13 Ekim 2009 Salı

İNSANLIĞIN BİTMEYEN DRAMI

İnsanlık ağacı... ya büyüyecek ya da solacak...

İnsanlık umutsuz bir durumda…
Koskoca 20 yüzyıl geride bırakmış olmamıza karşın, hala insanlar birbirini öldürüyor, hala aç bir dünyada yaşıyoruz ve hala insanlar arasında bir eşitlik yok! Bu demektir ki, insanoğlu hayvansal içgüdülerle yaşamaktan vazgeçmiş değil. Biliyorsunuz ki, hayvanların dünyasında her şey içgüdüsel olarak gelişir, akla dayanan bir yaşantı yoktur. Yani yaşamak için güçlü olmak gerekir ve kendinden güçsüzü öldürmek gayet doğaldır. Bunu “Darwinizm” olarak adlandırıyoruz. Sanayinin doğuşundan ve ilk fabrika bacasının tütmeye başlamasından sonra, olguya sosyo-ekonomik açıdan, “Sosyal Darwinizm” denir oldu ki, bu da, bildiğimiz liberalizm ve kapitalizmden başka bir şey değil. O halde, liberal bir insan, Sosyal Darwinist demektir; yani yaşamak ve başarıya ulaşmak için diğer rakiplerini yok etmesi gerekir.


Sosyal Darwinizm ya da altta kalanın canı çıksın...

Oysa, insanı hayvandan ayıran en önemli özellik, onun aklı ve düşünebilme yeteneği. Ancak insan, bu aklını, türdeşlerinin ortak çıkarı için kullanmak yerine, bireysel çıkarlarını ön plana koydukça, insanların akılla yönetilen dünyası, doğanın içgüdüleriyle işleyen hayvanlar aleminden bir üst mertebeye çıkamamış olur.


İnsan aklı sosyal Darwinizme karşı... Peki ya onca akan kan?

Unutmamalıdır ki, insan insana muhtaçtır. Geçtiğimiz yüzyılda ‘Varoluşçuluk’ gibi bir birey(ci) felsefenin dahi, nihai sonucunda bildirdiği üzere, insan, eylemleriyle diğer insanlara karşı sorumlu olmalıdır. Çok doğru; çünkü birey her ne kadar kendi var oluşunun gerçekliği içinde yaşasa da, başka insanlar var olmadıkça, eylemin içinde bir başına var olamayacaktır.

Öte yandan, bencillik içtepisinden her birey kendi iradesiyle vazgeçmelidir. Hiçbir toplum veya aygıt bir kişiyi değiştiremez, olsa olsa kendi tarafına çeker, onu kendi menfaatleri yolunda öğütür. ‘Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider’ demek, insanı insan kılan tüm değerlere yabancılaşmak, hatta onu yok saymaktır. İnsan, tüm insanlığa karşı bir sorumluluk duygusu taşıdığı zaman ancak, en güçlü biçimiyle insan olduğunu duyumsayabilir. O halde, bazı açılardan doğruluğu inkar edilemez olsa da, ‘ideolojiler öldü!’ müphem fikrinin peşine takılmak yerine, tüm insanlığa ortak fayda getirecek bir ideal üstüne düşünülmelidir. Çünkü sonuçta, ideolojiler eğer yerküreyi daha yaşanabilir bir yer kılmak iddiasıyla ortaya çıkmıştılarsa ve şimdi ideolojiler öldü diyorsak, o halde bu, insanlık rüyasının bittiğini kabullenmekten başka bir şey olmaz. Ve bu durum, şöyle bir sonuca yol açar: dünya genelinde dinlerin öneminin artmasına! Neden? Çünkü yeryüzünde insan aklıyla bir dünya cenneti kurulacağı inancını yitiren bir birey, cenneti başka yerlerde arayacak, dine sığınacaktır. Son zamanlarda dünya genelinde din olgusunun yükselişe geçmesi başka türlü açıklanamaz. Bu, geriye dönüşten başka bir şey değildir. Cenneti öte tarafta değil, bu tarafta yaşama arzusuyla aklının gücünü keşfeden insanoğlu, şimdi önemli bir yol ayrımında. Ya, daha iyi bir insanlık idealleriyle ortaya çıkmış düşünceleri öldürerek, geriye, yani doğanın kanunlarıyla işleyen bir insanlık mekanizmasına dönecek, ya da aklını başına devşirip, tüm insanlığı kurtarmak üzerine akıl ortaklığı yaparak, güçlü ve yeni(modern) insanlık idealleri kuracak.

Gidişat iyi olmasa da, insanı hayatta tutan en önemli itkilerden birisinin ‘umut’ olduğu unutulmamalı. Nasıl bir insan için nefes aldığı müddetçe ‘umut’ var ise, insanlık içinde dünyanın sonu gelmeden ‘umut’ vardır. Tabii, insanın geriye dönüp, çözümü bu dünyanın dışında aramak yerine, tekrar aklının gücüne güvenmesi ve bunu tüm insan varlığının ortak çıkarı için kullanması kaydıyla.



Hiç yorum yok: