3 Nisan 2010 Cumartesi

KADIN

İnsan kadından doğar.
Varoluşsal praksisin kaynağı, yaşamın özünün çıkış noktası ve varlığın tanrısal mitosuna yönelik bir aşkın-özne olarak kadın, tarihin itici kuvvetinde ilksel ve başat bir unsur hiç şüphesiz. Yani açıkça denebilir ki, tarih kadının ortaya çıktığı anda başlar; erkeğin rolü ikincildir, ya da en basitiyle ilk başta öyleydi. Havva olmasa, Adem tarih-öncesi ve onun dışında bir mitolojik unsur olarak kalırdı.
Tarihin ana-erkillikten ata-erkilliğe evrimi bunu gösteriyor. Tarih-öncesi çağlarda ve ilk yüzyıllarda kadın, doğa karşısında cinsiyet farklılığı olarak, yalnızca fiziksel biçimlerden ayrılıyordu erkeklerden. İnsanoğlunun doğayı fethedişi ise dönüm noktası oldu; artık kadın ile erkek arasındaki farklar yüzyıllar boyunca çoğalmaya başladı. İnsanın bilinç öncesi-doğal varlık olarak kendini buluşu, beraberinde fiziksel açıdan daha zayıf olan kadını ikinci plana itti. İnsan, doğanın yasalarıyla hareket ediyordu çünkü ve kendini diğer canlılardan ayıran manasıyla ‘insan’ olarak tanımıyordu henüz. Öte yandan bu, insanın doğada kendini aşan tek varlık olarak ortaya koymasına engel değildi. Böylece kadın-erkek ayrımı yalnızca insan aklının bir ürünü oldu. Darwinist anlamıyla erkek, kadını soyunun devamı için gerekli görmekte, bu yüzden kendinden zayıf olan kadını yok etmemektedir. Ayrıca, Darwin yasaları işledikçe, kadınların kendi arasında da bir rekabet baş gösterdi ve insan soyunun devamını sağlayamayacak kadınlar toplumda geri plana düştü erkeklerin gözünde. Kadının çocuğu için ideal bir baba aradığına dair meşhur psikanalitik yorum, tam tersi için de, erkeğin soyunu devam ettirmek için en ideal anneyi araması için de geçerlidir; çünkü soyun devamında kadını edilgenliğe iten tarihsel akış, aksini iddia ettiğinde, aslında kadını erkeklerin çıkarına koşullandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Günümüz modern kadınının (ama aynı zamanda tarihin acımasız çarkları arasına itilen) doğuşu sanayi çağıyla aynı zamana denk geliyor.  Üretimin kırsaldan kente göçü insanların da kitleler halinde kentlileşmesine, kendi toplumsal düzenlerini oluşturmalarına yol açmıştı. Kadının niteliği bu dönemde ilk büyük değişimleri gösterdi, artık kadın toplumsal yaşamın bir parçası, ekonominin şekil verdiği dünyada ekonomik bağımsızlığını kazandıkça, tarih sahnesinde erkeklerle aynı kefede bir aktördür. Kadın hareketleri de ilk olarak bu dönemlerde, erkeklerin toplumsal yaşantıda artık yer etmeye başlayan kadınlar ve kadınlık durumunun ilerlemesi ile çatışmasının bir sonucuydu; feminizmin kuramsal olarak ilk yazılı şekli olan Mary Wallstonecraft’ın  “A Vindication of the Rights of Woman” (Kadın Haklarının Müdafaası) adlı eseri 1792’de yayınlandı.
Gene 19.yüzyılda Dünya, politik mücadelelere sahne olur ve ideolojik görüşler kadın konusuna dokunmaya başlar zamanla. Kadın haklarının çıkış noktası Fransız Devrimi ve insanların eşitliği fikri olsa da, daha sonra görüldüğü üzere, emeğin sömürüsü nosyonundan hareketle yola çıkan sosyalizm, bir özgürlük kuramı olarak kadınların erkekler karşısında özgürleşmesinin yanında durmaya başladı; öyle ki kadın hareketlerine ilk kez ‘feminisme’ ismini veren de,  ütopyacı sosyalistlerden Charles Fourier’di (1837). Fourier, kadın haklarının ilerlemesini tüm bir toplumsal ilerlemenin genel prensibi olarak görmekteydi.
Kadın hareketlerinin ortaya çıktığı 19. yüzyılda ilk kadın hakları toplantısı 1848 yılında New York’ta yapıldı. 20.yüzyılın başlarında, bilhassa Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise, birçok ülke kadınlara oy kullanma hakkını tanıdı.
Ancak bu gelişmeler kadınların bütün sorunlarını çözemedi elbet. Alınan yol umut vericiydi, ama diğer yandan Dünya genelinde bakılacak olursa kadınların durumu hala çok kötüydü. Üçüncü Dünya ülkelerinde kadını evin sınırları içinde tutan görece bir özgürleşme talebi ve Batıdaki ekonomik hayatta sıklıkla görülen pozitif ayrımcılık, kadın hareketlerinin neden hala devam etmesi gerektiğini gösteriyor.
Ülkemizde de kadına şiddet konusu aşılabilmiş değil ve birçok faktöre bağlı olarak kadınlar, hala erkekler karşısında geri planda ve eşit değil. Türkiye’de bölgeler arası ekonomik gelişmişlik farkı kadınların toplumsal hayattaki rollerini de ortaya koyuyor.  Kalkınmış bölgeler ve bilhassa batıdaki büyük kentlerde ekonomik bağımsızlığını kazanmış birçok kadın Avrupalı hemcinsleri gibi yaşarken, iş doğuya gittikçe değişiyor. 21.yüzyılı yaşadığımız bugünlerde dahi doğudaki feodal ve aşiret kültürünün gereği kadınların hemen hepsi bir meta gibi alınıp satılıyor, kiminle evleneceği ailelerince seçiliyor ve bu seçimde genellikle ‘para’ konuşuyor. Aşiret dışı kadınlarda da durum pek farklı değil aslında; kim doğuda bir kadının evleneceği erkeği kendisinin seçebildiğini söyleyebilir ki? Üstelik kendilerinin seçimi olmamasına karşın evliliklerine katlanmak zorunda kalan bu kadınların birçoğu koca dayağını normal bir olaymış gibi görmekte. Geçenlerde bir doğu ilinde kocası tarafından kulağı kesilip hastanenin bahçesine bırakılan bir kadın televizyonun haber kanallarında boy gösterdiğinde bu, batılı kadınlarımıza masal gibi gelmiş olmalı, ama işin aslı, kadınlarımızın büyük bir yüzdesinin durumu bu. O kadının kocası tarafından daha önce de defalarca dövüldüğü ve şiddete maruz kaldığını düşündükçe insanın tüyleri diken diken oluyor, fakat esas vahim durum birkaç gün sonra ortaya çıktı: Kadının gazetelere çıkan açıklaması her şeyi özetliyordu: “Kocamdır!”
Mesele şurada: Kadın kocasını çok sevdiğinden falan değil, tıpkı ülkedeki birçok kadın gibi koşulların zorlamasıyla böyle davranıyordu.
Çözüm, eğitimden ekonomik kalkınmaya, toplumsal dönüşümsellerden devrimsel karşı çıkışlara birçok etmene bağlı. Alman filozof Karl Marx yüz elli yıl kadar önce insanların yaşamlarının durumunu belirleyen şeyin ekonomi ve ekonomik bağımsızlaşma olduğunu ortaya koyduğunda bu durum, kadınlara da sınıf savaşımları içinde özgül bir tarihsel misyon yüklemişti; ancak şöyle bir fark vardı ki, kadınlar (erkekler gibi) hem kapitalizmin çarkları içinde, hem de erkekler karşısında bir ‘meta’  idi. Yani hem patronlar hem de erkekler tarafından (evde, patronun ‘koca’ olması örneğin) sömürülmekteydiler. Bu, kadınları insanlar arası hiyerarşinin içine attı; böylece ‘kadınlar’ bağımsız yeni bir sınıf haline geldi.
Ekonominin kadınların durumuna nasıl etki ettiğini, dünyanın genel bir durumuna bakarak daha iyi anlayabiliriz. Bugün dünyamızda bazı kadınlar “Sex and the City” dizisindeki kadınlar gibi bir hayat yaşarken, bazı kadınlar sırf cinsel hazdan yoksun bırakılmak için ‘kadın sünneti’ vahşetine maruz kalabiliyor.
‘Kader’ ya da “bazı insanlar şanslı doğar,” diyebilirsiniz, ama aslına bakılırsa insanların kontrolünde olan hiçbir şey ‘kader’ maskesi altına saklanamaz. Toplumların medenileşmesi onların illa sanayi uygarlığına ulaşması demek de değil üstelik. Yazının başında değindiğimiz gibi sanayi devriminden yüz yıllar kadar önce kadınların durumu, şu an dünyanın birçok köşesinde şiddete ve onur kırıcılığa maruz kalan kadınlardan daha iyiydi. Kadının kutsallığına ve analık içgüdüsüne saygı duyulan devirlerden çok uzaktayız. Makinenin icadı insanları sınıfsal bölünmelere ve kanlı savaşlara iterken, kadınları bu savaşların içinde yalnız ve erkeğe muhtaç bıraktı. Evet,  eski çağlarda da kadınlar bir yere kadar erkeğe muhtaçtı, ama en azından kadına saygıda ve onun kutsallığını içselleştirmede daha ilerideydi erkekler. Hiç yoktan, kadının kendisine muhtaçlığı sömürünün bir nesnesi değildi ve evlilik ilişkileri günümüzde olduğu gibi bir ticari anlaşmayı andırmıyordu.
Her yıl 8 Mart tarihinde Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor, ama yer küremizde böyle bir günün olduğundan dahi haberi olmayan milyonlarca kadın var. Bunun için ‘Dünya Kadınlar Günü’ yalnızca azınlıkta kalan kadınlar için geçerli. Geriye kalan kadınlar kaderin kucağına itilmemeli elbet, bu konuda ister ideolojik ister hümanist tüm görüşlerin çatışmasından ve bileşiminden ortaya çıkacak genel bir ‘kadın hakları’ mücadelesine ihtiyaç var ve klasik ‘feminist’ görüş bu konuda kendini aşmalı açıkçası. Kadınlar, kendi aralarındaki çekişmelerden ortak zemin üzerinde genel bir hak savaşına geçebilir mi? Her türlü devrimciliğin sekteye uğradığı ve küçük gruplara bölündüğü çağımızda bu kolay olmasa da, ümit her zaman vardır. Öte yandan, böylesi bir mücadele küresel bazda ve yeryüzünün her hangi bir köşesinde tek bir kadının dahi haksızlığa uğramasını kabul etmeyecek bir bilinçle başarıya ulaşabilir.         
       
  

        

Hiç yorum yok: