyılda yabancılaşma üstüne, bireyin toplumun ve dünyanın dışına düşmesiyle ilgili bir dolu edebiyat eseri üretildi ve bu, kuşkusuz çağın politik ve sosyal gelişmelerinin bir sonucuydu. Ancak Melville'in eserini daha bir önemli kılan, 20.yüzyılda ortaya çıkan benzerlerinden çok uzun zaman önce, 19.yüzyılın ortalarında yazılmış olması. Borges'e göre "Katip Bartleby," Kafka'nın eserlerindeki umutsuz ve karamsar karakterlerin bir öncelleyicisi.
Ancak öte yandan şöyle bir fark derhal dikkati çekiyor kuşkusuz: Kafka'nın karakterleri umutsuzluğun karşısında eli kolu bağlıyken, "Bartleby"nin pasifliği bir başkaldırı gibi görünmekte. Öyle ki, "Bartleby," bize nedenlerini katı bir suskunlukla açıklamasa da, anlamsız gibi görünen davranışının son derece bilincindedir; çünkü bu bilinci devamlı olarak tekrarladığı şu cümleyle ortaya koyar: "Yapmamayı tercih ederim."
"Bartleby" önce avukatın verdiği bütün yazı işlerini büyük bir çalışkanlıkla yerine getirir, ama iş yazılanların gözden geçirilmesine gelince kahramanımız, öyle sakin bir sesle yapmamayı tercih ettiğini belirtir ki, patronu ona kızamaz bile, hatta acımaktan da kendini alamaz.
Ancak zaman geçtikçe "Bartleby" işi abartır, bu sefer hiçbir şekilde yazı yazmayacağını, çalışmayacağını ifade eder; çünkü her zamanki gibi "yapmamayı tercih etmektedir." Ama bu arada işyerini de terk etmez, hatta orayı evi bellemiştir; buna karşılık hiçbir iş yapmadan sadece oturur ve çok az bir yiyecekle karnını doyurarak yaşar gider. Biz ise avukatın içsel dünyasındaki çalkalanmalara şahit oluruz; çünkü patron bu tuhaf elemanına merhamet duymakla acımasız olmak arasında gidip gelmektedir. Ancak bir de şöyle bir gerçek var ki, "Bartleby" yaptıklarında bir amacı yokmuş gibi görünse de, ister istemez işyerindekilerini etkilemeyi başarır; sözgelimi avukatın bir diğer çalışanı daha önce hayatı boyunca hiç kullanmadığı ".....tercih ederim" sözünü sık sık kullanmaya başlar. Bartleby'nin negatif de olsa bir başkaldırı da bulunuyor oluşu, eylemin (bazen eylemsizlik şeklinde de olsa) varoluşsal açıdan önemine vurgu yapıyor.
Hem, modern zamanların politik Bartleby'si Mahatma Gandhi'de benzer bir metotla ülkesinin bağımsızlığını kazanmasını sağlamamış mıydı?

   



22 Nisan 2010 Perşembe

ANAYASA DEĞİŞİKLİK PAKETİM

Madde X-1: T.C devletini, ırk,etnik köken, din, dil vb... farklara bakılmaksızın ülkede doğmuş veya hayatını bu ülkede sürdüren "bütün halklar" oluşturur ve her bir birey ülke yönetiminde eşit söz hakkına sahiptir. Bunun içindir ki;
a)TBMM ismi, 'Türkiye Büyük Halk Meclisi' (TBHM) olarak değiştirilmiştir.
b)TBHM oturumlarına isteyen herkes katılıp konuşma yapma ve önerilerde bulunup yasa teklifi verme hakkına sahiptir; (çoğunlukçu demokrasiden, "tam ve katılımcı bir demokrasi" anlayışına geçilmiştir).
c)Milletvekilleri Başbakan veya Parti Genel Başkanlarına değil, ülkede yaşayan her bir bireye karşı sorumludur. Birey, istediği her milletvekili hakkında meclise gensoru verme, yapılan işleri sorgulama hakkına sahiptir.
Madde X-2: Hiç kimse (başka bir kimseye zarar vermediği müddetçe) düşüncelerinden ve ifadelerinden dolayı yargılanamaz; herkes istediği her konuda istediğini düşünmekte ve bunu ifade etmekte özgürdür. Bunu kısıtlamaya çalışan birey ya da kurum hakkında gereken cezai işlemler derhal başlatılacaktır.
Madde X-2 a): Hiç bir kanun, "ahlaka aykırı," gibisinden sunni bahanelerle ceza vermeye yönelik uygulanamaz; insanlar kendi ahlaki düzenlerinden kendileri sorumlu olup, bunu dilediklerince yaşamakta özgürdür.
b) İsteyen herkes istediği her dine, ideolojiye, felsefeye, ahlaka inanabilir; bu konuda kimse kimseye baskı uygulayamaz.
c) Yeni doğan bir bireyin nüfus cüzdanında 'din' ibaresi boş bırakılır; birey kendi akli iradesine kavuştuğu zaman cüzdana inandığı dini yazdırma ya da boş kalması hususunda hürdür.
Madde Y-3: (Belediye Hizmetleri Hakkında Deşişiklikler)
Madde Y-3 a): Elektrik, su, itfaiye, yol, ulaşım vb... hizmetler 'genel halk çıkarlarına' uygun olarak "ücretsiz" olacaktır. Hiçbir belediye bu hizmetler karşılığı vatandaşından "para" talebinde bulunamaz. Bu yüzden;
a-1) Ülkede bütün toplu taşım araçları bedavadır.
a-2) Otoyollardan ve köprülerden geçişlerde hiçbir şekilde ücret alınmayacaktır; gişeler kaldırılacaktır.
a-3) Ülkede özel sermayenin elinde olan bütün plajlar kamulaştırılacak ve herkesin kullanımına açılacaktır; plajlarda kimse kimseden "para" isteyemez; isteyen herkes istediği her plajdan denize girmekte özgürdür. Otellerin plajları parsellemesine kesinlikle izin verilmeyecektir.
a-4) Elektrik ve su bedavadır; ülkedeki bütün sayaçlar kaldırılacaktır ve belediyeler her bireyin ücretsiz elektrik ve suya ulaşmasını sağlamakla sorumludur.
a-5) Halk bu hizmetleri yerine getirmeyen belediyeleri görevden almak amacıyla dava açma hakkına sahiptir.
a-6) Yukarıda belirtilen hizmetler; emeğini "ücret" karşılığı satan insanlardan toplanacak vergilerle değil, sermaye sahiplerinden yeterli miktarda toplanacak vergilerle sağlanacaktır.
Madde XY-18: (Eğitim ve Sağlık hizmetleri hakkında anayasa değişiklikleri)
a) Devlet her bir vatandaşını "ücretsiz" olarak okutmakla sorumludur.
b) Özel okullar ve özel üniversiteler kamulaştırılacak ve herkesin yararı için kullanılacaktır. Eğitim hiçbir surette paralı olamaz; okullar ülke topraklarında yaşayan herkesindir ve herkes istediği alanda eğitim almakta özgürdür.
c) Okullarda "harç" ücretleri kaldırılmıştır. Okumak için bir de üstüne para vermek gibi yanlış düşüncelerden vazgeçilmiştir.
d) Devlet okuyan yurttaşlarına gerekli kitap, kırtasiye malzemeleri vb... şeyleri temin etmekle yükümlüdür.
e) Bilimsel konularda, ilgili bilim dalına daha çok hakim olunması maksadıyla okullarda "ana dilde eğitim" verilecektir. Yabancı dil öğrenmek isteyen bireyler ise, bunu devletin ücretsiz olarak açacağı dil okullarından sağlayabilecektir.
f) Temel eğitimden sonra hiçbir ders "zorunlu" olmayacak, öğrenci istediği derslerde eğitim alacaktır. Bu konuda hiçbir dayatma yapılamaz. 
g) Sağlık hizmetleri ülkenin her bir tarafında ve herkese eşit bir biçimde ücretsiz olarak devlet tarafından sağlanır. Hiçbir tedavi, ameliyat, hastane hizmetlerinden "ücret" talep edilemez.
Madde WE-12: (Çalışma yaşamı hakkında değişiklikler)
a) Çalışma saatleri hafta içi 5 gün, günde 4 saate indirilmiştir. Buna göre ücretli çalışanlar; hafta içi günlerde saat "10" ile "12" ve "13" ile "15" saatleri arasında çalıştırılabilir; saat "12-13" arası ise öğle izni kullanacak ve hafta sonu 2 gün izinli olacaktır. Buna göre bir çalışan için haftada 20 saat çalışma sınırı vardır. Böylece ülkede herkese iş sağlanacak, insanlara kendi hobi uğraşları için boş zaman bırakılacak ve gereksiz üretim fazlası'nın önüne geçilmiş olacaktır.
b) Her bir işyerinin sendikası ayrı olacaktır. İşveren bu konuda hiçbir dayatmaya baş vuramaz.
c) İşyerinde insan onuruna aykırı uygulamalar olduğu takdirde, çalışanlar sendika vasıtasıyla bir araya gelip şirket hakkında "kamulaştırma" davası açma hakkına sahiptir.
d) Geliri belli bir miktara (ek maddelerde belirtileceği üzere) kadar olan hiçbir ücretliden vergi alınmaz. Çalışanın gelir vergisini "işveren" öder.
e) Birey, hayatını idame ettirebilmek için istemediği bir işi yapmak zorunda değildir, buna mecbur bırakılamaz. O birey için gerekli iş sahası mutlaka yaratılacaktır; bundan "kamu" sorumludur.
f) İşveren "artık değere" hiçbir surette el koyamaz ve "artık değeri" yıl sonunda çalışanlarına eşit olarak dağıtmaya mecburdur.

 

11 Nisan 2010 Pazar

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-10 (LEO MALET-KARA ÜÇLEME)

Ortalama kitap okurlarınca az bilinen ve her zaman kıyıda köşede kalmış olsa da, bazı edebiyat eserleri tüm vuruculuğu ve etkisiyle gizli bir klasik olma özelliği taşır.
20.yy Fransız yazarı Leo Malet'nin, "Hayat Berbat," "Güneş Bize Haram" ve "Ecel Terleri" isimli üç kısa romanından oluşan "Kara Üçleme" işte böylesi kitaplardan.
Gençliğinde çeşitli anarşist gruplara karışmış ve ufak tefek geçici işlerde çalışmış olan Malet'nin en büyük özelliği, tıpkı Dostoyevski gibi bir "insan" anlatıcısı olması. Böylesi romancılar her dönem okunur, çünkü devirler değişmiş olsa da, yaşadığımız çağları "modern" ya da "post-modern" gibi sıfatlarla isimlendirirsek de, insanın içi, ruhunun derinleri hep aynıdır. Leo Malet her üç hikayede de insanın en karanlık noktalarında bir gezintiye çıkartıyor bizi. "Hayat Berbat" da bir grup radikal genç banka soyar; amaçları, parayı bir fabrikada grev yapan işçiler için kullanmaktır; ancak soygundan sonra işler değişir; çünkü paranın büyüsüne kapılan gençler kendilerini şatafatlı bir yaşantıya bırakır. Öyle ki, içlerinden birisi şüphelendikleri bir arkadaşını öldürmekten dahi çekinmez. Toplumsal bir amaç uğruna işlediklerinden mazur görülebilecek hırsızlıkları, giderek çirkinleşip yoldan çıkmalarına neden olmuştur.
"Güneş Bize Haram" ve Ecel Terleri"n de gene "yoldan çıkma" çıkma vardır. "Güneş Bize Haram" daki kahramanımız Andre bir kız uğruna kendini kaybeder, kızla iyi bir yaşantı yaşama arzusu başını her türlü belaya sokmasına neden olur; tıpkı sahte mücevher işini büyütme arzusuna kapılan "Ecel Terleri"nin Paul'ü gibi.
Leo Malet'yi keşfetmek okur için büyük bir şans olacaktır; çünkü Malet, yazarın, göz önünde olmamanın eserinin büyüklüğünden dolayı unutulmayı değil, efsane olmayı sağlayacağını düşündürtüyor insana.
    

3 Nisan 2010 Cumartesi

KADIN

İnsan kadından doğar.
Varoluşsal praksisin kaynağı, yaşamın özünün çıkış noktası ve varlığın tanrısal mitosuna yönelik bir aşkın-özne olarak kadın, tarihin itici kuvvetinde ilksel ve başat bir unsur hiç şüphesiz. Yani açıkça denebilir ki, tarih kadının ortaya çıktığı anda başlar; erkeğin rolü ikincildir, ya da en basitiyle ilk başta öyleydi. Havva olmasa, Adem tarih-öncesi ve onun dışında bir mitolojik unsur olarak kalırdı.
Tarihin ana-erkillikten ata-erkilliğe evrimi bunu gösteriyor. Tarih-öncesi çağlarda ve ilk yüzyıllarda kadın, doğa karşısında cinsiyet farklılığı olarak, yalnızca fiziksel biçimlerden ayrılıyordu erkeklerden. İnsanoğlunun doğayı fethedişi ise dönüm noktası oldu; artık kadın ile erkek arasındaki farklar yüzyıllar boyunca çoğalmaya başladı. İnsanın bilinç öncesi-doğal varlık olarak kendini buluşu, beraberinde fiziksel açıdan daha zayıf olan kadını ikinci plana itti. İnsan, doğanın yasalarıyla hareket ediyordu çünkü ve kendini diğer canlılardan ayıran manasıyla ‘insan’ olarak tanımıyordu henüz. Öte yandan bu, insanın doğada kendini aşan tek varlık olarak ortaya koymasına engel değildi. Böylece kadın-erkek ayrımı yalnızca insan aklının bir ürünü oldu. Darwinist anlamıyla erkek, kadını soyunun devamı için gerekli görmekte, bu yüzden kendinden zayıf olan kadını yok etmemektedir. Ayrıca, Darwin yasaları işledikçe, kadınların kendi arasında da bir rekabet baş gösterdi ve insan soyunun devamını sağlayamayacak kadınlar toplumda geri plana düştü erkeklerin gözünde. Kadının çocuğu için ideal bir baba aradığına dair meşhur psikanalitik yorum, tam tersi için de, erkeğin soyunu devam ettirmek için en ideal anneyi araması için de geçerlidir; çünkü soyun devamında kadını edilgenliğe iten tarihsel akış, aksini iddia ettiğinde, aslında kadını erkeklerin çıkarına koşullandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Günümüz modern kadınının (ama aynı zamanda tarihin acımasız çarkları arasına itilen) doğuşu sanayi çağıyla aynı zamana denk geliyor.  Üretimin kırsaldan kente göçü insanların da kitleler halinde kentlileşmesine, kendi toplumsal düzenlerini oluşturmalarına yol açmıştı. Kadının niteliği bu dönemde ilk büyük değişimleri gösterdi, artık kadın toplumsal yaşamın bir parçası, ekonominin şekil verdiği dünyada ekonomik bağımsızlığını kazandıkça, tarih sahnesinde erkeklerle aynı kefede bir aktördür. Kadın hareketleri de ilk olarak bu dönemlerde, erkeklerin toplumsal yaşantıda artık yer etmeye başlayan kadınlar ve kadınlık durumunun ilerlemesi ile çatışmasının bir sonucuydu; feminizmin kuramsal olarak ilk yazılı şekli olan Mary Wallstonecraft’ın  “A Vindication of the Rights of Woman” (Kadın Haklarının Müdafaası) adlı eseri 1792’de yayınlandı.
Gene 19.yüzyılda Dünya, politik mücadelelere sahne olur ve ideolojik görüşler kadın konusuna dokunmaya başlar zamanla. Kadın haklarının çıkış noktası Fransız Devrimi ve insanların eşitliği fikri olsa da, daha sonra görüldüğü üzere, emeğin sömürüsü nosyonundan hareketle yola çıkan sosyalizm, bir özgürlük kuramı olarak kadınların erkekler karşısında özgürleşmesinin yanında durmaya başladı; öyle ki kadın hareketlerine ilk kez ‘feminisme’ ismini veren de,  ütopyacı sosyalistlerden Charles Fourier’di (1837). Fourier, kadın haklarının ilerlemesini tüm bir toplumsal ilerlemenin genel prensibi olarak görmekteydi.
Kadın hareketlerinin ortaya çıktığı 19. yüzyılda ilk kadın hakları toplantısı 1848 yılında New York’ta yapıldı. 20.yüzyılın başlarında, bilhassa Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise, birçok ülke kadınlara oy kullanma hakkını tanıdı.
Ancak bu gelişmeler kadınların bütün sorunlarını çözemedi elbet. Alınan yol umut vericiydi, ama diğer yandan Dünya genelinde bakılacak olursa kadınların durumu hala çok kötüydü. Üçüncü Dünya ülkelerinde kadını evin sınırları içinde tutan görece bir özgürleşme talebi ve Batıdaki ekonomik hayatta sıklıkla görülen pozitif ayrımcılık, kadın hareketlerinin neden hala devam etmesi gerektiğini gösteriyor.
Ülkemizde de kadına şiddet konusu aşılabilmiş değil ve birçok faktöre bağlı olarak kadınlar, hala erkekler karşısında geri planda ve eşit değil. Türkiye’de bölgeler arası ekonomik gelişmişlik farkı kadınların toplumsal hayattaki rollerini de ortaya koyuyor.  Kalkınmış bölgeler ve bilhassa batıdaki büyük kentlerde ekonomik bağımsızlığını kazanmış birçok kadın Avrupalı hemcinsleri gibi yaşarken, iş doğuya gittikçe değişiyor. 21.yüzyılı yaşadığımız bugünlerde dahi doğudaki feodal ve aşiret kültürünün gereği kadınların hemen hepsi bir meta gibi alınıp satılıyor, kiminle evleneceği ailelerince seçiliyor ve bu seçimde genellikle ‘para’ konuşuyor. Aşiret dışı kadınlarda da durum pek farklı değil aslında; kim doğuda bir kadının evleneceği erkeği kendisinin seçebildiğini söyleyebilir ki? Üstelik kendilerinin seçimi olmamasına karşın evliliklerine katlanmak zorunda kalan bu kadınların birçoğu koca dayağını normal bir olaymış gibi görmekte. Geçenlerde bir doğu ilinde kocası tarafından kulağı kesilip hastanenin bahçesine bırakılan bir kadın televizyonun haber kanallarında boy gösterdiğinde bu, batılı kadınlarımıza masal gibi gelmiş olmalı, ama işin aslı, kadınlarımızın büyük bir yüzdesinin durumu bu. O kadının kocası tarafından daha önce de defalarca dövüldüğü ve şiddete maruz kaldığını düşündükçe insanın tüyleri diken diken oluyor, fakat esas vahim durum birkaç gün sonra ortaya çıktı: Kadının gazetelere çıkan açıklaması her şeyi özetliyordu: “Kocamdır!”
Mesele şurada: Kadın kocasını çok sevdiğinden falan değil, tıpkı ülkedeki birçok kadın gibi koşulların zorlamasıyla böyle davranıyordu.
Çözüm, eğitimden ekonomik kalkınmaya, toplumsal dönüşümsellerden devrimsel karşı çıkışlara birçok etmene bağlı. Alman filozof Karl Marx yüz elli yıl kadar önce insanların yaşamlarının durumunu belirleyen şeyin ekonomi ve ekonomik bağımsızlaşma olduğunu ortaya koyduğunda bu durum, kadınlara da sınıf savaşımları içinde özgül bir tarihsel misyon yüklemişti; ancak şöyle bir fark vardı ki, kadınlar (erkekler gibi) hem kapitalizmin çarkları içinde, hem de erkekler karşısında bir ‘meta’  idi. Yani hem patronlar hem de erkekler tarafından (evde, patronun ‘koca’ olması örneğin) sömürülmekteydiler. Bu, kadınları insanlar arası hiyerarşinin içine attı; böylece ‘kadınlar’ bağımsız yeni bir sınıf haline geldi.
Ekonominin kadınların durumuna nasıl etki ettiğini, dünyanın genel bir durumuna bakarak daha iyi anlayabiliriz. Bugün dünyamızda bazı kadınlar “Sex and the City” dizisindeki kadınlar gibi bir hayat yaşarken, bazı kadınlar sırf cinsel hazdan yoksun bırakılmak için ‘kadın sünneti’ vahşetine maruz kalabiliyor.
‘Kader’ ya da “bazı insanlar şanslı doğar,” diyebilirsiniz, ama aslına bakılırsa insanların kontrolünde olan hiçbir şey ‘kader’ maskesi altına saklanamaz. Toplumların medenileşmesi onların illa sanayi uygarlığına ulaşması demek de değil üstelik. Yazının başında değindiğimiz gibi sanayi devriminden yüz yıllar kadar önce kadınların durumu, şu an dünyanın birçok köşesinde şiddete ve onur kırıcılığa maruz kalan kadınlardan daha iyiydi. Kadının kutsallığına ve analık içgüdüsüne saygı duyulan devirlerden çok uzaktayız. Makinenin icadı insanları sınıfsal bölünmelere ve kanlı savaşlara iterken, kadınları bu savaşların içinde yalnız ve erkeğe muhtaç bıraktı. Evet,  eski çağlarda da kadınlar bir yere kadar erkeğe muhtaçtı, ama en azından kadına saygıda ve onun kutsallığını içselleştirmede daha ilerideydi erkekler. Hiç yoktan, kadının kendisine muhtaçlığı sömürünün bir nesnesi değildi ve evlilik ilişkileri günümüzde olduğu gibi bir ticari anlaşmayı andırmıyordu.
Her yıl 8 Mart tarihinde Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor, ama yer küremizde böyle bir günün olduğundan dahi haberi olmayan milyonlarca kadın var. Bunun için ‘Dünya Kadınlar Günü’ yalnızca azınlıkta kalan kadınlar için geçerli. Geriye kalan kadınlar kaderin kucağına itilmemeli elbet, bu konuda ister ideolojik ister hümanist tüm görüşlerin çatışmasından ve bileşiminden ortaya çıkacak genel bir ‘kadın hakları’ mücadelesine ihtiyaç var ve klasik ‘feminist’ görüş bu konuda kendini aşmalı açıkçası. Kadınlar, kendi aralarındaki çekişmelerden ortak zemin üzerinde genel bir hak savaşına geçebilir mi? Her türlü devrimciliğin sekteye uğradığı ve küçük gruplara bölündüğü çağımızda bu kolay olmasa da, ümit her zaman vardır. Öte yandan, böylesi bir mücadele küresel bazda ve yeryüzünün her hangi bir köşesinde tek bir kadının dahi haksızlığa uğramasını kabul etmeyecek bir bilinçle başarıya ulaşabilir.         
       
  

        

24 Şubat 2010 Çarşamba

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-9 (JACK LONDON-MARTİN EDEN)

Edebiyatla haşır neşir olup, üstelik yazar olmak isteyenlerin başucu romanlarından birisi de kuşkusuz, Jack London'ın 'Martin Eden' romanıdır.
Romanlarında daha çok doğa-insan ilişkilerini anlatan Amerikalı yazarın en temel eserlerinden Martin Eden, klasik bir London romanının dışında, insanın başarmak istediği bir şeyin peşinden nasıl da tutkuyla koşabileceğinin betimlemesi.
Ancak romanın ana mesajı romanın sonunda ortaya çıkar.
Genç ve yoksul bir gemi işçisi olan Martin, hayatını kurtardığı kentsoylu ve zengin bir aileye mensup Arthur ismindeki bir gencin kızkardeşi Ruth'a daha görür görmez vurulur. Kız, kendi sınıfından olmayan kültürlü biridir. Ruth'u kendisine aşık etmek isteyen Martin, kızın evindeki kütüphanenin büyüsüne kapılıp bir yazar olmaya karar verir.
Bir yandan deli gibi okuyup yazmaya çalışan Martin, öte yandan karnını doyurabilmek için çok zor şartlarda basit işlerde çalışır.
Bu, yazar Jack London'ın yazar olma serüvenidir de aynı zamanda.
Romanın sonunda büyük bir tutkuyla kovaladığı amacına ulaşır Martin: Tanınan bir yazar olmuş, bir zamanlar imrendiği üst sınıftan insanlar çevresinde pervane olmaya başlamıştır.
Ancak tüm bunlar gerçekleşirken, hayallerini yitirdiğini fark eder genç adam. Artık ne amaç ne de tutku kalmıştır. Ve en sonunda bedenini usulca okyanusun engin sularına bırakır.
London'ın klasikleşmiş bu romanı, tutkunun insana neler yaptırabileceğini, ama son kertede ulaşılan yerde anlamsızlıkla karşı karşıya gelebileceğimizi gösteriyor bize.
Nitekim zor şartlardan kendini yaratıp büyük bir yazar olan Jack London'ın da sonu, tıpkı kahramanı Martin Eden gibi olur ve kendi elleriyle kendi canına kıyar.

9 Şubat 2010 Salı

HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM

Başlığa bakınca Ferdi Tayfur'un 80'li yıllardaki (90'lar mıydı yoksa?) meşhur şarkısını mırıldandığım sanılabilir, ama elbette öyle bir şey yapmıyorum.
Ferdi Tayfur, şarkısında taşı toprağı altın sanılan İstanbul'a karşı duyulan hayal kırıklığına bir gönderme yapıyor olabilirdi belki ama, benim bahsetmek istediğim tüm dünyada popüler hale gelen 'Farmville' isimli oyun.
Hayatım boyunca bir kaç futbol ve basketbol oyunu dışında bilgisayar oyunlarıyla aram olmadı, ama kendim oynamadığım halde, Facebook'ta insanların sanal bir çiftlik kurduğu 'Farmville'in bir oyun olmasının ötesinde sosyolojik kodlar taşıdığı kanaatindeyim.
Bilindiği üzere, insanoğlu sanayi uygarlığını kurduğundan beri, 'kırsala özlem' bazen bir hayal, bazense bir burjuva modası olarak kendini göstermiştir.
Çoğu kentlinin hayallerinde bir gün kırsala yerleşmek yatar; çünkü kırsal, kentin stresi ve başarı için ödenen bedelin karşıtı bir huzuru simgeler.
'Farmville,' isimli oyunun kentli insanda (istatistiklere göre en çok kentliler oynuyormuş) bu kadar popüler olmasının nedenini, yaşadığımız döneme keskin bir sosyolojik bakışla anlayabiliriz ancak.
Bir soru: 'Farmville' ne zaman ortaya çıktı ve popüler hale geldi?
Şiddetli etkileriyle hemen hemen tüm dünyayı saran ekonomik bunalım döneminde, değil mi?
Milyonlarca (birçoğu kentli) işsiz yığınları yaratan, dünyanın her köşesinden insanların yaşam standartlarını düşüren bu krizin, kentlilerin o ebedi 'kırsala özlem' duygusunu bir kez daha kamçıladığı muhakkak.
Uyanık bilişimciler bunu kara dönüştürecekti elbet; çünkü kapitalizm, doğasında yatan mantık gereği krizden dahi kar yaratabilme becerisine sahip bir sistem.
Bu fikir, şu soruyla daha sağlam bir temele oturtulabilir.
Küresel ekonominin çıkışta olduğu, tüm dünyada inanılmaz miktarlarda paranın döndüğü 2000'li yılların başlarında hangi bilgisayar oyunu revaçtaydı hatırlıyor musunuz?
Sim City!
Yani sanalda güzel güzel kentler kurduğumuz oyun.
Dönem, Ferdi Tayfur'un şarkısını akla getiren bir dönem.
Ve bu dönemde de, kentlere mahkum olan insanlar, hayallerini bir nebze de olsa sanalda kovalıyor.

İRAN

İran Batı'nın tüm tehditlerine karşın uranyum zenginleştirme programına devam ediyor.
Nereden bakarsanız bakın bu, İran'ın da artık bir nükleer güç olduğunu gösterir.
Amerika ve Batı dünyası bundan rahatsız doğal olarak; çünkü İran'daki gelişmeler şu anlama geliyor gerçekten de: Dünyada güç dengeleri büyük bir değişim gösteriyor.
Yüzyıllarca gücü elinde bulunduran Batı, 2008 kriziyle önce ekonomik gücünü paylaşmak zorunda kaldı (G-8 zirvesinin dışında bir de G-20 zirvesinin ortaya çıkması bunu göstermiyor mu?), şimdi de dünyayı hizaya getirmek için daima elinde bulunmuş olan nükleer gücü başkaları da üretmeye başladı.
Bir ülkenin nükleer gücünü kullanma ihtimalini düşünmek bile korkunç.
Hatta bu insanlık dışı bir bir şeydir.
Ancak İran'ı bu hale getiren aslında Batı'nın ta kendisi.
Sen bütün dünyayı kendi himayene almaya kalkarsan, bunu kabul etmeyen bazıları da korunma refleksiyle silahlanır.
İran'ın ufak tefek karizmatik lideri Ahmedinecad, uranyum zenginleştirmeyi tıp alanında kullanacaklarını söylese de, bilindiği üzere Batılıların ön yargılarını kırmak her zaman zordur.
Bunu ABD benzer bahanelerle Irak'ın altını üstüne getirirken görmüştük.
Şimdi ne olacak?
İran'a askeri müdahale çok zor görünüyor.
Çünkü, artık ABD'nin tüm dünyayı yanına alması imkansız.
Ortada bir dünya gücü olan Çin gerçeği var.
Ruslar'da soğuk savaşın sonundaki tutukluklarını üzerlerinden attılar ve öyle ya da böyle tekrar bir güç olma yolundalar.
Latin Amerika'nın eski 'muz cumhuriyetleri'n de ise esen sosyalist rüzgarlar sonucunda buralarda Sam Amca'nın elinden kayıp gitti.
Sonuç?
Dünyanın soğuk savaş sonrasında kapıldığı 'tek kutuplu dünya' düşüncesinin bir masal olduğu ortaya çıkıyor.
Çünkü tek kutuplu değil 'çok kutuplu' bir dünyaya gidişat var.
İran'a uyarıların sertleşmesi konusuna gelince...
Birileri önce kendi pisliklerini temizlemeli ki, diğerlerinin gözünde mantıklı olabilsin; öyle değil mi?

8 Şubat 2010 Pazartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-8 (J.P SARTRE-BULANTI)

Bir edebiyat eseri mi? Yoksa bir felsefe kitabı mı?
Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran büyük filozof Jean Paul Sartre'ın, felsefesi Varoluşçuluk'un edebiyat bazında temelini oluşturan romanı "Bulantı" için, 'her ikisi de,' denebilir.
"Bulantı," bir edebiyat eseri olduğu kadar, aynı zamanda bir felsefi roman.
Roman, kabaca, Antoine Roquentin isimli bir küçük burjuvanın tuttuğu günlüktür.
Roquentin yalnız bir adamdır ve tarihi bir kişilik hakkında araştırmalar yapar. Ne arkadaşı vardır, ne de sevgilisi. Cinsel ihtiyacını sosyal yaşantısına dair tek belirti olan, gittiği bir kafedeki fahişeyle giderir.
Roman, günlüğün tarihsiz yaprağıyla başlıyor.
Roquentin şöyle diyor: "Olayları günü gününe yazmak daha iyi olacak. Açıkça kavramak için bir günce tutmalı. Önemsiz gibi görünseler de küçük ayrıntıları, olaycıkları kaçırmamalı, özellikle hepsini sınıflandırmalı."
Bu önemli; keza Denis Berthholet geniş kapsamlı Sartre incelemesinde bunu, filozofun, felsefesine temel ararken yaşadığı düşünsel dağınıklığa çözüm arayışı olduğunu belirtir.
Sartre bir sistem filozofudur sonuçta.
Bir kaç tarihsiz yapraktan sonra, esas tarihli günlüğe geçtiğimizde, Roquentin günlük tutmasına neden olan olayı açıklamaya başlar.
"Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok. Herhangi bir kesinlik ya da apaçıklık gibi değil, bir hastalık gibi belirdi bu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti..."
Sayfalar ilerledikçe Roquentin bunun ne olduğunu keşfeder.
Evet, romana adını veren 'Bulantı' dır bu.
Roquentin neye karşı ve neden bulantı duyar?
Başta nesnelere karşı duyulan bulantı'nın, romanın meşhur ağaç kökü kısmında varoluşa dönük olduğu ortaya çıkar.
Bir gün bir ağacın kökünü gözlemleyen Roquentin insan varlığının köksüz olduğu düşüncesine kapılır. Ama bu köksüzlük durumunu düşündüğü içinde, aynı zamanda bilincini fark eder. Yani ağacın bir kökü vardır, o kök büyür ve ağacın kaderini tayin eder. Ağacın kaderi baştan bellidir. Oysa insanın öyle değildir. Romanın zirvesini oluşturan burada, Sartre'ın Varoluşçuluğunun ana argümanı netlik kazanıyor: İnsan varlığının kaderi önceden çizilemediğine göre, bunu insan kendisi yapacaktır; çünkü insan dünyaya geldiğinde köksüsüzdür; dünyaya atılmış bir varlıktır. Sonuç olarak Varoluşçuluğun temel savı: İnsan kendisini ne yaparsa odur.
Sartre'ın meşhur, 'Varoluş özden önce gelir,' sözü de bu duruma işaret ediyor zaten: İnsan dünyaya adım attığı anda öz'ü yoktur; hayatı boyunca eylemleri ve seçimleriyle o özü kendisi oluşturacaktır. İnsan önce var olacak, ancak öldüğünde, işte o hayatı boyunca yaptıkları (ya da yapmadıklarıyla) özünü oluşturmuş olacaktır.
Roquentin bunu fark edince bulantısını da ele geçirir. Çünkü daha önce, romanın bir yerinde, bulantının gün boyu yakasını bırakmadığından yakınır.
Bu durum Roquentin'i dünyanın saçmalığı düşüncesine teslim eder doğal olarak.
Her zaman gittiği kafede devamlı olarak aynı şarkıyı dinlemek ister:
Some of these days
You'll miss me honey!
Hayatın rutin kısır döngüsüne yapılan bir vurgudur bu.
"Bulantı" ilk kez 1938 yılında yayınlanmış.
33 yaşındaki genç Sartre'ın felsefesini oluşturmakla geçirdiği o yıllarda, Naziler de dünyayı fethetmek için ilk adımlarını atmaya hazırlanıyordu.
Savaş, Bulantı'nın yazarının hayatını değiştirir.
O, artık tarihin içinde bulur kendini. Özünü yakalamak için var oluşunu devamlı surette ileriye doğru atar; savaş sonrasında sıkı bir Marksist'tir.
Başta kabul edilmez tabii Komünistlerce; çünkü o bir bireycidir!
Ancak daha sonra var oluşunu onlara da kabul ettirir.
"Bulantı," kendisini kendinde bulmak isteyen her insana şiddetle tavsiye ettiğim mükemmel bir edebiyat eseri, ama aynı zamanda çok büyük bir felsefe kitabı.


Kaynakça:
Jean Paul Sartre-Bulantı (Can Yayınları, 3.basım, 2005)
Denis Bertholet-Sartre (İthaki Yayınları, 1.basım, 2009)