31 Ekim 2009 Cumartesi

ALBERT CAMUS,FELSEFESİ VE YABANCILAŞMA

Geçtiğimiz yüzyılın insanını en iyi anlamış ve anlatmış olan yazarların başında hiç kuşkusuz Albert Camus gelir. Cezayir asıllı Fransız yazar, savaşlar ve şiddet yüzyılında bunalan burjuvazinin moda felsefesi haline gelmiş Varoluşçuluğun, Jean Paul Sartre ile önde gelen filozoflarından birisi olmuştur. Her ne kadar kendisi daha sonradan Varoluşçu olmadığını söylemiş olsa da, Camus’nun roman, oyun ve denemelerinde irdelediği konular Varoluşçu felsefenin dışarısında tutulamaz.
Albert Camus’yu Varoluşçu filozof – edebiyatçılar arasındaki yerini almasını sağlayan en önemli eseri “Yabancı“ dır. Yabancı, yaşamındaki tüm olaylara nesnel bir şekilde yaklaşan, o zamanlar Fransız sömürgesi olan Cezayir’de yaşayan ve küçük bir memuriyet işinde çalışan Meursault adındaki toplum dışı bir anti – kahramanın hikayesidir. Meursault’un ağzından anlatılan roman, daha ilk cümlede okuyucuda soğuk duş etkisi bırakır. “Annem ölmüş bugün, belki de dün, bilmiyorum,“ diyen Meursault, yaşama bakış açısını daha romanın başında bizlere hissettirir. Daha sonra annesinin cenazesine katılmak için patronundan birkaç günlüğüne izin alan Meursault, annesinin cenazesindeki umursamaz tavırlarıyla okuyucuyu iyice kendisine çekmeye başlar. Mesela cenaze töreni sırasında Meursault’un kafasından geçenler, tüm bu işler sırasında ne kadar yorulduğu ve işler bittikten sonraki 12 saatlik tatlı bir uykunun özlemi olur. Camus, kanımca burada insanoğlunun aslında ne kadar ikiyüzlü olduğunu, insanın, annesinin cenazesinde dahi canının pekala uyumak isteyebileceğini, kahramanının ağzından anlatarak vurgulamak ister. Zaten roman, isminden de anlaşıldığı gibi topluma yabancılaşmış bir bireyi anlatmayı amaçlar. Daha sonra roman ilerledikçe görürüz ki, aslında Meursault 3 şeye yabancıdır: dünyaya, topluma ve kendisine. İşte, romanın cenazeyle geçen sayfalarında Meursault’un ilk olarak topluma olan yabancılığını anlarız.
Cenaze töreni bittikten sonra Meursault, arkadaşlarıyla birlikte bir sahil beldesine birkaç günlük bir tatile gider. Meursault yanında arkadaşıyla birlikte sahilde tartıştıkları Araplardan birini, daha sonra yalnız başına tekrar sahile dönerek silahla öldürür. Ancak cinayeti işlemesinin hiçbir nedeni yoktur. Salt sıcak bunalttığı için birini öldürmüştür, hepsi bu. Bu noktada, Albert Camus’nun “Absürd“ kavramı ve felsefesiyle tanışırız. Camus’ye göre yaşadığımız dünya anlamlandıramadığımız olaylardan meydana gelen saçma bir dünyadır. Meursault’un işlediği cinayetle yaşamın saçmalığına yapılan vurgu, romanda en yüksek boyutuna ulaşır. Meursault, mahkemede hiçbir direnç göstermez ve suçunu kabul eder. Ancak, mahkeme suçluyu işlediği cinayetten ziyade, annesinin cenazesindeki rahat ve umursamaz tavırlarla yargılar ve romanın en vurucu yerlerinden birisi de hiç kuşkusuz burasıdır. Mahkemede tanıklardan birisi, zanlının, annesinin tabutu başında büyük bir keyifle sütlü kahve içtiğini; bir başkası ise, annesinin ölümünden henüz kısa bir süre sonra sevgilisiyle güle oynaya sinemaya gittiğini anlatır. Toplum dışı olmak mahkemece en büyük suç olarak görülür ve romanın sonunda Meursault işlediği cinayetten değil de, dünyaya olan yabancılığından idam edilir.
Peki Meursault, dünyanın saçmalığının bilincinde olan birisi midir? Romanın bazı yerlerindeki kanıtlar, bize Meursault’un yaşamın absürdlüğünün farkında olduğunu gösterir. Sözgelimi, sevgilisi kendisini sevip sevmediğini sorduğunda, açık bir şekilde sevmediğini; öyleyse kendisiyle evlenip evlenmeyeceğini sorduğunda ise, evlenmekle evlenmemek arasında bir fark bulunmadığını söyler. Gene başka bir yerde, patronunun başka bir şehirdeki iş teklifini nasıl bulduğunu sorması üzerine, yaşamın her yerde aynı olduğunu, nerde yaşadığının kendisi için bir önemi olmadığını anlatır. Tüm bunlar bize Meursault’un saçma’nın bilincinde olmakla birlikte, saçmayı tüm benliğiyle yaşadığını gösterir ki, bu da Camus’nun “Absürd İnsan“ tanımına eksiksiz uyar.
Albert Camus, “Yabancı“ da işlediği yaşamın saçmalığı temasını diğer romanlarında ve denemelerinde de sorgular. Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan isimli denemeleri birtakım varoluşsal sorulara cevap aramaya çalışırken, Veba isimli romanında nihai sonucun insanın insana dayanması olduğu kanısına varır.
Sisifos Söyleni, mitolojik bir kahraman olan Sisifos’tan yola çıkarak, Yabancı’da işlenmiş olan yaşamın anlamsızlığına karşı takınılacak bir tavır ortaya koymaya çalışır. Deneme şu cümleyle başlar: “Tek bir felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.“ Albert Camus’ye göre, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Albert Camus, denemesine ismini verdiği Sisifos’un hayatını örnek alarak sorduğu soruya cevap bulmak ister. Sisifos işlediği bir suçtan dolayı tanrılar tarafından cezalandırılır. Cezası, büyük bir kaya parçasını bir dağın tepesine yuvarlayarak çıkarmaktır. Sisifos her seferinde kayayı dağın zirvesine çıkartır, ancak kaya daha sonra kendi ağırlığıyla tekrar aşağıya yuvarlanır ve kısır döngü böylece sürer gider. Kuşkusuz bu sonu gelmez eziyet Sisifos için cezaların en büyüğüdür. Ancak Sisifos kaderine isyan etmez ve bir şeyin farkına varır: Yazgısının kendi elinde olduğunun ve bunu duyumsadığında hissettiği saltık bir özgürlüğün. O halde, insan yaşamın saçmalığı ve anlamsızlığına karşı intihar ederek, bu boşluktan kurtulmalı mıydı? Hayır, diyor Albert Camus; ona göre intihar etmek ‘Absürd‘ den kaçış olacaktı. Oysa Absürd İnsan, bilinçli bir şekilde kaderini elinde tutan; saçmalık ve anlamsızlığın farkında, ama gene de önünde var olan yaşamını sürdürmesi gerekli olan insandı.
Albert Camus, Saçma (Absürd) felsefesini tamamlamaya çalışırken, Sisifos Söyleni’nde intihar’ı reddediyor, ancak denemesini, intihar’ın yerine bir şey koymayarak boşlukta bırakıyordu. Başkaldıran İnsan, kuşkusuz bu nedenle yazılmış olmalı. Başkaldıran İnsan’da Albert Camus, absürde karşı intiharı ve tanrıya sığınmayı reddettikten sonra, başkaldırmayı son çare olarak sunar. Deneme, Stalin ve Hitler gibi iki diktatörün dünyayı kana buladığı yüzyıl ortalarına doğru yazıldığından, yazar Başkaldıran İnsan demekle neyi kastettiğini, yanlış anlamalara sebebiyet verme endişesiyle olsa gerek, ayrıntılı bir şekilde açıklamaya kalkar. Camus’ye göre başkaldırmak, dünyayı kurtarma vaatleriyle ortaya çıkıp, geçici bir süre olduğunu iddia ederek insanları katletmek değildir. O daha çok, insanın kendi kuracağı bir adalet sistemine, özgürlüklere ve insan haklarına adanmış bir insan idealini gözler önüne serer denemesinde.
‘Veba‘ isimli alegorik romanı, Camus’nün Başkaldıran İnsan denemesinin romana dönüşmüş halidir desek yanlış olmaz. Romanda, ‘Veba‘, yaşamda karşımıza çıkan saçma ve hiçbir zaman anlamlandıramadığımız olayların güçlü bir simgesi olarak ortaya konmuştur. Hikaye, Cezayir’in Oran kentinde geçer. Acımasız bir ‘Veba‘ kenti kasıp kavurmakta, yakasına yapıştığı her insanın canını almaktadır. Kente giriş çıkışlar yasaklanmış, insanlar hastalığın yıkıp geçtiği kente hapsolmuşlardır. Burada iki tip insanla karşılaşırız ki, bu iki farklı düşünce, Camus’nun ‘Absürd ' e karşı sunduğu nosyonları temsil eder. Kentin pederi, sokakta, orda burda, insanlara devamlı olarak, ‘Veba‘nın işledikleri suçlardan ötürü kendilerine Tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza olduğunu, tek yapılması gerekenin avuçlarını açıp günahlarını affetmesi için Tanrı’ya yalvarmak olduğunu söyler. Bu, Camus’nun reddettiği bir tavırdır. Ona göre bizi aşan bir kavrama, Tanrı’ya sığınmak, ‘Absürd‘ün bilincinde bir insanın yapacağı bir şey olamaz. Diğer taraftan pederin tam karşısında yer alan Dr. Rieux ve bir grup arkadaşı, her ne kadar yıkıcı olsa da Veba’yla savaşılması gerektiği düşüncesindedirler ve eninde sonunda Veba’yı kentten defedecekleri inancını taşırlar. Camus’nun Başkaldıran İnsan’da bahsettiği, gerektiği zaman diğer insanlarla dayanışma içinde olan ve kendi bilincinin esiri insan işte böyledir. Romanın sonunda, Veba kenti terk ettiğinde akıl ve bilim, Peder ve onun gibi düşünenlere karşı savaşı kazanmış olur; ancak öte yandan, Rieux ve arkadaşları bir şeyin farkındadırlar: O da, Veba’nın geçici bir süreliğine kendilerini rahat bıraktığını, aslında bir yerlerde uykuya daldığını ve günün birinde gene karşılarına çıkacağıdır. Kısacası, Rieux gibileri hem Absürd’ün bilincindeki insanın haklı gururunu, hem de bunun iç sıkıntısını bir arada yaşarlar.
Albert Camus’yü de, diğer filozof, edebiyatçı veya topluma yön veren her aydın gibi, çağının olaylarına göre değerlendirmek gerekir. Camus’nün yaşadığı çağa diktatörler ve savaşlar çağıydı demek yanlış olmaz. Yazarın, işte böyle bir dönemde ‘Absürd ' felsefesini kurması bir rastlantı olamazdı kuşkusuz. O, çevresinde yaşananların anlamsızlığını berrak bir bilinçle fark etmiş; aynı, saçmalığa karşı başkaldırma argümanında dile getirdiği gibi çevresinde olan bitenlere gerekli savaşı vermiş, mesela Alman tankları Paris sokaklarını döverken, bir yer altı direniş örgütünün önde gelen kahramanlarından birisi olmuştur. Ancak Camus’nün sonu da, eserlerinde dile getirdiği saçmalık ve anlamsızlığa uygun bir şekilde, daha ellisine gelmeden genç yaşta bir trafik kazasında hayatını kaybetmek olur.
01.12.2007

Hiç yorum yok: