21 Haziran 2009 Pazar

KAFAMA TAKILAN BİR KAVRAM: "KİTSCH"


“Kitsch” kavramı, “Cogito” isimli bloguma, son zamanlarda “Cadde Kızları” ve “Bir Yapımcılık Komedisi: Aşk-ı Memnu” başlıklı yazılarımı yazdıktan sonra, “acaba blogum “kitsch” e mi dönüşüyor?” kaygısıyla aklıma takıldı ister istemez. “Cogito” ismi verilen bir blogun, isminden de anlaşılacağı üzere felsefi olarak alınabilecek sorunlara eğilmesi beklenirken, günceli, popüleri yazması ironik bir duruma işaret edebilir, ama sorun, “kitsch” e doğru kayıp kaymamakla alakalı. Sorgulamak, sorgulamak ve gene sorgulamak “kitsch” i aşabilir, çünkü “kitsch” en azından, düşünen bir kişinin düşeceği derin ve içinden çıkılmaz bir tuzak olmasa gerek.

Bir soru: Hıncal Uluç “kitsch” e bir örnek midir? Bence, evet; bilhassa, köşe yazarı olmak insanların gözünde entelektüel bir birikimi ve saygınlığı gerektiriyorsa. Çünkü genel bir yargıya göre, kişinin eline aldığı gazetedeki herhangi bir köşe yazarını okuması, onun düşünmeye itilmek istediğine işaret eder. Hıncal Uluç’u “kitsch” yapan şeyse, üzerinde taşıması gereken entelektüel sorumluluk ile insanları manipüle etmek için gazetedeki köşesini kullanması arasındaki uyumsuzluktur. Eğer Hıncal Uluç ülkenin büyük gazetelerinden birinde yazar olmasaydı “kitsch” e dönüşmeyecekti belki de. Burada önemli olan, “aydın sorumluluğu ve kapsamı” ile “eylemler” (yazarın yazdığı yazılar) arasındaki ikilemin denge noktasında bulunmasıdır.


"Kitsch” in kültür ve sanat hayatımızı geçtim, artık gündelik yaşamımıza dahi girmesi 80 sonrasında ağırlık kazanıyor. Büyük kentlerde gecekondulaşmanın artmasıyla aynı paralellikte gelişen arabesk kültürü ve bunun kendi kültürümüzmüş gibi benimsenmesi örnek gösterilebilir. Aynı yıllarda ivme kazanan Serbest Pazar ekonomisi de “kitsch” kültürünün ülkemizde oturmasına büyük katkıda bulunmuştu. Dar bir perspektiften ve görece olarak zenginleşen Türkiye’de ortaya çıkan görgüsüzlük ve şekilcilik “kitsch” i alabildiğine sağlam zemine oturttu. O yılların Türk filmlerinden ise buram buram “kitsch” akıyordu. Sonra 90’lar 80’leri, yeni milenyum ise yüzyılın son 10 yılını takip etti. “Kitsch” önce ülkemizde ve sonrada küreselleştiği söylenen dünyanın büyük bir bölümünde, kısaca her yerdeydi artık. Üstelik bu, kapitalizmin ruhuna uygun bir insanlığı benimsediyseniz ve de zenginleşmeniz üretimden çok tüketime dayanıyorsa kaçınılmaz bir sondur. “Kitsch” çevrenizi sarmaya görsün, eğer kendinizde “kitsch” in bir parçası olmayı seçmediyseniz, bir süre sonra bunalımdan bunalıma sürüklenir, sığınacak bir alan ararsınız kendinize. Bu çoğu zaman, bilime, sanata, edebiyata ya da felsefeye dair bir yer olur. Çünkü bunların büyük çoğunluğunun ortak çabası, dünyayı, insanı, toplumu daha iyi anlamak ve anlamlandırmak üzerinedir.


“Kitsch” feodal toplumdan sanayi toplumuna ve onun dayattığı yeni kültüre geçiş aşamasında ortaya çıkan bir kavram. Bu olgu, yeni bir boyuta geçen insan ya da toplumların, düşünce ve eylemlerindeki gerçeklikle, sahnelediği kurgusal yaşamdaki çatışma ile görünürlük kazanır. “Kitsch” in bütününü oluşturan nesneler veya insanlar, çoğunlukla bir tiyatro sahnesinin dekoruna ve oyunu ortaya koyan varlıklara dönüşürler. “Kitsch” e takıntılı olanların önde gelenlerin birisi Milan Kundera’dır. ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ romanında bolca kafa yürütür “kitsch” üstüne. Onun tanımına göre “kitsch”: “Varoluşla kesin olarak uzlaşmanın önerdiği estetik ülkü, bokun reddedildiği ve herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. Bu estetik ülkünün adı “kitsch” dir.”

Dedik ya hani, “kitsch” Türkiye’de 80’den sonra oturmuştur diye, boşuna değil. Avangart bir kültür olma dürtüsüyle ortaya çıkan 80’ler depolitize gençliğini ele alalım: yeni yaşam biçimleri aslında taklitten öte değildi ve bu, “kitsch” in tanımıyla bire bir örtüşen gerçekliğe denk düşüyordu. Günümüzde ise “kitsch” in küreselleşmesi söz konusu olabilir. Mesela “Cadde Kızları” yazımda bahsettiğim “prototip” dünyanın farklı bölgelerinden aynı özellikleri taşıyabiliyor.

“Kitsch” vardır ve onu var eden yalnızca entelektüeller değildi artık. Olgunun kemikleşmesi için gerekli olan, yeni bir insan modelinin yaratılması ve bunun toplumun büyük bir kesimine yayılmasıydı. İngiltere’de de böyle oldu bu: 20.yy başlarında zaten sanayileşmiş toplum, kırdan kente göçün artmasıyla iyice burjuvalaşmış ve köklü aristokrasi tarafından “kitsch” olarak aşağılanmıştı. Ancak “Kitsch” in burjuva ikiyüzlülüğü olarak algılanması, aristokrasinin varlığından çok, bir olgunun doğal gelişim yasalarıyla alakalı olabilir.

Blogumun “kitsch”leşip “kitsch”leşmemesinin kafama takılmasıysa, içimi burada rahatça boşalttıktan sonra artık söz konusu değil. Zaten blog, insanın içindekileri özgürce yazabilme yeri, kendine ait bir serbest atış alanı değil mi? İsmi “cogito” ya da başka bir şey olsun…

20 Haziran 2009 Cumartesi

ÖFGE ile UNUT

“İrite” ya da “irite etmek,” sinirlendirmek veya kızdırmak anlamına gelen ve dilimize Fransızca “irrité” kelimesinden girmiş bir sözcüktür. Oysa aynı anlama gelen ve kökeni İngilizcedeki “irritate” sözcüğü olan “irrite,” yer yer, “gıcık eden,” “kızdıran” anlamlarına da gelebiliyor.
Aman canım, arada ne fark mı var? Yani bir “r” harfinden başka… Üstelik Öfge için bilgiyi tecrübe etmek, yaşamakla eşdeğerdi.
“İrite etme beni Öfge!” haykırışı arabanın havasızlığı içinde boğulurken, Öfge karşısındaki erkeğe sahte bir şaşkınlıkla bakmaktaydı. Bu, ne ilk kez duyduğu kelimeden, ne de bir süredir sevgilisi olan adamın, gözleri önünde cereyan eden değişiminden kaynaklanıyordu. Öfge yaşadığını hissetti bir an ve ansızın gülümsedi: mutluydu, çünkü yaşamakla kalmıyor, yaşamayı tecrübe ediyordu aynı zamanda.
Yaşamsal bir hırs ya da adına ne derseniz deyin, hükmetme arzusu insanın öznel perspektifinde küçük kaymalar ortaya çıkarabiliyor. Bir kamu kuruluşunda müfettiş olarak çalışan Unut, duruma iyi bir örnekti. Şöyle ki; işinin denetlemekle ilgili ağırlığını özel yaşamının içine sokuyordu. Gözden kaçırdığı noktaysa, insanın özel yaşamının, yani kişiye ait olan subjektif alanın, toplumsal yaşantıda elde edilen statüleri pekte kolay kabul etmiyor oluşuydu. Öte yandan bu durum, yalnızca bir durumda, Unut tarafından “irite eden” konumuna indirgenen Öfge’nin, aynı zamanda iki “r” ile söylenen “irrite” (yani İngilizcedeki “irritate”) olmasıyla netlik kazanıyordu.
Öfge şimdi bağırıyor: “Yeter artık!”
Yolun kenarına park edilmiş araba tartışmanın şiddetiyle neredeyse hareket edecekti. Unut sustu kısa bir süreliğine; aklından ne geçiyordu kim bilir. Öfge ani tepkisine kendisi de şaşırıyor. Ama altta kalmak istemiyordu; sevgilisinin gereksiz kıskançlıklarının bir kendine güvensizlik belirtisi olabileceğinin farkında değildi henüz, çünkü bu kısa hikayedeki olay yaşandığı sırada Unut’a aşıktı ve bilindiği üzere, aşk, geçici de olsa insanın gözlerini kör edebilir.
Elini direksiyona vuruyor ve “Söyle bana!” diye böğürüyor Unut.
Öfge sakin olmaya çalışıyor, ancak dişlerini sıkıyordu büyük bir ihtimalle. “Neyi söyleyeyim Unutcuğum?” diyor içini çekerek.
Unut avazı çıktığı kadar, “O şerefsiz müdürün sana asıldığını!” diyor.
Öfge’nin “irite eden” den “irite olan” a yumuşak bir geçişini sağlayabilirdi bu, ancak hiçte öyle olmuyor. İçinden, “Evet, bana asılıyor ve bende ona asılıyorum,” demeyi ne çok arzuladığını düşünüyor ama, bu sözler gerçekte ağzından çıkmıyor. Bazı ilişkiler böyledir: tarafların karşısındakini susturma mücadelesidir.
Öfge susup başını önüne eğince, Unut duygusal gelgitlerinden birini daha yaşıyor. Öfge’nin gözlerinin ucuyla gördüğü kadarıyla, sevgilisi ağlıyordu. Öfge yüzünü hafifçe ondan tarafa dönüyor ve elini tutuyor sevdiği erkeğin. Unut ise gözyaşlarını saklamaya çalışarak arabayı çalıştırıyor; sonra birbirleriyle hiç konuşmadan her zaman gittikleri pastaneye çay içmeye gidiyorlar.

8 Haziran 2009 Pazartesi

SINIF MI KİMLİK Mİ?

Günümüzde insanların sınıfsal nitelikleriyle değil de kimlikleriyle ön plana çıktığı düşüncesi son zamanlarda iddialı bir şekilde fikir dünyasındaki yerini almakta. Bu fikri ortaya atan insanların görüşüne göre, bir kimse çağımızda “bir Marksist,” “bir faşist,” vs… ideolojik unsurlar ile değil de, “bir dindar,” bir tarikat üyesi,” “bir aktivist” vb… kimliksel nitelikleriyle toplum içindeki konumunu belirlemekte.

Haklılar mı? Buna ne bütünüyle “evet,” ne de bütünüyle “hayır,” denebilir. İnsanlık şu anda böyle bir dönemden geçiyor olabilir, evet; ama bu, bize ideolojilerin öldüğünden çok, belki de bir gerileme evresine girdiğini gösterebilir. Çünkü ideolojiler ancak insanlığın nihai gelişimi tamamlandığı zaman ölmeye mahkumdur ve bunun en mantıksal nedeni, hemen her ideolojik görüşün (bilhassa sol ideolojilerin) insanlığı en üst gelişmişlik düzeyine getirme iddiasıyla ortaya çıkmış olmalarıdır.

90 sonrası yoldan sapanların Fukuyama gibi adamları ilahlaştırmakta ne kadar aceleci davrandıkları, SSCB’nin dağılmasının üzerinden daha 20 yıl bile geçmeden net bir şekilde ortada. İnsanlığın tarihsel diyalektiğe bağlı olarak ilerlemesini kavramış olması varsayılan bu insanların düştüğü yanılgı kuşkusuz affedilir gibi değil. En azından saltık kabullenmenin bir aydının peşinen reddetmesi gereken bir tutum olması gerekmiyor muydu? Anlaşılan, teslim oluş, ezelden beri var olan sosyal Darwinizm ile ilintili bir doğayı algılama biçimiyle ortaya çıkmakta bu kişilerde. Ama bilincin rasyonel olması gerekliliğine uygun olarak, doğanın sert kanunlarını insan yaşamına uyarlamak zorunda kalmamız gerekmiyor. Bunun böyle olması gerektiğine inanan bir kimse, hiç şüphe yok ki kişisel menfaatleri dolayısıyla kukla olmayı göze almıştır ve kukla, bilindiği üzere kendi kontrolünde hareket edemeyen, bir başkası tarafından yönlendirilmeye mahkum bir tür oyuncaktır. İşte sınıfın yerini kimliğin aldığını söyleyenler bu kuklalar, kaderi başkalarına bağlı olanlardır. Sınıf, sömürü olan her yerde mutlaka olacaktır.

Kimlik ise, bir insanın niceliksel özelliklerini tanımlamada önemli bir unsur olabilir kuşkusuz, ama sınıf olgusunun yerine geçebilmesi ancak tek bir durumda, sınıfın topyekün ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Oysa iddia edilen sınıf olgusunun ortadan kalktığıdır, sınıfların değil. O halde kimliklerle bir insanı tanımlamak, o insanın insansal niteliklerine yapılan küçük bir vurgu olabilir ancak; insanın bir şirkette temizlikçi olmasıyla müdür olması arasında, eğer her ikisinin de tepesinde bir sömüren varsa hiçbir fark yoktur. İşte sınıfın yerine kimliğin konulmak istenmesi, bu gerçeğin ört bas edilmesinden ibarettir.

Kimliği sınıfın önüne koymak isteyen ve büyük çoğunluğu neo-liberal olarak adlandırılan demode kişilerin argümanlarını savunmak için demokrasi’ye bel bağlamaları ise tebessüm edilesi bir vaka. Çünkü insanlar bir sınıfın mensubu değillerse demokrasi hangi karşıtlıklar arasındaki bir mücadele olacak? Bizim neo-liberaller, demokrasinin sınıflar arası çarpışma olması gerektiğinin farkında değiller galiba, o yüzden birbirine benzeyen bilmem kaç partiden birini seçmeyi demokrasi sanıyorlar. Oysa unutmamak gerekir ki, demokrasi, ırzına Ahmet’in mi yoksa Mehmet’in mi geçeceğini seçme hakkına sahip olmak değildir.