30 Eylül 2009 Çarşamba

KİŞİSEL GELİŞİM SEKTÖRÜ


Kişisel gelişim kitapları, kitap piyasasında kendi başına bir sektör olmuş durumda. Kitapevlerinde en geniş bölümlerden birçoğu kişisel gelişim kitaplarına ait. Aslında sadece kitap olarak bakmamak lazım olaya; kişisel gelişim olgusu, kendi başına koskoca bir ekonomi haline gelmiştir.
İş bu noktaya nasıl geldi? Kısaca bir bakalım: 20.yy başlarında kapitalizm, Amerika’da en vahşi dönemlerini yaşıyordu. Ortaya birtakım zenginler çıkmış, çok geniş bir orta sınıf oluşmuştu. Ancak ortaya çıkan zenginlik, bu orta sınıflarda bir tatminsizlik duygusunu da ortaya çıkarmıştı. Kapitalizm’in çarkları işlemeye başladıkça orta tabakadan insanlar zenginleşiyor, ama bunun mutluluk getirmediğini fark ediyorlardı. Kişisel gelişim düşüncesi işte ta o zamanlarda, yani 20.yy başlarında, ABD’de ortaya çıkıyor. Dale Carnegie çığırı başlatan kişidir. Carnegie’nin kitapları, insanların hayatlarını nasıl daha iyi yaşayacaklarına dair fikirlerden oluşuyordu.
Ancak, önce orta tabakadan insanlara hitap ettiği düşünülen bu kişisel gelişim sektörü, sonradan kapitalizmin eline düşünce, onun sistemi devam ettirme aracına dönüştü
.
Nasıl?

Kapitalizm geliştikçe, bazı insanların zenginleşmesine karşın, geniş kitlelerin yoksullaştığı görülüyordu. Bu geniş kitleler, yani halk, her an ayaklanabilirdi ve bu kapitalizmin istemeyeceği bir şeydi kuşkusuz. İşte böylece, kişisel gelişim ve ilerleme olgusu, ekonomik durumu iyi olmayan insanlara karşı, ‘umut aşısı’ olarak kullanılmaya başlandı. Kapitalizmin nimetlerinden faydalanamayan geniş kitleler, kapitalizm sayesinde zenginleşmiş bazı azınlık sınıfını kendisine örnek alırsa ve bir gün kendisinin de o türden başarılara ve zenginliğe ulaşabileceği duygusu uygun bir şekilde enjekte edilirse, o insan, kapitalizmin, içinde bulunduğu kötü durumun aslında en büyük nedeni olduğunu düşünemeyecekti bile.

Hepsi birbirinin kopyası olan kişisel gelişim kitapları incelendiğinde, bu gayet net bir şekilde görülecektir. O kitaplarda hep başarı öyküleri yer alır. Yani mesela adamın biri çok yoksulken, amacının peşinde hırsla ve azimle koşmuş, kitapta yer alan fikirleri(?) uygulayarak zenginleşmiştir. Önce bu güzel bir dille anlatılır, arkasından da şuna benzer bir cümleyi okursunuz: “Sende başarabilirsin!” Ve bunu iyice desteklemek için, “O (yani bilmem kim) başarmıştı!” denir genellikle. Böylece, bu kitapların sunduğu büyülü dünyaya kendine kaptıran bir birey, sistemi sorgulayamayacak bir duruma gelecektir. Çünkü kendisinin de bir gün, o başarı öykülerinde anlatılan kişiler gibi olacağına inandırılm
ıştır.
Peki diyeceksiniz ki, e insanın kendini geliştirmesi ve bu tipte kitapları okuması kötü bir şey mi?

Çok samimi bir şekilde söylüyorum ki: ‘İnsanın kendini geliştirmek istemesi hiçte kötü bir şey değildir!’

Yukarıda anlattıklarımla, kişisel gelişim kitaplarının neye ve kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğine parmak basmaya çalıştım. Aynı şeyleri allayıp pullayıp, süsleyerek, dönüp dolanıp tekrar anlatmak neyin nesi? Bu oluşturulan ‘kişisel gelişim rant ekonomisi’, kuşkusuz sistemin devam etmesi için gereklidir.

Oysa insanı ilerletecek şey, devamlı surette başarı empoze edilen bireysel gelişime kendini kaptırmakla değil, hayatı etiyle kemiğiyle yaşamakla gerçekleşir. Belki bir felsefe, belki bir edebiyat, belki bir bohem ruh bireysel hayatlarımızı daha yaşanabilir kılabilir.
Yaşamın anlamı, ekonomik bir kişisel başarıya endeksli değildir ve belki de, yaşamımızı mutlu bir şekilde sürdürme yolunda atacağımız ilk adım, bunun farkına varmak olacaktır.

MÜNEVVER OLAYI VE EDEBİYATTA CİNAYET

Edebiyatta yaşanan cinayetlerin nüvesi olarak gerçek hayattaki cinayetlere göre bir farkı olsa da, gerçeği edebiyat vasıtasıyla anlamaya çalışmak bizi gerçeğe biraz olsun daha yaklaştırabilir.


Edebiyatta cinayet derken polisiye Amerikan romanlarındaki cinayetleri kastetmiyorum elbet, çünkü o romanlardaki cinayetlerde öne çıkan her zaman olay örgüsünün karmaşıklığı olmuştur. Bu ise genellikle gerçeğe yakın bir durum. Oysa bazı edebi eserler cinayeti hep felsefi bir akılla araştırmıştır. Dostoyevski’nin entelektüel katillerini çekici kılan şey, onların cinayeti bir deneme metodu olarak kullanıp tutkularını anlama yolunu seçmelerinde yatar. Bu kahramanlarda en büyük tutku, kendini kendinde var edip bunu tüm insanlığa karşı ortaya koymaktır. Raskolnikov bir hukuk öğrencisiydi; hukuk ve adalet dağıtmayı kendisine meslek seçen bir genç olarak yaşlı tefeci kadını para uğruna öldürdüğünde, adaleti ve ona dair kavramları yerle bir eden acı bir ironiyi ortaya koyuyordu. Raskolnikov ve doğal olarak Dostoyevski’nin yaşadığı dönem Rusya’sına bir göz atalım: yeni bir dönüşüm yaşıyordu bu ülke o zamanlar; gelecekteki proleter devrime zemin hazırlayan bir kapitalist ilerleme alıp başını gitmiş, bürokrasi yerini yeni para babalarına, sanayicilere bırakmaya başlamıştı. Böylesi bir ortamda bir hukuk öğrencisi bir şeyin bilincine varır: bu toplumda hukuk okuyarak bir yere varamazsın. İnsanlara göstermek lazımdır varoluşunu; hayır, nasıl olduğu değil, bunun gerçekleşip gerçekleşmemesidir önemli olan. Yaşlı kadını neden öldürdüğü sorulduğunda şöyle yanıtlar bunu: “Napolyon olmak istemiştim!” Napolyon olmak hukukçu olmaya göre insanlar arasında daha itibarlı bir kimlik sağlar çünkü. Ama Raskolnikov’un salt amacı Napolyon ile simgeleştirdiği bir varoluşun pırıltısını göstermek değil, yalnız ve yalnız ‘bu, böyledir’ i ortaya koymaktır. Metafizik mesaj açık: yaşadığımız ortam güçlü olduğumuzu göstermeye itiyor bizi. Bunun için bir insanı öldürmek dahi makbuldür. Bir canı almak zor bir karardır bilindiği üzere. Raskolnikov bunun bilincindedir. Son derece şeytansı bir zekaya sahiptir ve birinin ölümüne karar verme cesaretini, Tanrı olma üzerine metafizik bir düşe bağlar. ‘Napolyon’ demekle yetinir o yüzden, ama aslında Tanrı olup olamayacağını merak eder. Führer’in Avrupa’da ayak izleri duyulduğunda, Dostoyevski’nin bu derin kahramanının “a priori” olmaktan çıktığı ve daha da somutluk kazandığı ortaya çıktı. Raskolnikov işlediği cinayet vasıtasıyla ortaya koyduğu varoluşuyla geleceği göstermişti insanlığa. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, 20.yüzyılda gördüğümüz diktatörler makinenin icadıyla metafizik bir Tanrıyı yeryüzüne indirme rüyasını görmüştü. Ve Raskolnikov’da bu yüzden edebiyat dünyasının en önemli katilidir. O, cinayeti, insanlığın durumunu ve gittiği yolu gösteren bir araç olarak kullanmıştır.
Dostoyevski’nin bir diğer katili olan ‘Karamazov Kardeşler’in İvan Karamazov’u da Raskolnikov’la benzer özellikler gösterir. O da Raskolnikov gibi okumuş bir gençtir; felsefeye meraklıdır ve yazar olmak ister. Bir dergiye ise politik köşe yazıları yazar. Ancak o, Raskolnikov’dan daha farklı bir varoluşa işaret eder. Babasını evin üvey çocuğu ve uşağını gaza getirip öldürtmesi şunu gösterir: Raskolnikov Tanrı olmak için cinayet işlerken, İvan aynı eylemi Tanrı’yı öldürmek için kullanır. Romandaki baba Karamazov figürü Tanrı’yı simgeler ki, malumunuz Dostoyevski babasının zulmünden ve otoritesinden nefret eden biriydi. Raskolnikov ile İvan’ın farklılığını ortaya koyan nedenler toplumsal düzlemde de kendini şöyle gösterir: Raskolnikov nasıl ki işlediği cinayetle dönemin liberal Rusya’sını temsil ediyor ve gelecekte insanlık için tehlikeli olacak bir durumu gösteriyorsa, İvan’da bu tehlikelerin yıkılmasının Tanrı’yı öldürmekten geçtiğini göstermek ister. Onun metafizik imgeleminin gösterdiği yol ise 1917 Bolşevik devrimini imler. Marks’ta Hegelci bir tarih (diyalektik) akışıyla ilerleyen zaman Dostoyevski’nin bireyci kahramanlarında da benzer bir paralel gelişme gösterir. Raskolnikov’un arzularından (para ve Napolyon gibi, insanlığın gözünde bir kahraman olma) doğan liberal toplumsal düzenin simgesi (en büyük dayanağı Tanrı’dır), İvan’da Tanrısız (sosyalist) bir düzene dönüşür. Şöyle de diyebiliriz: Raskolnikov Fransız devriminin, İvan’sa Bolşevik devriminin prototipleridir.
20.yüzyılın başlarında toplumsal ilişkiler ekonomiye, Marksist ve kapitalist sistemlerin kutuplaşmasına ve savaşımlarına göre şekillenince, sayıları gün geçtikçe çoğalan ve köylüyken kentlileşen insanlık büyük bir bunalımın ve boşluğun içine düştü. Dünyanın iki ayrı parçaya bölünmesi, kanlı savaşlar ve katliamlar insan varoluşunun anlamını arayan felsefi akımları öne çıkartınca, cinayetlerin edebiyattaki biçimi de farklılaştı. Artık katil, yeni bir şeyin farkındadır: Dünya ve onun kurduğu sistemler anlamsızdır. İnsan varoluşu dışlanmıştır ve onu yeniden elde etmek, yeni biçimler vermek gerekir: Mearsault! Camus’nün Yabancı romanının cinayet işleyen anti kahramanı. Yer: o dönemde Fransız sömürgesi olan Cezayir. Bir sahil kenti, deniz, kum ve sıcak… Arkadaşlarının yanına tatil için gelen Mearsault sahilde bir Arap’ı öldürüyor. Nedeni yok; açıklayabildiği tek neden güneşin kendisini bunaltması. Her türlü duygulardan arınmış, yaşamın anlamsızlığının bilincinde (bilinçli bir bilinçsizlik) bir katil bu seferki. Varoluşçu bir birey, 20.yy kentli insanı.
Çağımız. Kitle iletişim devriminin, teknolojinin, bireyselden örgütsele her türlü terörün dünyanın dört bir yanına kök saldığı yeni bir değişim döneminin ilk yılları. Sancılı ve acı olması normal. Münevver cinayeti çağının bir olayı, buna hiç şüphe yok. Bunu nasıl adlandıracağız: Cem’in psikolojisinin yerinde olmadığını söylemek yeterli mi? Böylesi cinayetler dedikodulara malzeme konusu olmanın ötesine geçebilir mi? Durum şu an çok ümitli değil. Cinayetin arkasındaki anlam arayışı teknoloji çağının felsefi düşünceyi yadsımasıyla zorlaşıyor. Aydınlanma çağından günümüze kadar toplumsal yaşayışların ve ekonomik sistemlerin temeli filozoflarca atıldı. Oysa şimdi toplumsal olayları dedikodu yaparak anlamaya çalıştığımız bir çağdayız. İnsanlık hiç bu kadar yüzeyselleşmemişti. Yazık oluyor insanlığa. Akıl çağı yerini dedikodu çağına bırakıyor.
Münevver cinayetinin baş aktörlerinden Cem Garipoğlu kimdir ve neden bir cinayet işler? Neden kız arkadaşının başını keser? 20.yüzyıl ulusların birbirine şiddet uyguladığı bir dönemken, 21.yüzyıl bireylerin birbirine şiddet uyguladığı bir devre dönüştü ve bu cinayeti çağının bir olayı yapan da işte budur. Çağımızın kült romanlarından ‘Dövüş Kulübü’ n de anlatılan şeyi bir hatırlayalım: Bir grup insan (hali vakti yerinde kişilerdir bunlar) pata küte birbirlerine girişerek rahatlarlar. Günümüz bireysel şiddet olgusunun edebiyatla buluştuğu ilk romanlardan birisidir Dövüş Kulübü. Ancak umalım ki, bu dönem bir geçiş dönemi olsun insanlık açısından ve bireysel şiddet ise bir ara durak. Bu geçecek ve tarih başka bir yöne akmaya başlayacak kuşkusuz. Münevver cinayeti gibi olaylarda çağının acı anılarından birisi olarak kalacak. Peki tüm bu olanlarda suçlu kim? Suçlu elbette, günümüzde düşünsel hiçbir şey üretmeyen, teknolojiyi yaşamlarımızı kolaylaştıran bir araç olarak görmeyip de, hayatımızın en büyük anlamı haline getiren biz insanoğlu. Düşünmek değil de dedikodu yapan insanoğlu; felsefeyi unutup psikoloji’ye bel bağlayan insanoğlu; Sartre değil de Blackberry üreten insanoğlu, üretmeyip tüketen insanoğlu, harekete geçmeyip çevresine aval aval bakan biz… insanoğlu…

28 Eylül 2009 Pazartesi

KADINLAR NE İSTERMİŞ?

Modern zamanların ortaya çıkışıyla birlikte insan ilişkileri de devasa boyutlara ulaştı. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde varlıklar arası enformasyon sanayi devrimi sonrası kadar büyük olmadı. Bunun sonucunda ise psikoloji ve psikanaliz bilimlerinin doğuşu kaçınılmaz bir hal aldı. Çünkü sanayi toplumu insanında bilinçaltı, devrimin getirdiği yeni bir tür ahlakın (küçük burjuva veya mülkiyet ahlakı diyebiliriz) karanlığına doğru ötelendi. Bu karanlığa gömülen bilinçaltının ortaya çıkartılması ise zorunluydu, aksi takdirde yeni kurulan ahlakı yıkmaya dönük doğal eğilimlerin önüne geçilemezdi. Sistem kendini korumaya yönelik bir eğilim gösterince insanı anlama isteği arttı doğal olarak. İnsan doğasına dair sorular gırla gitti 20.yüzyılda. Freud’lar, Jung’lar, Reich’ler, Adorno’lar bu dönemde doğdu.
Endüstriyel modernizm kadının da öz-biçimini değiştirince, bu bilimler ister istemez kadın, onun doğası ve karşı cinsle ilişkileri mevzularına da el attı. Büyük bir dönüşümün eşiğinde olan insanlığın ruhunun tatmin edilmesi gerekliydi. Kadınlar bu süreçte erkeklere göre daha büyük bir boşluğa düştü. Tarihe yön vermede hiçbir zaman itici bir rol oynamamış olan kadınlar, sanayi devrimi sonrasında değişen yaşam koşullarıyla kimliklerini yeniden tanımlama (feminist akımların 20.yüzyılda batı toplumlarında ortaya çıkması bir tesadüf değildi elbet) şansına sahip oldular. Ve zamanla, dönüşümün ilk yıllarında bile ancak hemşirelik, ebelik, sekreterlik gibi sınırlı sayıda işlerle ekonomik hayata katılan kadınlar, günümüzde, şirketlerde üst düzey yöneticiler olmaya, kimi ülkelerde en tepede politika yapmaya başladılar.
Bu gelişmeler sonunda, insanın doğasını anlamaya yönelik bilimler kadını da anlamak istedi. Artık çalkantılı bir hale gelen ve eskiye göre daha eşit şartlarda oynanan kadın-erkek ilişkileri eril psikanaliz dünyasında o meşhur, popüler soruyu ortaya attı: Kadınlar ne ister?
Evet, bu kesinlikle popüler bir soruydu ve kapitalizmin tüketim ruhuna hitap ediyordu. Kapitalist toplum erkeğin tüketmesini tüketmeye başlayınca kadının tüketmesini arzuladı: moda, lüks, ilişkilere rasyonel (eskiden kadınların kendisini koruyup kollayacak ve üreme içgüdüsü gelişkin bir erkek ararken, şimdi cüzdanının şişkinliğini önemsemesi vb…) yaklaşım, cinsiyetlerin metalaşması ve sanki bir alıcı-satıcıların bulunduğu pazarda ortaya konması böyle belirginleşti.
Freud yaşamı boyunca kadınların ne istediğini anlamaya çalıştı, ama hiçbir zaman aradığı cevapları bulamadı. Bulamaması ise çok normaldi. Çünkü büyük psikanalist çağının adamıydı ve belli şablon soruları, belli dayatma kalıplar içerisinde çözümlemeye çabalıyordu. Öncellerini reddeden bir buluş ileriye gidememeye ve olduğu yerde donup kalmaya mahkumdur. Acaba Freud, Schoupenhauer’i okumuş muydu? Veya okuduysa onu ciddiye almış mıydı? Bunun cevabının ‘evet’ olması çok cılız bir ihtimal. Schoupenhauer bir filozof olarak kadının ne istediğini “Aşkın Diyalektiği” kitabında yanıtlıyor aslında. Üstelik ünlü aşk filozofunun böyle bir konunun üstüne Freud kadar düştüğünü dahi söyleyemeyiz. İşte felsefe ile psikanaliz bir kez daha karşı karşıya. Ve felsefeden yana değil de, arkaik temeli çok bulanık olan psikanalizden yana olmak, insana ve ilişkilere dair soruları yanıtlamamızı her zaman zorlaştıracaktır.

picasso-avignon'lu kadınlar

İddiam: Freud ve ardılları gibi düşünerek, diğer yandan çağınızın felsefi dinamiğini anlamadıkça kadınların ne istediği sorusunu ömrü billah yanıtlayamazsınız; hem de bu isteğinizi şarkı ya da film adlarına vermekten başka bir şey gelmez elinizden. Bu (Kadınlar ne ister?) soruya anlam addeden, zaten endüstriyel toplumun yerli yersiz anlam arama ve bu anlamları doğalarına koşut olarak tüketme arzusundan başka bir şey değil.
Kadının ne istediğinin anlaşılması arzusunun bazen tutku haline dönüşmesine yol açan nedenlerden birisi de erkeklerin naifliği maalesef. Böyle bir erkekse muhtemelen sanayi toplumunun prototip erkeğinden başka birisi değil. Kravatlı ve para peşinde koşan adam kadının ne istediğini keşfetme arzusu duyuyor; oysa eski çağlarda ekmeğini topraktan çıkartan adam, kadına doğanın içinden, onun yasalarını yadsımadan bakıyordu. O yüzden de kadının ne istediği gibi saçma sapan konularla uğraşmıyordu. Çünkü onun doğasında kadın kadındı ve erkekte erkek. O zamanlar kadın, hayatının erkeğinin peşinde koşan bir dişiyken, şimdi erkek hayatının kadınının peşinden koşan bir eril. Bu tavır, erkeği erilleştiren, yani erkeksileştiren bir duruma işaret ediyor ve erkeğin erkek olarak varlığını kabul etmiyor. Ve işte böylece, modern zamanların erkeği, kadınlar ne ister diye keşfe çıkarken zavallı ruhunu böylesi gereksiz işlerle yıpratıyor.

26 Eylül 2009 Cumartesi

MAALOUF:ORYANTALİST Mİ?ORTADOĞU'NUN GURURU MU?

Lübnan doğumlu Fransız vatandaşı Amin Maalouf ülkemizde tanınan ve sevilen bir yazar; bende kendisini çoğu Türk okuru gibi “Semerkant” isimli popüler tarihi romanıyla tanıdım. Son kitabı “Çivisi Çıkmış Dünya” ile kendisi hakkındaki düşüncelerim daha bir netlik kazanmaya başladı.
Maalouf’un yazınsal başarıları Ortadoğu coğrafyasından çoğu insanı olduğu gibi beni de heyecanlandırıyor. Ama romantik bir alkış değil kuşkusuz bu konudaki yöntemim. Hatta yazarın bu denemesinde yer yer oryantalizm tuzağına kapılmış olması ise çok acı.
“Çivisi Çıkmış Dünya” da çok güzel tespitler var, evet; bu inkar edilemez. Sözgelimi Batı’da yaşayan Müslüman göçmenlerin radikal İslam’a doğru nasıl kaydığı üzerine anekdotlar yerinde: Batı’nın göçmenleri ötekileştirici politikaları, kendi dil ve kültürlerini göçmenlerinkiyle olumlu yönde kaynaştırmak yerine yaşam biçimlerini ulaşılmazmış gibi bir mertebeye oturtmaları ve göçmenleri dışlayan tavır. Bunu ise, Sovyetlerin dağılma sürecinden sonrasıyla ilişkilendirmesinde de haklı Maalouf. Çift kutuplu bir dünyanın sona ermesinden sonra, ideolojilerin yerini kimliğin aldığı inancına kapılan insanlar sarılacak bir şey aradı; Müslümanlar için ise bu, İslam’dan başka bir şey olamazdı. Maalouf’un başarılı analizlerinden birisi de, Doğu toplumlarının neden ilerleyemediği üzerine. Bu toplumlarda Meşruiyet olgusunun halktan geçtiği doğru; ama halkların her zaman doğruyu yanlış seçtiğinin de. Atatürk analizleri ise, ülkemizde yerli yersiz Atatürk’e dil uzatan, onu hiçbir zaman anlayamamış dangalaklar söz konusu olduğunda çok saygı uyandırıyor. Mustafa Kemal zamanında Batılılarca ezilip parçalanmış toplumlarda halkın meşruiyetini kazanmanın tek yolu, halkı uyandırmak, kaybettiği özgüveni kazandırmaktan geçiyordu. Atatürk’ün başardığı şeyin bir Lübnanlı yazarca tespiti gerçekten de çok sevindirici.
Gelgelelim Amin Maalouf kitabında her konuda haklı değil. Yazara göre Marksizm 90’dan önce kalmış, tarihte yitip gitmeye mahkum bir anıdan başka bir şey değil. Yanlış. Bu düşünce o kadar yüzeysel ki, çok başarılı bir kitabı bile sıradanlaştırabilecek bir şey bu. Yazarın derinlemesine anlamadığı ve üstünkörü bir bilgisi olduğu izlenimi uyandıran bir şey hakkında bu kadar kesin yargıda bulunması kabul edilemez. Hayır, sayın Maalouf, bugün dünyada yaşanan yoksulluk ve eşitsizliklerin nedeni Sovyetler deneyimi değil, o öve öve bitiremediğiniz ve tek gerçek ekonomik model olarak gördüğünüz küresel kapitalizm. Maalouf, tüm insanların refaha kavuştuğu bir dünya hayal ediyor. İyi de, zaten bu hayali kurarak ortaya çıkan kapitalizm değil Marksizm’di. O halde bir insan nasıl hem bütün dünyanın refaha kavuşmasını isteyip, hem de eşitsizliklerin ve azınlığın aşırı zenginliğinin çoğunluğun yoksulluğuna neden olan bir sistemi insanoğlunun peşinden gitmesi gereken tek model olduğu kanısına varır?
Amin Maalouf 1990 sonrasında ortaya çıkan ve sürü psikolojisine kapılıp, ortaya konan modelin alternatifsiz olduğunu sanan aydınlardan sanırım. Bu bir gerçeği ortaya çıkarıyor kanımca: Marksizm’de diyalektik olan akıl, neo-liberal görüşü benimseyen ve katı tutumlarını hiçbir zaman esnetemeyen aydınlarda dogmatizme kayıyor. Kendilerinin şiddetle savunduğu, hiçbir dönemde tarihin bu denli hızlı akmadığı tezine ise aykırı bir şey bu.