30 Eylül 2009 Çarşamba

MÜNEVVER OLAYI VE EDEBİYATTA CİNAYET

Edebiyatta yaşanan cinayetlerin nüvesi olarak gerçek hayattaki cinayetlere göre bir farkı olsa da, gerçeği edebiyat vasıtasıyla anlamaya çalışmak bizi gerçeğe biraz olsun daha yaklaştırabilir.


Edebiyatta cinayet derken polisiye Amerikan romanlarındaki cinayetleri kastetmiyorum elbet, çünkü o romanlardaki cinayetlerde öne çıkan her zaman olay örgüsünün karmaşıklığı olmuştur. Bu ise genellikle gerçeğe yakın bir durum. Oysa bazı edebi eserler cinayeti hep felsefi bir akılla araştırmıştır. Dostoyevski’nin entelektüel katillerini çekici kılan şey, onların cinayeti bir deneme metodu olarak kullanıp tutkularını anlama yolunu seçmelerinde yatar. Bu kahramanlarda en büyük tutku, kendini kendinde var edip bunu tüm insanlığa karşı ortaya koymaktır. Raskolnikov bir hukuk öğrencisiydi; hukuk ve adalet dağıtmayı kendisine meslek seçen bir genç olarak yaşlı tefeci kadını para uğruna öldürdüğünde, adaleti ve ona dair kavramları yerle bir eden acı bir ironiyi ortaya koyuyordu. Raskolnikov ve doğal olarak Dostoyevski’nin yaşadığı dönem Rusya’sına bir göz atalım: yeni bir dönüşüm yaşıyordu bu ülke o zamanlar; gelecekteki proleter devrime zemin hazırlayan bir kapitalist ilerleme alıp başını gitmiş, bürokrasi yerini yeni para babalarına, sanayicilere bırakmaya başlamıştı. Böylesi bir ortamda bir hukuk öğrencisi bir şeyin bilincine varır: bu toplumda hukuk okuyarak bir yere varamazsın. İnsanlara göstermek lazımdır varoluşunu; hayır, nasıl olduğu değil, bunun gerçekleşip gerçekleşmemesidir önemli olan. Yaşlı kadını neden öldürdüğü sorulduğunda şöyle yanıtlar bunu: “Napolyon olmak istemiştim!” Napolyon olmak hukukçu olmaya göre insanlar arasında daha itibarlı bir kimlik sağlar çünkü. Ama Raskolnikov’un salt amacı Napolyon ile simgeleştirdiği bir varoluşun pırıltısını göstermek değil, yalnız ve yalnız ‘bu, böyledir’ i ortaya koymaktır. Metafizik mesaj açık: yaşadığımız ortam güçlü olduğumuzu göstermeye itiyor bizi. Bunun için bir insanı öldürmek dahi makbuldür. Bir canı almak zor bir karardır bilindiği üzere. Raskolnikov bunun bilincindedir. Son derece şeytansı bir zekaya sahiptir ve birinin ölümüne karar verme cesaretini, Tanrı olma üzerine metafizik bir düşe bağlar. ‘Napolyon’ demekle yetinir o yüzden, ama aslında Tanrı olup olamayacağını merak eder. Führer’in Avrupa’da ayak izleri duyulduğunda, Dostoyevski’nin bu derin kahramanının “a priori” olmaktan çıktığı ve daha da somutluk kazandığı ortaya çıktı. Raskolnikov işlediği cinayet vasıtasıyla ortaya koyduğu varoluşuyla geleceği göstermişti insanlığa. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, 20.yüzyılda gördüğümüz diktatörler makinenin icadıyla metafizik bir Tanrıyı yeryüzüne indirme rüyasını görmüştü. Ve Raskolnikov’da bu yüzden edebiyat dünyasının en önemli katilidir. O, cinayeti, insanlığın durumunu ve gittiği yolu gösteren bir araç olarak kullanmıştır.
Dostoyevski’nin bir diğer katili olan ‘Karamazov Kardeşler’in İvan Karamazov’u da Raskolnikov’la benzer özellikler gösterir. O da Raskolnikov gibi okumuş bir gençtir; felsefeye meraklıdır ve yazar olmak ister. Bir dergiye ise politik köşe yazıları yazar. Ancak o, Raskolnikov’dan daha farklı bir varoluşa işaret eder. Babasını evin üvey çocuğu ve uşağını gaza getirip öldürtmesi şunu gösterir: Raskolnikov Tanrı olmak için cinayet işlerken, İvan aynı eylemi Tanrı’yı öldürmek için kullanır. Romandaki baba Karamazov figürü Tanrı’yı simgeler ki, malumunuz Dostoyevski babasının zulmünden ve otoritesinden nefret eden biriydi. Raskolnikov ile İvan’ın farklılığını ortaya koyan nedenler toplumsal düzlemde de kendini şöyle gösterir: Raskolnikov nasıl ki işlediği cinayetle dönemin liberal Rusya’sını temsil ediyor ve gelecekte insanlık için tehlikeli olacak bir durumu gösteriyorsa, İvan’da bu tehlikelerin yıkılmasının Tanrı’yı öldürmekten geçtiğini göstermek ister. Onun metafizik imgeleminin gösterdiği yol ise 1917 Bolşevik devrimini imler. Marks’ta Hegelci bir tarih (diyalektik) akışıyla ilerleyen zaman Dostoyevski’nin bireyci kahramanlarında da benzer bir paralel gelişme gösterir. Raskolnikov’un arzularından (para ve Napolyon gibi, insanlığın gözünde bir kahraman olma) doğan liberal toplumsal düzenin simgesi (en büyük dayanağı Tanrı’dır), İvan’da Tanrısız (sosyalist) bir düzene dönüşür. Şöyle de diyebiliriz: Raskolnikov Fransız devriminin, İvan’sa Bolşevik devriminin prototipleridir.
20.yüzyılın başlarında toplumsal ilişkiler ekonomiye, Marksist ve kapitalist sistemlerin kutuplaşmasına ve savaşımlarına göre şekillenince, sayıları gün geçtikçe çoğalan ve köylüyken kentlileşen insanlık büyük bir bunalımın ve boşluğun içine düştü. Dünyanın iki ayrı parçaya bölünmesi, kanlı savaşlar ve katliamlar insan varoluşunun anlamını arayan felsefi akımları öne çıkartınca, cinayetlerin edebiyattaki biçimi de farklılaştı. Artık katil, yeni bir şeyin farkındadır: Dünya ve onun kurduğu sistemler anlamsızdır. İnsan varoluşu dışlanmıştır ve onu yeniden elde etmek, yeni biçimler vermek gerekir: Mearsault! Camus’nün Yabancı romanının cinayet işleyen anti kahramanı. Yer: o dönemde Fransız sömürgesi olan Cezayir. Bir sahil kenti, deniz, kum ve sıcak… Arkadaşlarının yanına tatil için gelen Mearsault sahilde bir Arap’ı öldürüyor. Nedeni yok; açıklayabildiği tek neden güneşin kendisini bunaltması. Her türlü duygulardan arınmış, yaşamın anlamsızlığının bilincinde (bilinçli bir bilinçsizlik) bir katil bu seferki. Varoluşçu bir birey, 20.yy kentli insanı.
Çağımız. Kitle iletişim devriminin, teknolojinin, bireyselden örgütsele her türlü terörün dünyanın dört bir yanına kök saldığı yeni bir değişim döneminin ilk yılları. Sancılı ve acı olması normal. Münevver cinayeti çağının bir olayı, buna hiç şüphe yok. Bunu nasıl adlandıracağız: Cem’in psikolojisinin yerinde olmadığını söylemek yeterli mi? Böylesi cinayetler dedikodulara malzeme konusu olmanın ötesine geçebilir mi? Durum şu an çok ümitli değil. Cinayetin arkasındaki anlam arayışı teknoloji çağının felsefi düşünceyi yadsımasıyla zorlaşıyor. Aydınlanma çağından günümüze kadar toplumsal yaşayışların ve ekonomik sistemlerin temeli filozoflarca atıldı. Oysa şimdi toplumsal olayları dedikodu yaparak anlamaya çalıştığımız bir çağdayız. İnsanlık hiç bu kadar yüzeyselleşmemişti. Yazık oluyor insanlığa. Akıl çağı yerini dedikodu çağına bırakıyor.
Münevver cinayetinin baş aktörlerinden Cem Garipoğlu kimdir ve neden bir cinayet işler? Neden kız arkadaşının başını keser? 20.yüzyıl ulusların birbirine şiddet uyguladığı bir dönemken, 21.yüzyıl bireylerin birbirine şiddet uyguladığı bir devre dönüştü ve bu cinayeti çağının bir olayı yapan da işte budur. Çağımızın kült romanlarından ‘Dövüş Kulübü’ n de anlatılan şeyi bir hatırlayalım: Bir grup insan (hali vakti yerinde kişilerdir bunlar) pata küte birbirlerine girişerek rahatlarlar. Günümüz bireysel şiddet olgusunun edebiyatla buluştuğu ilk romanlardan birisidir Dövüş Kulübü. Ancak umalım ki, bu dönem bir geçiş dönemi olsun insanlık açısından ve bireysel şiddet ise bir ara durak. Bu geçecek ve tarih başka bir yöne akmaya başlayacak kuşkusuz. Münevver cinayeti gibi olaylarda çağının acı anılarından birisi olarak kalacak. Peki tüm bu olanlarda suçlu kim? Suçlu elbette, günümüzde düşünsel hiçbir şey üretmeyen, teknolojiyi yaşamlarımızı kolaylaştıran bir araç olarak görmeyip de, hayatımızın en büyük anlamı haline getiren biz insanoğlu. Düşünmek değil de dedikodu yapan insanoğlu; felsefeyi unutup psikoloji’ye bel bağlayan insanoğlu; Sartre değil de Blackberry üreten insanoğlu, üretmeyip tüketen insanoğlu, harekete geçmeyip çevresine aval aval bakan biz… insanoğlu…

Hiç yorum yok: