23 Ekim 2010 Cumartesi

FRANSA OLAYLARI...O KADAR UZAK MI?

Fransa'yı takip ediyor musunuz son günlerde?
Etmiyorsanız etmenizi öneririm; çünkü oradan, bir süre önce Yunanistan ve İspanya'da olduğu gibi bir isyan sesi yükselmekte son zamanlarda: 1 milyonu aşan insan; ücretli çalışanlar, öğrenciler, işçiler hep birlikte iktidar aleyhine yürüyüşler düzenliyor, sendikalar toplu greve gidiyor...
Hem de ne için biliyor musunuz?
Hükümet emekli olma yaşını 60'dan 62'ye çıkardı diye...
Evet, yanlış duymadınız; emekli olma yaşı sadece 2 yıl uzadı diye!
Türkiye'de birçok insan elbette şaşıracaktır bu duruma, çünkü son yıllarda yaşananların da gösterdiği gibi, ülkemizde "hak arama," "haksızlığa direnme" kültürü ve demokrasisinden oldukça uzağız.
Demokrasi algımız yalnızca kimlikler ve simgeler üstünden yürümeye çalışınca, o demokrasi de bir türlü rayına oturamıyor ve ister istemez tökezleyip duruyor. Oysa demokrasisi sağlıklı olan bir ülkede, koskocaman bir toplumsal özne ya da sınıfın o toplumsal özneye ait sorunları ortak bir noktada birleştirmesi, mücadeleyi birlikte yapması beklenir.
Örnek verecek olursak, türban tartışmaları bile Türkiye'de koskoca bir toplumsal özneyi (kadınlar) bölmüş, soruna "kadının toplumdaki sorunları" açısından bakılalamamıştır.
Toplumsal sorunların parçalara bölünmesi olsa olsa hegemonya ile haşır neşir güce hizmet eder ki, bu da (hegemonya), 'liberal muhafazakarlık'tır günümüzde. Mesela; Fransa, Rusya, Almanya ve Türkiye'de iktidarlar hegemonyanın sahneye attığı politikacılardan oluşmaktadır.
Ama gelin görün ki, hegemonya da tüm "şeyler" ve "olgular" gibi aynı zamanda kendi karşıtını da içinden çıkartıyor bir müddet sonra; zaten diyalektiğe göre aksi imkansız.
Latin Amerika'da birer birer iktidarı ele alan sosyalist hükümetler ve 2008 krizinden sonra birçok Avrupa ülkesinde toplumdan yükselen radikal sesler bunu ispatlıyor.
Öte yandan, yalnızca ülkemiz siyasal ve toplumsal ortamına baktığım zaman bile, neden dışarıdaki olaylara ilgimin arttığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
İnsanlarımıza sadaka ve minnet kültürünün aşılandığı, popülizmin en çok prim yaptığı, şakşakçılık ve evet efendim'ciliğin hakim olduğu mide bulandırıcı bir atmosferde yaşıyoruz.
Zira referandum döneminde küçük bir sosyalist grubun "Yetmez, ama evet" diyerek, sadaka kültürüne nasıl eklemlendiğine bile şahit olduk: "Yetmez, ama evet" demenin "Eh, madem bu kadarını veriyorsunuz, Allah razı olsun," anlamına geldiğini düşündüğümden, oyunu bir çuval kömüre satanla "yetmez, ama evet, ne yapalım?" düşüncesinde olan insan arasında bir fark göremiyorum.
Her neyse...
Uzun sözün kısası, Troçkist ("Devrim tüm dünyada olmalıdır!") görüşe katılan bir insan olarak ben, dünyanın herhangi bir köşesinden yükselen isyan çığlığına büyük bir heyecan ve umutla bakıyorum.
Bizimkilerde boş işlerle uğraşacaklarına dünyaya gözlerini açsa ne iyi olur.
Ama yok, bizim türban sorunumuz vardı değil mi?






Hiç yorum yok: