31 Ekim 2009 Cumartesi

ALBERT CAMUS,FELSEFESİ VE YABANCILAŞMA

Geçtiğimiz yüzyılın insanını en iyi anlamış ve anlatmış olan yazarların başında hiç kuşkusuz Albert Camus gelir. Cezayir asıllı Fransız yazar, savaşlar ve şiddet yüzyılında bunalan burjuvazinin moda felsefesi haline gelmiş Varoluşçuluğun, Jean Paul Sartre ile önde gelen filozoflarından birisi olmuştur. Her ne kadar kendisi daha sonradan Varoluşçu olmadığını söylemiş olsa da, Camus’nun roman, oyun ve denemelerinde irdelediği konular Varoluşçu felsefenin dışarısında tutulamaz.
Albert Camus’yu Varoluşçu filozof – edebiyatçılar arasındaki yerini almasını sağlayan en önemli eseri “Yabancı“ dır. Yabancı, yaşamındaki tüm olaylara nesnel bir şekilde yaklaşan, o zamanlar Fransız sömürgesi olan Cezayir’de yaşayan ve küçük bir memuriyet işinde çalışan Meursault adındaki toplum dışı bir anti – kahramanın hikayesidir. Meursault’un ağzından anlatılan roman, daha ilk cümlede okuyucuda soğuk duş etkisi bırakır. “Annem ölmüş bugün, belki de dün, bilmiyorum,“ diyen Meursault, yaşama bakış açısını daha romanın başında bizlere hissettirir. Daha sonra annesinin cenazesine katılmak için patronundan birkaç günlüğüne izin alan Meursault, annesinin cenazesindeki umursamaz tavırlarıyla okuyucuyu iyice kendisine çekmeye başlar. Mesela cenaze töreni sırasında Meursault’un kafasından geçenler, tüm bu işler sırasında ne kadar yorulduğu ve işler bittikten sonraki 12 saatlik tatlı bir uykunun özlemi olur. Camus, kanımca burada insanoğlunun aslında ne kadar ikiyüzlü olduğunu, insanın, annesinin cenazesinde dahi canının pekala uyumak isteyebileceğini, kahramanının ağzından anlatarak vurgulamak ister. Zaten roman, isminden de anlaşıldığı gibi topluma yabancılaşmış bir bireyi anlatmayı amaçlar. Daha sonra roman ilerledikçe görürüz ki, aslında Meursault 3 şeye yabancıdır: dünyaya, topluma ve kendisine. İşte, romanın cenazeyle geçen sayfalarında Meursault’un ilk olarak topluma olan yabancılığını anlarız.
Cenaze töreni bittikten sonra Meursault, arkadaşlarıyla birlikte bir sahil beldesine birkaç günlük bir tatile gider. Meursault yanında arkadaşıyla birlikte sahilde tartıştıkları Araplardan birini, daha sonra yalnız başına tekrar sahile dönerek silahla öldürür. Ancak cinayeti işlemesinin hiçbir nedeni yoktur. Salt sıcak bunalttığı için birini öldürmüştür, hepsi bu. Bu noktada, Albert Camus’nun “Absürd“ kavramı ve felsefesiyle tanışırız. Camus’ye göre yaşadığımız dünya anlamlandıramadığımız olaylardan meydana gelen saçma bir dünyadır. Meursault’un işlediği cinayetle yaşamın saçmalığına yapılan vurgu, romanda en yüksek boyutuna ulaşır. Meursault, mahkemede hiçbir direnç göstermez ve suçunu kabul eder. Ancak, mahkeme suçluyu işlediği cinayetten ziyade, annesinin cenazesindeki rahat ve umursamaz tavırlarla yargılar ve romanın en vurucu yerlerinden birisi de hiç kuşkusuz burasıdır. Mahkemede tanıklardan birisi, zanlının, annesinin tabutu başında büyük bir keyifle sütlü kahve içtiğini; bir başkası ise, annesinin ölümünden henüz kısa bir süre sonra sevgilisiyle güle oynaya sinemaya gittiğini anlatır. Toplum dışı olmak mahkemece en büyük suç olarak görülür ve romanın sonunda Meursault işlediği cinayetten değil de, dünyaya olan yabancılığından idam edilir.
Peki Meursault, dünyanın saçmalığının bilincinde olan birisi midir? Romanın bazı yerlerindeki kanıtlar, bize Meursault’un yaşamın absürdlüğünün farkında olduğunu gösterir. Sözgelimi, sevgilisi kendisini sevip sevmediğini sorduğunda, açık bir şekilde sevmediğini; öyleyse kendisiyle evlenip evlenmeyeceğini sorduğunda ise, evlenmekle evlenmemek arasında bir fark bulunmadığını söyler. Gene başka bir yerde, patronunun başka bir şehirdeki iş teklifini nasıl bulduğunu sorması üzerine, yaşamın her yerde aynı olduğunu, nerde yaşadığının kendisi için bir önemi olmadığını anlatır. Tüm bunlar bize Meursault’un saçma’nın bilincinde olmakla birlikte, saçmayı tüm benliğiyle yaşadığını gösterir ki, bu da Camus’nun “Absürd İnsan“ tanımına eksiksiz uyar.
Albert Camus, “Yabancı“ da işlediği yaşamın saçmalığı temasını diğer romanlarında ve denemelerinde de sorgular. Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan isimli denemeleri birtakım varoluşsal sorulara cevap aramaya çalışırken, Veba isimli romanında nihai sonucun insanın insana dayanması olduğu kanısına varır.
Sisifos Söyleni, mitolojik bir kahraman olan Sisifos’tan yola çıkarak, Yabancı’da işlenmiş olan yaşamın anlamsızlığına karşı takınılacak bir tavır ortaya koymaya çalışır. Deneme şu cümleyle başlar: “Tek bir felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.“ Albert Camus’ye göre, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Albert Camus, denemesine ismini verdiği Sisifos’un hayatını örnek alarak sorduğu soruya cevap bulmak ister. Sisifos işlediği bir suçtan dolayı tanrılar tarafından cezalandırılır. Cezası, büyük bir kaya parçasını bir dağın tepesine yuvarlayarak çıkarmaktır. Sisifos her seferinde kayayı dağın zirvesine çıkartır, ancak kaya daha sonra kendi ağırlığıyla tekrar aşağıya yuvarlanır ve kısır döngü böylece sürer gider. Kuşkusuz bu sonu gelmez eziyet Sisifos için cezaların en büyüğüdür. Ancak Sisifos kaderine isyan etmez ve bir şeyin farkına varır: Yazgısının kendi elinde olduğunun ve bunu duyumsadığında hissettiği saltık bir özgürlüğün. O halde, insan yaşamın saçmalığı ve anlamsızlığına karşı intihar ederek, bu boşluktan kurtulmalı mıydı? Hayır, diyor Albert Camus; ona göre intihar etmek ‘Absürd‘ den kaçış olacaktı. Oysa Absürd İnsan, bilinçli bir şekilde kaderini elinde tutan; saçmalık ve anlamsızlığın farkında, ama gene de önünde var olan yaşamını sürdürmesi gerekli olan insandı.
Albert Camus, Saçma (Absürd) felsefesini tamamlamaya çalışırken, Sisifos Söyleni’nde intihar’ı reddediyor, ancak denemesini, intihar’ın yerine bir şey koymayarak boşlukta bırakıyordu. Başkaldıran İnsan, kuşkusuz bu nedenle yazılmış olmalı. Başkaldıran İnsan’da Albert Camus, absürde karşı intiharı ve tanrıya sığınmayı reddettikten sonra, başkaldırmayı son çare olarak sunar. Deneme, Stalin ve Hitler gibi iki diktatörün dünyayı kana buladığı yüzyıl ortalarına doğru yazıldığından, yazar Başkaldıran İnsan demekle neyi kastettiğini, yanlış anlamalara sebebiyet verme endişesiyle olsa gerek, ayrıntılı bir şekilde açıklamaya kalkar. Camus’ye göre başkaldırmak, dünyayı kurtarma vaatleriyle ortaya çıkıp, geçici bir süre olduğunu iddia ederek insanları katletmek değildir. O daha çok, insanın kendi kuracağı bir adalet sistemine, özgürlüklere ve insan haklarına adanmış bir insan idealini gözler önüne serer denemesinde.
‘Veba‘ isimli alegorik romanı, Camus’nün Başkaldıran İnsan denemesinin romana dönüşmüş halidir desek yanlış olmaz. Romanda, ‘Veba‘, yaşamda karşımıza çıkan saçma ve hiçbir zaman anlamlandıramadığımız olayların güçlü bir simgesi olarak ortaya konmuştur. Hikaye, Cezayir’in Oran kentinde geçer. Acımasız bir ‘Veba‘ kenti kasıp kavurmakta, yakasına yapıştığı her insanın canını almaktadır. Kente giriş çıkışlar yasaklanmış, insanlar hastalığın yıkıp geçtiği kente hapsolmuşlardır. Burada iki tip insanla karşılaşırız ki, bu iki farklı düşünce, Camus’nun ‘Absürd ' e karşı sunduğu nosyonları temsil eder. Kentin pederi, sokakta, orda burda, insanlara devamlı olarak, ‘Veba‘nın işledikleri suçlardan ötürü kendilerine Tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza olduğunu, tek yapılması gerekenin avuçlarını açıp günahlarını affetmesi için Tanrı’ya yalvarmak olduğunu söyler. Bu, Camus’nun reddettiği bir tavırdır. Ona göre bizi aşan bir kavrama, Tanrı’ya sığınmak, ‘Absürd‘ün bilincinde bir insanın yapacağı bir şey olamaz. Diğer taraftan pederin tam karşısında yer alan Dr. Rieux ve bir grup arkadaşı, her ne kadar yıkıcı olsa da Veba’yla savaşılması gerektiği düşüncesindedirler ve eninde sonunda Veba’yı kentten defedecekleri inancını taşırlar. Camus’nun Başkaldıran İnsan’da bahsettiği, gerektiği zaman diğer insanlarla dayanışma içinde olan ve kendi bilincinin esiri insan işte böyledir. Romanın sonunda, Veba kenti terk ettiğinde akıl ve bilim, Peder ve onun gibi düşünenlere karşı savaşı kazanmış olur; ancak öte yandan, Rieux ve arkadaşları bir şeyin farkındadırlar: O da, Veba’nın geçici bir süreliğine kendilerini rahat bıraktığını, aslında bir yerlerde uykuya daldığını ve günün birinde gene karşılarına çıkacağıdır. Kısacası, Rieux gibileri hem Absürd’ün bilincindeki insanın haklı gururunu, hem de bunun iç sıkıntısını bir arada yaşarlar.
Albert Camus’yü de, diğer filozof, edebiyatçı veya topluma yön veren her aydın gibi, çağının olaylarına göre değerlendirmek gerekir. Camus’nün yaşadığı çağa diktatörler ve savaşlar çağıydı demek yanlış olmaz. Yazarın, işte böyle bir dönemde ‘Absürd ' felsefesini kurması bir rastlantı olamazdı kuşkusuz. O, çevresinde yaşananların anlamsızlığını berrak bir bilinçle fark etmiş; aynı, saçmalığa karşı başkaldırma argümanında dile getirdiği gibi çevresinde olan bitenlere gerekli savaşı vermiş, mesela Alman tankları Paris sokaklarını döverken, bir yer altı direniş örgütünün önde gelen kahramanlarından birisi olmuştur. Ancak Camus’nün sonu da, eserlerinde dile getirdiği saçmalık ve anlamsızlığa uygun bir şekilde, daha ellisine gelmeden genç yaşta bir trafik kazasında hayatını kaybetmek olur.
01.12.2007

17 Ekim 2009 Cumartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-1 (KNUT HAMSUN-AÇLIK)

Bir otobüs seyahati… Ankara-İzmit ya da İzmit-Ankara yolculuğu, şimdi hangisi olduğunu tam hatırlayamadığım. Yıl 2004; yer, otobüsün mola verdiği dinlenme tesisi. Uzun yol otobüs seyahatlerinde bazı mola yerlerinde kitap satılır. Yarım saatlik molalarda, çeşit her ne kadar büyük şehirlerdeki kitapçılardaki kadar çok olmasa da, bu kitapları incelemek çok keyifli oluyor. Molalarda aldığım kitaplardan bazıları ise vazgeçemediğim kitaplar haline dönüştü sonradan.
Knut Hamsun’un ‘Açlık’ romanını 2004 yılındaki nereden nereye gittiğimi tam çıkartamadığım molada aldım. Knut Hamsun… ismini duyduğum, Norveçli olduğunu bildiğim bir yazardı, ama daha önce okumamıştım. Norveç edebiyatı hakkında ise iyi kötü bir fikrim vardı: Küçük İskandinav ülkesinin dev edebiyatı. Knut Hamsun ve diğerleri: Henrik İbsen, Jostein Gaarder, İngvar Ambjornsen…


‘Açlık’ yazarın kendi otobiyografisi olarak da anlaşılabilecek, hayata yazma tutkusuyla tutunmaya çalışan, başıboş bir gencin öyküsü. Romanın başında, kirada oturduğu eve biriken borçlarını ödeyemediğinden sokağa atılan genç yazar, zamanını Oslo (romanda eski ismi ‘Kristiana’ olarak geçer) sokaklarında ve parklarında geçirir. Aç ve perişandır, ama yaşamayı sevmekte, isyan etmemektedir. Romanın bunları inanılmaz bir yalınlıkla anlatması tüylerimizi diken diken ediyor. Karnını dergilere yazdığı yazılar karşılığı gelen azıcık parayla sürdürebilir kahramanımız. Ama dilenmez, hatta elindeki birkaç kuruş parayı bile bir dilenciye verir romanın bir yerinde. 1900’lü yılların başlarında ‘Açlık,’ varlığını sonradan daha çok hissettirecek olan psikolojik romanın da temellerini atıyor olmalıydı. Aç, ama onurlu bir aydın tipinin belirişinin ilk ve en yüksek mertebesi de denebilir romanın başkişisi için. Ve bu romanı okumuş olup da, unutmuş birisi var mı bilmiyorum. Fiziksel bir açlığın inanılmaz bir gerçekçilikle anlatıldığı ve ‘saçma’ edebiyat kategorisine girebilecek olan roman, aynı zamanda ruhsal bir açlığın analojisini de yapmakta.
Çarpıcı ve kesinlikle okunması gerekli bir roman ‘Açlık’. Okumayı sevmeyene bile okumayı sevdirecek kitaplar vardır ya hani, bu kitapta onlardan birisi kanımca.

16 Ekim 2009 Cuma

TANZİMAT'I ANLAMAK

Kanımca, ülkesinin geri kalmışlığının nedenleri üstüne düşünen her Türk genci ve aydını Tanzimat dönemini doğru anlamak zorunda.
Tanzimat nedir?
Birçoğumuzun ders kitaplarından öğrendiğine göre Tanzimat, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü engellemek için Batı kurumları esas alınarak yapılan ‘batılılaşma’ hareketi.
Ne acıdır ki, ‘devrim’ diye yutturulmuş bir hareket!
Öyle bir devrim ki (!), sonunda koskoca bir imparatorluğun sömürgeleşmesine, gerilemesine ve en sonunda da dağılmasına yol açmış.
Ne düşünüyordu Tanzimatçılar? Ekonomiyi batı emperyalizminin yönetimine açmanın ve batılı kurum ve kuruluşları taklit etmenin, ‘gerileme’ için tek çözüm olduğunu.
Sonuç ortada: Mustafa Kemal ve imparatorluğun tasfiyesi.
Tanzimatçılarımız ekonomik reform(!) olarak ilkin, 1838’de İngilizlerle Ticaret antlaşması imzalar. Ekonomik olarak dışa açılmamızın, daha doğrusu kolonyalizme teslim olduğumuzun belgesidir bu antlaşma. Antlaşma, iki ülkenin aralarında eşit şartlarda uzlaşmaya vardığı bir sözleşmedir gerçi ama, durum Osmanlı açısından hiçte öyle değildir. Bu ticaret antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu batı emperyalizminin açık pazarı haline gelecek, sonu Sevr’e gidecek bir döneme girecektir. Zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Palmertson antlaşmayı “Şaheser“ olarak niteler ve bunda pekte haksız sayılmaz. Çünkü, bu antlaşmanın bazı belli başlı maddelerine göre;
1)Kapitülasyonlar devam edecek, antlaşmayla tanınacak yeni imtiyazlar, eskilerine eklenecektir.
2)Gerek iç, gerek dış ticaret amacıyla İngiliz tüccarları, ortakları ve adamları, memleketin her tarafında her çeşit emtiayı (malı) “ bilaistisna “ (istisnasız) alıp satabilecektir.
3)Emtia alımı ve nakli için tezkere istenmeyecektir. Tezkere isteyen vezirler ve memurlar, devletçe “şiddetle tedip olunacak“lar ve İngiliz tüccarların bu yüzden uğrayacakları zararlar tazmin edilecektir.
4)İngiliz tüccarı, ortakları ve adamları, iç ticarette, en imtiyazlı yerli tüccardan daha fazla vergi ödemeyecektir.
5)İhraç mallarından, ihracatın yapılacağı iskeleye kadar hiçbir vergi alınmayacak, iskelede %9 vergi alınacaktır. İskeleden ihracında %3 gümrük resmi verilecektir.
6)İthalatta yalnız %3 vergi ödenecektir. Ayrıca %2 ek vergi alınacaktır. (İşe bak, Osmanlı tüccarı dışa mal satarken %12 vergi öderken, yabancı Osmanlıya mal satarken sadece %5 vergi verecek.) İthal malları memleketin her yerine vergisiz girecek, bir yerden diğerine götürülüp getirilse dahi, vergi ödenmeyecektir.
7)Bu antlaşmanın İngiliz mallarına ve tebaasına tanıdığı imtiyaz ihlal olunmadıkça, Osmanlı Devleti, iç işlerinin yürütülmesinde “ iz’aç “ edilmeyecektir. (iz’aç; bunaltma, tedirgin etme demek)
8)İngiliz tebaası ve adamları, yalnız İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü emtiayı ülkenin her tarafında alıp satabileceklerdir.
9)Yabancı emtia, Boğazlardan serbestçe geçecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden ötekine aktarma yapılabilecek, transit serbest olacak, bu muamelelerden hiçbir vergi alınmayacaktır.
Tanzimat’la birlikte ta o zaman elimizi verip kolumuzu nasıl kaptırdığımız şimdi daha iyi anlaşılıyor.
1838 antlaşması Osmanlı Devletini sömürgeleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Prof. Ömer Celal Sarç, “Tanzimat ve Sanayimiz“ isimli kitabında, Tanzimat reformlarıyla(!) Osmanlı ekonomik hayatının nereye geldiğini çok güzel anlatmış: “ … Tanzimat ne imparatorluğun dağılmasını önleyebildi, ne de ekonomik bakımdan güçlenmesini sağlayabildi. Çünkü Tanzimatçılar batı sanayisinin hangi ekonomik ve toplumsal koşullar sonucu doğduğunu bilmiyorlardı. Öngörülen girişimlerin başarıya ulaşması için alınması gereken önlemleri de. Sanayileşmenin ya da dolayısıyla kalkınmanın şartı olduğuna inandıkları veya inandırıldıkları ekonomik liberalizmin uygulanmaya konması Türk esnafının ticarette gerilemesine, 18.yüzyılın sonlarında zaten gerilemiş olan mevcut küçük sanayinin hemen hemen çökmesine, yeni güvenceler ve haklar kazanan Hıristiyan uyrukluların Avrupa ticaret olanağından yararlanarak ticari etkinliği ellerine geçirmelerine yol açtı. Ülke yarı yarıya sömürge (gene insaflı yazmış!) yolunu tutmuştu. Toplumsal bir tabana dayanmayan bu reform hareketinin, doğal olarak, halka dönük bir yönü yoktu. Batılılaşmadan yararlanan Batı devletleri oldu; bir de azınlıklar ve güçlenen yüksek bürokrasi."
Acı ama gerçek!
Tanzimat hareketiyle birlikte devletin tepesinde bulunan kaymak tabakanın yaşantısında da birtakım değişiklikler oluyor tabii. Halk sözde reform hareketleriyle fakirlikten kırılırken, bakın tepedeki azınlık nasıl yaşıyor. Onu da Berna Moran anlatsın bize: “ …. Batı kültürünü ve yaşam biçimini yüzeyden takip etmekti onların yaptıkları. Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamlarının konaklarındaki Avrupalılaşmış yaşam biçiminin öteki kesimlere de sıçramasıyla Batı taklidi yeni bir yaşam tarzı toplumun üst tabakalarında gittikçe yaygınlaştı. Kadınlı erkekli toplantılar, balolar, Boğazda mehtap sefaları Tanzimatçıların Batılılaşma anlayışlarının bir parçasıydı.“
Batılılaşmayı ‘muasır medeniyet seviyesi’ olarak değil de bu şekilde almak, son yıllarda ortaya çıkmış olan ‘yerli,’ Anadolu burjuvazisinin bir bölümünde de görülen bir eğilim maalesef.
Tanzimatçıların ilericilik ve çağdaşlaşma anlayışları şuydu: Batı kurumlarını ülkenin sosyolojik ve ekonomik şartlarını dikkate almaksızın aynen kopyalamak ve sadece yüzeyde, yani şekilde kalan bir batıcılık. Bu düşüncenin imparatorluğu kurtarmak bir tarafa, onu büsbütün yok ettiğini reddedecek bir kimse yoktur sanırım. Bazıları diyor ki: tarihsel şartlar onu gerektiriyordu, o zaman öyle yapılması icap ediyordu demek ki. Temelsiz, kolaya kaçan, gerçekleri kabul etmek istemeyen bir yaklaşım bu. Dünya üzerinde bu tipte bir batılılaşmaya kalkışmış hiçbir ülke yoktur ki, ileri gitmiş. Hatta Osmanlı gibi tepetaklak olmuşlar; tarih bunu çok net bir şekilde göstermekte bize.
Tanzimat’la birlikte yeni bir tip devlet adamı da türüyor. Nasıl bir şey bu yeni devlet adamı? Kendi refah ve çıkarı için bağlı olduğu yerlere (siz ona Batı kolonyalizmi diyebilirsiniz) karşı köle konumuna düşmeyi kabullenmiş, arkada koskoca halkını gözünü kırpmadan aç bırakan, ‘tipik’ sömürge devlet adamı.
‘Büyük’ sıfatıyla anılan Tanzimat hareketinin mimarlarından Mustafa Reşit Paşa bu yeni tip devlet adamının ilk önemli örneği sayılabilir. Söz Doğan Avcıoğlu’nda:
“Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek idarede kariyer yapılırken, Reşit Paşa, yabancı bir devlete dayanarak kariyer yapma çığırını açmıştır. Reşit Paşa’nın koruyucusu, Türkiye’de uzun yıllar kalan ve kendisine “Sultanların Sultanı“ denilen Lord Stratford Canning’dir. Tanzimat reformlarının gerçek mimarı, Lord Stratford’dur. Lord Stratford’un Türkiye Hatıraları adlı kitapta, “Canning’in yardımıyla kabul edilmiş yasaları uygulamayan paşalar, tepetaklak olurlardı” denilmektedir. Yine aynı kitapta, Canning’in Babıali’deki nüfuzu şöyle anlatılmaktadır: ”Büyükelçinin kendilerini ziyaret edeceğini öğrenen nazırlar, girecek delik arıyorlardı. Reşit Paşa hariç, Büyükelçinin karşısında yılgınlığa kapılmayan kimse yoktu. Öbür devlet elçileriyle görüşme yapıldığı zaman, kaytarma çareleri pekala yürüyordu, ama Canning Babıali’de boy gösterdiği zaman, memurları bir korkudur alıyordu. Veziriazam bile acele toparlanıp, arzularını öğrenmek üzere telaş ve tereddütle bu azılı İngiliz’in yanına koşuyordu.“
İşte Tanzimat’ın yarattığı devlet adamı! Öyle ki, büyükelçi Canning “Türkiye’de devlet ricalinin kariyerini elinde tutmuştur…. Canning 1853’te karısına yazdığı bir mektupta, “Osmanlı Hükümeti apansız değişiverdi. Reşit’le Sadrazam azledildi. O saat Padişaha çıktım, yeniden vazifeleri başına getirildiler. “buyurmaktadır.”
Tanzimat, bu denli kişiliksizleştirmiştir idareyi.
Tanzimat reformlarının(!) Osmanlının gardını iyice düşürmesini fırsat bilen Batılılar, yeni bir hamle yaparak, bir takım ekonomik ve askeri baskılarla, yönetimin kendilerine borçlanmasını da sağlarlar. 1850’li yıllara kadar direnir Osmanlı. Çünkü parasal konularda yabancılara el açmak, Mehmet Zeki Pakalın’ın “Tanzimat’ın Maliye Nazırları” kitabında belirttiğine göre, devletin “tarihi an’anelerle sabit olan vekar ve haysiyetine” aykırı sayılıyordu.
Ancak direnme çabuk kırılır. İlk borçlanma 1854 yılında, Dent Palmer and Company aracılığıyla düzenlenir ve bunun peşi sıra borçlanma üstüne borçlanma yapılır. İşin tuhaf tarafı, borçlanmayı hükümete kabul ettiren Osmanlı devlet adamlarının, her yapılan borçlanmanın karşılığında komisyon almaları. Yani bundan şu anlam çıkmıyor mu? Yabancılar, ülkeyi borçlandırarak kendilerine bağlarken, bunu fırsat bilen bazı Tanzimat devlet adamları, bu borçlanmalardan, kendi ceplerini doldurmak suretiyle nemalanmışlar.
Komisyonlarla birlikte diğer dayatılan giderlerde düşüldüğünde, Osmanlı devletinin kasasında, borç alınan paranın ancak yarısı kalmakta.
Tanzimat aklı özetle budur.
Uzun lafın kısası…
Tanzimat’ı iyi kavramakla, 600 yıllık koca bir devletin çökmesine neden olan bir hareketin, Mustafa Kemal ve onun düşüncelerine nasıl zemin hazırladığını daha iyi anlıyoruz.
21.03.2008

14 Ekim 2009 Çarşamba

TÜRKİYE'DE SİYASİ PARTİLER NEDEN KAPATILIR?

Bir kere şu yanılgıyı düzeltmek lazım: Türkiye’de siyasi partiler, anti-laik olduğu için değil, batı karşıtı olduğu için kapatılır. Bir diğer deyişle söyleyecek olursak, geçmişte kapatılan, sözgelimi Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi gibi partilere baktığımızda, bu partilerin laiklik aleyhtarı oldukları için kapatıldıkları bir yanılgıdır. Bu partiler ve geçmişte kapatılan diğer sosyalist partilerin kapatılma nedenleri, aslında düpedüz batıya karşı, anti-emperyalist bir tavır içinde olmalarıdır.
İyi ama…
Bizim cumhuriyeti kurmak için verdiğimiz savaş batılıların emperyalist politikalarına karşı değil miydi? Evet, bunda hiçbir şüphe yok. Ancak Mustafa Kemal ölür ölmez, cumhuriyetin anti-emperyalist ve bağımsız duruşu başka bir şeye dönüştürülüyor: İçerde oligarşik bir bürokrasi yönetimine, dışarıda ise batıya bağımlılığa. Hatta bu devlet politikası haline getiriyor. Ve daha da acısı, bunu Atatürkçülük diye lanse ediyorlar. Türkiye Cumhuriyetinin devlet politikası 38’den sonra geriye, Tanzimat’a dönüşü ifade eder; yani batı taklitçisi bir batıcılık anlayışını. Oysa Mustafa Kemal “Muasır Medeniyet seviyesini yakalamak” hatta onu geçmek diyor, hedefi öyle koyuyor. Fakat bu uygarlık düzeyini yakalama işini kendimizin kotarması gerektiğine inanıyor, yabancıdan hayır gelmeyeceğini gayet iyi biliyor. 6 Mart 1922’de diyor ki mesela: “…Hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?”
İş böyle olunca, yani Kemalizm 38’den sonra özünden arındırılıp, halkla birlikte el ele yapılmış bir devrim değilmiş de, halka karşın yapılmış bir devrimmiş gibi algılanınca, Cumhuriyet bir anda seçkinci bürokratların, askeri oligarşinin ve yüksek kent burjuvazisinin ideolojisi haline geliyor. Böylece kendini dışlanmış hisseden halk, kafalarına yanlış enjekte edilen Atatürkçülüğe tavır alıyor ve bir savunma refleksi olarak dini kullanan sağ partilere yöneliyor. Bugün iktidarda olan AKP’nin, neden orada olduğunu bir türlü anlayamayan bazı şekilci/dogmacı Atatürkçülerin farkına varması gereken şey bu. 38’den sonra kendi kendilerine yarattıkları Atatürkçülük mitosu, sonunda en karşı oldukları insanlara iktidar yolunu açtı.
38’den sonra devlet politikamız batı karşıtlığını kabul etmez hale gelmiştir ya, bu halk arasında büyük tepki çektiğinden (çünkü Kemalizmin anti-emperyalist duruşu aslında halkın iliklerine işlemiştir), batıya karşı olan partileri kapatmak için yeni bir kılıf bulunmak zorunluydu. Sonuçta, şu anti-laik, bu komünist dediler ve batıya karşı olanın kafasını derhal kopardılar.
Bugün AKP kadrolarının birçoğu eski Refah Partisi kökenli. O halde Refah Partisi’nin kapatılmasını destekleyen Batı, nasıl oldu da, 2008’de AKP kapatılmasın diye kazanca kıyamet koparttı? Ve lütfen dikkat: AKP’ye kapatılma davası ne zaman açılmıştı? AB politikalarından uzaklaşıldığı zaman. AKP, gelenekçilerden kopup yeni bir parti olarak kurulurken şunu çok iyi fark etmişti: Bu ülkede batıya dayandığınız müddetçe ister dinci ve anti-laik, ister herhangi bir aşırı uçta olun, iktidara gelme şansınız vardır.
Mustafa Kemal’i halkından koparan CHP ve 38’den sonra işbaşına gelenler otursunlar kına yaksınlar şimdi…

13 Ekim 2009 Salı

İNSANLIĞIN BİTMEYEN DRAMI

İnsanlık ağacı... ya büyüyecek ya da solacak...

İnsanlık umutsuz bir durumda…
Koskoca 20 yüzyıl geride bırakmış olmamıza karşın, hala insanlar birbirini öldürüyor, hala aç bir dünyada yaşıyoruz ve hala insanlar arasında bir eşitlik yok! Bu demektir ki, insanoğlu hayvansal içgüdülerle yaşamaktan vazgeçmiş değil. Biliyorsunuz ki, hayvanların dünyasında her şey içgüdüsel olarak gelişir, akla dayanan bir yaşantı yoktur. Yani yaşamak için güçlü olmak gerekir ve kendinden güçsüzü öldürmek gayet doğaldır. Bunu “Darwinizm” olarak adlandırıyoruz. Sanayinin doğuşundan ve ilk fabrika bacasının tütmeye başlamasından sonra, olguya sosyo-ekonomik açıdan, “Sosyal Darwinizm” denir oldu ki, bu da, bildiğimiz liberalizm ve kapitalizmden başka bir şey değil. O halde, liberal bir insan, Sosyal Darwinist demektir; yani yaşamak ve başarıya ulaşmak için diğer rakiplerini yok etmesi gerekir.


Sosyal Darwinizm ya da altta kalanın canı çıksın...

Oysa, insanı hayvandan ayıran en önemli özellik, onun aklı ve düşünebilme yeteneği. Ancak insan, bu aklını, türdeşlerinin ortak çıkarı için kullanmak yerine, bireysel çıkarlarını ön plana koydukça, insanların akılla yönetilen dünyası, doğanın içgüdüleriyle işleyen hayvanlar aleminden bir üst mertebeye çıkamamış olur.


İnsan aklı sosyal Darwinizme karşı... Peki ya onca akan kan?

Unutmamalıdır ki, insan insana muhtaçtır. Geçtiğimiz yüzyılda ‘Varoluşçuluk’ gibi bir birey(ci) felsefenin dahi, nihai sonucunda bildirdiği üzere, insan, eylemleriyle diğer insanlara karşı sorumlu olmalıdır. Çok doğru; çünkü birey her ne kadar kendi var oluşunun gerçekliği içinde yaşasa da, başka insanlar var olmadıkça, eylemin içinde bir başına var olamayacaktır.

Öte yandan, bencillik içtepisinden her birey kendi iradesiyle vazgeçmelidir. Hiçbir toplum veya aygıt bir kişiyi değiştiremez, olsa olsa kendi tarafına çeker, onu kendi menfaatleri yolunda öğütür. ‘Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider’ demek, insanı insan kılan tüm değerlere yabancılaşmak, hatta onu yok saymaktır. İnsan, tüm insanlığa karşı bir sorumluluk duygusu taşıdığı zaman ancak, en güçlü biçimiyle insan olduğunu duyumsayabilir. O halde, bazı açılardan doğruluğu inkar edilemez olsa da, ‘ideolojiler öldü!’ müphem fikrinin peşine takılmak yerine, tüm insanlığa ortak fayda getirecek bir ideal üstüne düşünülmelidir. Çünkü sonuçta, ideolojiler eğer yerküreyi daha yaşanabilir bir yer kılmak iddiasıyla ortaya çıkmıştılarsa ve şimdi ideolojiler öldü diyorsak, o halde bu, insanlık rüyasının bittiğini kabullenmekten başka bir şey olmaz. Ve bu durum, şöyle bir sonuca yol açar: dünya genelinde dinlerin öneminin artmasına! Neden? Çünkü yeryüzünde insan aklıyla bir dünya cenneti kurulacağı inancını yitiren bir birey, cenneti başka yerlerde arayacak, dine sığınacaktır. Son zamanlarda dünya genelinde din olgusunun yükselişe geçmesi başka türlü açıklanamaz. Bu, geriye dönüşten başka bir şey değildir. Cenneti öte tarafta değil, bu tarafta yaşama arzusuyla aklının gücünü keşfeden insanoğlu, şimdi önemli bir yol ayrımında. Ya, daha iyi bir insanlık idealleriyle ortaya çıkmış düşünceleri öldürerek, geriye, yani doğanın kanunlarıyla işleyen bir insanlık mekanizmasına dönecek, ya da aklını başına devşirip, tüm insanlığı kurtarmak üzerine akıl ortaklığı yaparak, güçlü ve yeni(modern) insanlık idealleri kuracak.

Gidişat iyi olmasa da, insanı hayatta tutan en önemli itkilerden birisinin ‘umut’ olduğu unutulmamalı. Nasıl bir insan için nefes aldığı müddetçe ‘umut’ var ise, insanlık içinde dünyanın sonu gelmeden ‘umut’ vardır. Tabii, insanın geriye dönüp, çözümü bu dünyanın dışında aramak yerine, tekrar aklının gücüne güvenmesi ve bunu tüm insan varlığının ortak çıkarı için kullanması kaydıyla.



10 Ekim 2009 Cumartesi

AYDIN SORUMLULUĞUNUN KAPSAMI

‘Aydın’ sorumluluğunun kapsamı, yüzyıllardır tartışmalara neden olmuş, ilgi çekici bir konu.
‘Aydın’ kişi, yaşadığı ülkenin yurttaşları üzerinde bir sorumluluk taşır mı? Yoksa kendi gibi olanların oluşturduğu küçük bir azınlığın içindeki küçük bir dünyada mı yaşaması gereklidir?
Bu konuda karşımıza bağımsız ve kalkınmış ülkelerde tek, yarı-sömürge veya sömürgeleştirilmiş ülkelerde ise 2 ‘aydın’ tipi çıkıyor.
Önce, günümüzde uygarlık seviyesinde en önde olan ülkelerdeki, yani Batı Avrupa’daki ‘aydın’ tipine bir bakalım: Orada bir aydın’ın halkı üzerinde gerçekten bir etkisi olduğunu görürsünüz. Yani ‘aydın’ insan, düşünsel bazda diğer insanların hizmetindedir ve ‘aydınlığı’, ona halktan kişilerin doğruyu bulması misyonunda güçlü bir araçtır. Böylece şöyle bir sonuç ortaya çıkar ki; aydınlarla halk arasında bir derin uçurum, bir yabancılık kesinlikle görülmez. Kalkınmışlığın, uygarlaşmanın ve de en önemlisi bağımsızlıkçılığın, o ülkedeki aydın-halk ilişkisine kaçınılmaz bir etkisidir bu.
Bu argümanımı bir örnekle desteklersem sanırım daha inandırıcı olacağım. İkinci Dünya Savaşı başlamış, Paris Nazi işgali altındadır. Paris burjuvazisinin büyük bir bölümü çareyi Almanlara teslim olmakta bulurken (İlya Ehrenburg ‘Paris Düşerken’ romanında bunu çok güzel anlatır), Nazi işgaline karşı çıkıp, olayı bir yeraltı direniş örgütü kurmaya götüren adamların başında kimler gelir biliyor musunuz? Jean Paul Sartre ve Albert Camus. E, bunun nesi ilginç? diyeceksiniz. Dikkati çekmek istediğim şey şu: Bu adamlar, bilen bilir, komünistlerce bireyci bir felsefe olmakla ağır bir şekilde eleştirilen ‘Varoluşçuluğun’ babası sayılırlar! Sartre ve Camus’nün, bilhassa ilk dönem romanlarındaki çoğu kahraman, toplumsal olaylardan bihaber, yabancılaşmış, yalnız düşmüş kişilerdir. Oysa görüldüğü üzere, iş ülke çıkarlarına geldiğinde, Sartre ve Camus en kral toplumcu kesilmiş, ‘aydın sorumluluğu’ denilen olguyu iliklerine kadar yaşamışlardır.
Şimdi bundan hangi sonucu çıkarabiliriz? Bence: ‘Aydın’, hangi düşünce akımına bağlı olursa olsun, ülkesinin ve halkının çıkarlarını savunacak, ona yol gösterecek kişi olmalıdır. Bu, onun ‘aydın’ olmasının getirdiği en büyük sorumluluktur.
Yani kısacası…
'Aydın’ sorumludur...
Yarı sömürge veya resmen sömürge olmuş ülkelerde ise 2 ‘aydın’ tipi olduğundan yukarıda bahsetmiştim. Ülkemizde de durum böyle değil mi? İşte bizdeki ve bizim gibi ülkelerdeki 2 ‘aydın’ tipi.
‘Aydın’ tipi 1: Bu ‘aydınlar’, genellikle aldığı eğitimin de etkisiyle, ‘Batı’ kültürünü benimsemiş, benimsemekle kalmamış, ona yaslanmak, kendini ona teslim etmek gerektiğini öne sürerler. Böylece, bu tipte bir ‘aydın’ kendi kültüründen gelen insanları hor görmeye başlar. Çünkü kendisini başka yerlere, oraların kültürüne ait gördüğünden, kendi halkından daha üstün olduğu düşüncesine kapılır. Mesela bizimle birlikte, bazı Kuzey Afrikalı, Hindistanlı, İranlı vb… sanatçılarda da bu eğilimi görebilirsiniz. Onlar kendi kültürlerini, tarihsel ve toplumsal gerçeklerini tam olarak anlayamadan, çözümü ısrarla başka yerleri taklit etmekte, yani iğrenç bir yanılgılar batağında ararlar. Sonuç: aydınlarla halk arasında koskoca bir set ve o ülkenin aleyhine sonuçlar doğuracak onarılması zor bir yabancılaşmadır.

Gölge aydını ya da sömürge aydını, azgelişmiş ülkesindeki halka tepeden bakan biridir.

‘Aydın’ tipi 2: Bunlar ise ‘uygar’ ülkelerdeki aydınlara benzerler. Yani her türlü bağımlılığa karşı (‘aydın’ olmanın getirdiği önemli bir duruş değil midir bu?), ‘aydınlığını’ ülkesinin çıkarları için kullanan, halkını anlayan, ona doğruyu gösteren kişidir. Bu tip aydınlar, birincilerde olduğu gibi kendi halkını adam edilmesi gereken sıpa olarak görmezler. Böylece, bu tip aydınları halkın büyük bir bölümü, ‘gerçek bir aydın’ olarak adlandırır. Demek ki, diğerlerine pekte itibar etmezler.
Sizce, bizdeki aydınlardan birçoğu hangi kategoriye giriyor? Bunun cevabı, Türkiye’nin dünyadaki sosyo-ekonomik yerinin neresi olduğu ile alakalı.

8 Ekim 2009 Perşembe

ZENGİNLİK NEDİR?

Zenginlik nedir?
Her türlü metayı elde etmeye yarayacak bir maddi güce veya geniş bir nüfuza sahip olmak mı?
Kuşkusuz, kapital çarkın dişlileri arasında yaşamını sürdüren ve aslında gerçek yaşamın biraz uzağında olan birisi için zenginliğin en büyük belirtileri bunlar.
                                                                            Yüzeysel zenginlik...

Aslına bakılırsa, zenginliğin maddi refahla ilgili olmadığı felsefi açıdan ispatlanabilir bir şey. Aslında bunun için, biraz matematikten dahi yararlanabiliriz.
Şöyle ki…
Zenginliği ( maddi zenginlik ) artı bir değer olarak ele alalım. Yani zenginlik olumlu çağrışımlar yapan, yaşamımızda olmasını isteyeceğimiz bir şey. Peki mutluluk? O da arzulanan, artı bir değer. Yani insanoğlu hem zengin hem de mutlu olmayı isteyen bir varlık. O halde bu iki artı değerin, zenginlik ve mutluluğun teoride birbirine denk olması gerekirdi.
Yani…
Zenginlik = Mutluluk
Yanılgıya dair bir denklem olsa gerek bu. Bu denklemin yanlış olduğuna birçoğumuz eminizdir.
‘Yanılgının denklemi’ doğru olmuş olsaydı, zenginliğin mutluluğu, mutluluğun ise zenginliği getirmesi gerekirdi, oysa durumun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Maddi refah içinde yaşayan birçok mutsuz insan olduğu gibi, mutlu olmasına karşın hiçbir zaman zengin olamamış insanlarda var.

                                          Gerçek zenginlik için kendi değerlerimizi belirlemeliyiz.

O halde, gerçekte zenginlik ile mutluluk arasında birbirini tamamlayan bir denklik, uyumlu bir birliktelik yok. Hatta zaman zaman, birinin varlığı diğerinin yokluğuna neden olduğundan, zıt taraflarda yer aldıklarını ve genellikle birbirlerinden bağımsız kavramlar olduklarını söyleyebiliriz.
Zenginlik EŞİT DEĞİLDİR mutluluk.
ZENGİNLİK
( Peki bu aradaki koca boşluğu dolduracak şey ne? )
MUTLULUK
Maddi zenginlik bizi mutluluğa ( durumu, ‘insanoğlunun yaptığı bütün eylemlerin ardında mutlu olma isteği yatar’ şeklinde ele alırsak ) götürmediğine göre ne yapmalıyız?
Hiç kuşkusuz, ilk önce, zenginliğin maddiyatla olan ilişkisine dair olan inançlarımızı bir kenara itmekle işe başlayabiliriz.
Zenginlik, yalnızca maddi olarak algılanmadığı zaman gittikçe göreceleşir ki, çeşitlilik anlamına da geldiğinden, zenginliği bir tek maddiyata bağlamanın yanlışlığı buradan bellidir.
Yani…
                                                                                        Felsefi zenginlik...
Zenginlik = Çeşitlilik, olduğuna göre, o da = Yaşamdan duyulan haz, olmalıdır.
Bir insanın kendini zengin hissedip mutlu olabilmesi için salt sağlıklı bir yaşam sürüyor olması bile kimi zaman yeterli olabilir. Epikürcüler ve Kinikler insanlık tarihinin gördüğü en mutlu insanlardı. Bu filozoflar, mutluluğun ve zenginliğin yaşamdan alınacak hazda olduğuna inanırlar, her türlü maddi zenginliği umursamazlardı.
Modern zamanlarda Epikürcülük var olamaz mı?
‘Çağdaş Epikürcülük’ insanı zengin kılabilecek bazı davranış modellerine şunları örnek verebilirim:
Felsefeyle ilgilenmek.
Kitap okumak.
Bohemlik.
Yaşamla alay edebilmek, ondan korkmamak.
Aşık olmak.
Acı çekmek.
Dibe vurmak.
Beş parasız olunan dönemler yaşamak.
Nedensiz yere vapura binmek.
Küba’da çiftçilik yapmak.
Arjantin’de tango yapmak.
Yalnız başına şehirde turalamak.
Dilencilerle muhabbet etmek.
Delilerin davranışlarını incelemek.
Spor yapmak.
Yediğin yemeğin her lokmasının tadına varmak.
Haline şükretmek.
Mülkiyetçiliğe karşı olmak.
Özgür ruhlu olmak.
Serseri ruhlu olmak.
Düşünmek.
Şarap içmek.
Ruhunu okşayan müzikler dinlemek.
vs… vs…. listeyi sizde uzatabilirsiniz.
Herkesin böylesi bir listesi olması, neden o insanın kendini daha zengin hissetmesine yol açmasın ki?

3 Ekim 2009 Cumartesi

ÇAĞIMIZDA EĞİTİM VE KÜLTÜR

Çetrefilli bir konu bu gerçekten. Bir insanın en iyi eğitimi okulda alıp almadığı konusunda değişik fikirler olabilir hiç şüphesiz. Bu konuda kesin bir yargıya varmak ise çok ta mümkün değil; yani hem 'öyle' hem de 'böyle' diyebiliriz. Birisi sahip olduğu kültürü okuduğu okullarda da almış olabilir, başka bir yerde de. Okul, eğitimimizi ilerletmede bir yere kadar temel bir işlev görse de, bir yerden sonra yardımcı rolüne düşüyor. Bir çocuk okuma ve yazmayı ilkokulda alıyor elbet; bu temele ait olan şey, yani eğitimin arkaiki. Sonrası orta öğretim, lise ve üniversite derken, eğer akademik kariyer yapılmadıysa insanın kendisinde bitiyor.


Akademik anlamda bir eğitime sahip olmayıp ta belli bir alanda kendi çabasıyla kendisini geliştirmiş kimseye otodidakt diyoruz. Halk arasında 'alaylı' diye de hitap edilir bu kişilere, hatta aynı alanda eğitim almış bir kişiye göre daha çok sempati beslendiği görülür çoğunlukla. Otodidaktların daha çok saygı uyandırması ise, onların hırslı bir kişiliğe sahip olduklarına dair bir ipucu vermesinden kaynaklanıyor. Öyle ki, bir otodidakt'ın eğitimli bir kişiye göre daha bilgili olduğu bile görülebiliyor. Bu bize olsa olsa birşeyi gösterir kuşkusuz: zorla eğitimin sıkıcılığını.
Zorla (ya da zorunlu) eğitim dünyadaki bütün ülkelerde mevcut. Ve ne acı ki, bu zorunlu eğitimden geçen insanların pek azı aydın bir kimse olarak toplumsal yaşantıya atılıyor.
Bizde şöyle bir sözün olması tesadüf değil herhalde: "Okumuş, ama adam olamamış."
Okumuş ama adam olamamışlar dünyada her yerde mevcut maalesef. Bir ülkede ne kadar çok 'okumuş ama adam olamamış' varsa, emin olun o ülke o kadar az gelişmiştir. Yani bir ülkenin gelişmişlik düzeyine bakarken o ülkede okumuş insan sayısına değil de, okumuş ama adam olamamışların oranına bakarsak, bu bizi daha çok aydınlatır. Buna göre, hem okumuş hem de adam olmuş insan sayınız, okumuş ama adam olamamış insan sayınızı ne kadar geçiyorsa, bu söz konusu ülke için o kadar iyi.
Eğitim ve kültür okuldan geldiği kadar, sosyal ortamlardan da geliyor kuşkusuz. Okulda temeli sağlam alan bir öğrenci, toplumun içine düştüğünde omuzlarındaki yükün ne kadar farkında olursa, topluma adapte olması da o derece kolaylaşır. Ama çok iyi üniversitelerde okuyup ta, iş hayatının acımaz dişlileri arasına düştüğünde son derece zorlanan bir dolu genç var. Çok ciddi bir soruna işaret bu kanımca: eğitim sistemimizle yaşamın gerçekleri arasındaki dehşet uçuruma. Eğitim belli bir donanım veriyor insana, ama söylendiği gibi yaşama hazırlamıyor. Eğitimi yaşam için bir amaç olarak göstermenin acı sonucu ise, hayata atılındığında karşılaşılan bocalama oluyor. Oysa doğrusu, eğitimin yaşam için bir araç olması. Yaşamımızın kalitesine katkıda bulunacak bir araç. Hayatın gerçekliği ile eğitimin faydası arasındaki uçurum ancak bu mantıkla kapatılır.

Eğitimin ve kültürün içine girmek, dışarıda kalmayı gerektirmiyor illa.

Geçenlerde TV'de bir ekonomi programı izledim. Konuklardan ekonomist Deniz Gökçe çok doğru birşeyin altını çizdi: Meslek yüksek okullarının değerinin bilinmediğini, iki yıllık üniversite mezunu erkeklere kısa dönem askerlik hakkı dahi tanınmadığından, çoğu erkek öğrencinin iki yıllık okulları tercih etmediğini belirtti. Bence çok yerinde bir düşünce. İki yıllık meslek yüksek okulları bir mesleği öğretiyor insana ve bazı bölümler (tıp, hukuk, mühendislik vb...) haricinde dört yıllık okulların çoğundan daha faydalı. Bir iktisat mezununu ele alalım: bu kişi eğer kendi alanında akedemik bir kariyer yapmadıysa veya konusuyla alakalı bir işle meşgul değilse, hiç kimse bu insanı bir 'iktisatçı' olarak görmez. Oysa meslek yüksek okulunda misal X bir konuda ustalık öğrenen birisi o mesleğin sahibi olur.
Meslek yüksek okullarının görece dört yıllık üniversitelere göre avantajı, yukarıda bahsettiğim yaşam ile eğitim arasındaki farkın daha az olması. Ama bu eğitim metodu, toplumsal önyargılardan ötürü az değer görüyor ne yazık ki. Oysa işsizliğin diz boyu olduğu ülkemizde sadece bu soruna bile eğilmek bize çok yararlı olabilir. Diplomalı ama niteliksiz bir yığın genci olan bir ülkede işsizlik olması kadar doğal birşey olamaz. İşveren, neden bir genci sırf üniversite mezunu diye işe alsın ki? Kapital düşüncenin temel unsuru verimlilik olduğuna göre, işveren de kendisine en çok fayda sağlayacağına inandığı kişiyi işe alır.
Eğitim ve kültür meselesi gün geçtikçe karmaşık bir hale geliyor. Bilgi ve bilişim teknolojilerinin ilerlemesi ise, bu değerlere yeni biçimler vermeyi gerektiriyor. Bir kişinin kimliğine dair, o kişinin aldığı eğitime göre kararlar verdiğimiz bir devri geride bırakıyoruz. Eğitimin yanısıra görünür olmanın, bilgiye klasik okul yaşamı dışında ulaşılabilirliğin değer kazandığı bir çağın emekleme dönemini yaşadığımız yadsınamaz. Böylesi bir ortamda sorunlar ve aksaklıklar olması ise normal. Bakalım, hep birlikte yaşayarak göreceğiz insanlığımızın nereye yol aldığını.

1 Ekim 2009 Perşembe

YANLIŞ KULLANILAN KAVRAMLAR


Bazı felsefi, sosyolojik ve politik kavramlar var ki, anlamları farklı olsa da ismindeki çağrışımları başka olduğundan halk arasında çoğu kez yanlış kullanılırlar. Bu, birçok insandaki merak duygusunun azlığından, garip bir kolaycılığa kapılarak araştırma zahmetine katlanamamasından kaynaklanıyor olmalı. Şimdi bu yanlış kullanılan kavramların bazılarına bir göz atalım:
Popülizm: Kuşkusuz bu kelimeyi duymayanımız yoktur. O yüzden “popülizm” kelimesinin hatalı kullanımına çoğu kez yolda yürüyen iki insanın konuşmasında dahi rastlayabiliriz. Sözgelimi iki genç kız yolda yürüyorlar ve magazin dünyasında olan son gelişmeler üstüne kafa yoruyorlar. Kızlardan birisi, atıyorum, X isminde mankenin son zamanlarda televizyonlarda çok görünmesinden rahatsızdır ve arkadaşına şöyle der: “Of, bu X’de amma popülist bir kadın!“ Ve hanım kızımızın üniversite öğrencisi olduğunu varsayabiliriz. Popülizm, gerçekte politika dünyasında kullanılan ya da kullanılması gereken bir terimdir. Siyasi iktidarların ya da partilerin, kendi çıkarları uğruna halkın zayıf ve hassas olduğu noktalar üstünden siyaset yapması demektir popülizm. Hatta sözlüklerde kelimesi kelimesine “halk yardakçılığı,“ diye yazar.
Konformizm: Bu felsefi kavramın, adının da çağrışım yaptığı gibi konforuna veya rahatına düşkünlük gibi algılanması, sorup sorgulamayan bir insan için doğal olmalı. Sözde entelektüel bir tip, kendini göstermek için bu kavramı kullanırsa şaşırmayınız lütfen. Örneğimiz bir üniversitenin kantininde geçen bir muhabbetten. Ama diğer örneğimizden farkı, buranın özel bir üniversite olması ve konuşanlarda “ tikky ” diye adlandırılan bir grup öğrenci. Bizim “ tikky “ ler günlük yaşam hakkında konuşurken aradan biri, kendini en akıllı ve en bilgili sananı şöyle der: “ Ben gelemem zor işlere abi, konformistim ben, rahatımı bozamam. “ Diğer arkadaşları bilmedikleri kelimeler söyleyen bu tikky’nin, yani türdeşlerinin kültürünü takdirle karşılarlar. Konformizm, başta dediğimiz gibi felsefi bir terimdir oysa ve toplumun kalıplaşmış gelenek ve adetlerine körü körüne bağlı olma durumunu ifade eder. Konforuna düşkünlüğü değil.


Konformizm,rahatına düşkünlük değil,yeniliklere kapalılık,gelenekçi bir körlük durumudur.


Hedonizm (Hazcılık): İşte, son zamanlarda gazetelerin sosyete sayfalarında sıkça rastlanan bir kelime. Kelimeye bakınca tahmin etmeniz zor değil; zengin insanların lüks ve para içinde yaşamalarına atıfta bulunuyorlar hiç şüphesiz. Ancak sıkı durun! İşin aslının yazılan çizilenlerle yakından uzaktan alakası yok.

Yemeğini böyle bir yerde yemek güzel elbet ama,Epikürcülük için buna gerek yok.

Hazcılık, Helenizm dönemi Yunan filozoflarından Epikuros’un öncüsü olduğu bir felsefi akım. O dönemlerde filozofların cevabını aradığı soru, insanın mutluluğa nasıl ulaşacağıydı. Epikorusçular, gerçek mutluluğun insanın içinden gelebileceğine inanıyorlar, her türlü maddi unsuru reddediyorlardı. Bir düşünün, Epikurosçular bir evin bahçesinde toplanıp, ucuz şaraplar içerek gerçek bir dostluğun tadını çıkartırlarmış. Yani yalan yanlış kullanımının tam zıttı. Sözgelimi, İstiklal caddesinde hayattan bir beklentisi olmaksızın gezen, ama insanlardan ve yaşamından haz alan bir ayyaş, pekala Epikurosçu olabilir. Epikurosçuluğun ne olduğunu Alain de Botton “Felsefenin Tesellisi“ isimli kitabının “Epikurosçuluk“ bölümünde çok güzel anlatır; ilgilenenlere duyurulur.
Kinizm: Örneğimiz bir diyalog biçiminde olsun. Yer ve zaman belirtmeye gerek yok. Bunlar iki ev hanımı, biri diğerine misafirliğe gitmiş, kahvelerini içerek dertleşiyorlar. (Bir yandan da, Tv’de kadın programlarından biri oynuyor) “Geçen bir yerde bir kelime gördüm şekerim: kinizm.“
“O da ne demek.“
“Bu da soru mu? Sende bir alemsin. Kin gütmek demek bu, şekerim; bence şu X’i izleyeceğimize birazda böyle şeylerle ilgilenip kendimizi geliştirmeliyiz. Ay, bu kocasının terk ettiği zavallı kadın değil mi? Dur be, açsana şunun sesini biraz.“
Şaka bir tarafa, Kinizm de, epikurosçuluğa çok benzeyen bir felsefi akım. Kinizm, insanın erdem ve mutluluğa hiçbir değere bağlı olmadan, bütün gereksinmelerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan bir öğretidir yalnızca; kinle, kin gütmekle falan yakından uzaktan ilgisi yoktur. Ünlü kinik filozof Diyojen'e göre mutlu olmak için bir fıçının içinde yaşamak yeterliydi.

İdealizm: Gene bir felsefi kelime. Yanlış anlamanın kurbanı hep felsefi terimler mi acaba? Bu kelimeyi bilmeyen ya da üstüne fikri olmayan yoktur. Bir genç, aklı başında, ÖSS sınavına hazırlanan, gelecekte büyük hedefleri olan bir genç bu. Kahvaltıda anne babasıyla oturmuş sohbet ederken, konu kendisinin geleceğine geliyor. Gencin gözleri parlıyor, “Benim çok büyük amaçlarım var, idealist bir insanım ben,“ diyor. İdealizm basitçe, bilgide düşüncenin ve duyuların önemine vurgu yapan ve materyalizmin (maddecilik) tam karşıtı olan bir felsefedir. Ama diğer yandan, bu idealist kelimesi verdiğimiz örnekteki gencin kullandığı biçimiyle de kabul edilebilir (en azından toplum içinde ve gündelik yaşantıda). Ancak bunu Hakkı Devrim’e sormakta fayda var, ben çok emin değilim.