1 Temmuz 2010 Perşembe

TÜRKİYE'DE DÖNÜŞÜM DÖNEMLERİ VE GÜNÜMÜZ

Apaçık bir şekilde görülmekte ki, Türkiye son bir kaç yıldır, hem jeo-politik hem de sosyo-kültürel açılardan büyük bir dönüşümün içinden geçmekte.
Ülkenin, 1923'de Cumhuriyet rejimini kurmasından beridir yaşadığı üçüncü büyük dönüşüm dönemi bu.
İlki, 1946 yılında çok partili sisteme geçilmekle oldu. 23 yıl ülkeyi tek parti iktidarıyla yönetmiş olan CHP, çok partili 'seçim demokrasisine' geçmeye karar vermişti; demokrasi, 'tam katılımcılık,' (yani halkın egemen bir zümreden arınmış şekliyle yönetimde söz sahibi olması) anlamına uzak bir biçimde kısmi olarak seçimlerle sınırlıydı gerçi ama, bu olay siyasal tarihimizin dönüm noktalarından birisiydi kuşkusuz. Öyle ya da böyle, artısıyla eksisiyle, rejim kendi kuruluş mantığının üzerine yeni birşey eklemiş oldu. Siyasal değişim1950 sonrası iktidarı ele alan DP(Demokrat Parti) iktidarıyla netlik kazanmış, bunun yankıları toplumsal düzende de kendini göstermişti. Bilindiği üzere, 1950 sonrası, Türkiye'nin Amerika'yla yakınlaştığı, savaş sonrası ikiye bölünen dünyada safını belirlediği yıllardı. Türkiye, savaş sonrasında komünizmin karşısında kapitalizmi, doğal olarak ABD'yi, Doğu bloku yerine de Batı'nın değerlerini seçmişti. Aynı yıllarda komünizmin Batı'ya yayılma tehlikesine karşın kalkan olarak Nato'ya giriyoruz(ya da sokuluyoruz), bizle hiçbir alakası olmayan Kore savaşı için, kapitalist Güney Kore komünist Kuzey Kore'ye yenilmesin diye dünyanın bir ucunda, bir ton askerimizi (üstelik o kadar yoksulluğumuza karşın) ateşe atıyoruz vs... Yani, 1950'den sonra, bağımsız bir ülke kurmak için savaş verdiğimiz Batılılarla stratejik ortağız artık. Gerçi bu, Türk halkınca da yaygın olan bir görüşe göre genellikle kullanıldığımız(!) stratejik ortaklık bize ne getirdi ne götürdü, o da ayrı bir tartışma konusu...
1950-1980 arası, soğuk savaş yıllarında, Türkiye'deki siyasi gelişmeler Amerika'nın kontrolü altında, onların isteklerine göre belirleniyordu, bu açık. 30 yılda yaşanan üç darbede de Amerikan parmağı olmadığını iddia edecek birisi yoktur herhalde. Öyle ki, DP lideri Menderes, Türkiye'nin küçük bir Amerika olduğunu bile söylüyordu. Bugünlerde çok konuşulan 'eksen kayması' nı Türkiye ilk olarak 1950 sonrasında yaşadı. 1950'ye kadar Kurtuluş Savaşında ve sonrasında bağımsızlığı için kendini siper etmiş ülkede siperler yıkılmış, Türkiye eski düşmanıyla, daha da eskiden olduğu gibi, gene dost olmuştur. Toplumsal yaşantımızda da, hem laikliğini, hem de devrimini kendimize model aldığımız Fransız etkisi ise yıkılıyor, yerine "Yankee" kültürü yerleştiriliyordu.
Türkiye ikinci büyük dönüşümü 1980 darbesi ve sonrasında ANAP/Turgut Özal iktidarı döneminde yaşadı. İki kutuplu dünya, 1989'da yıkılsa da, aslında yumuşama 80'li yılların başlarında başlamıştı ve Cumhuriyet döneminde ilk kez 1946'da yaşadığımız dönüşüm gibi bu dönüşümünde dışarıdan, dünyadaki gelişmelerin ışığında olması kaçınılmazdı. 1980'ler, dünyada, neo-kapitalizmin yükseldiği, Anglo-sakson kapitalizminin Doğu blokuna karşı üstün duruma geçtiği yıllar; Amerika'da Reagan, İngiltere'de Theacther önderliğinde modern bir Makyavelcilik almış başını gitmişti o zamanlar. Önemli olan kazanmaktı ve vahşi kapitalizm tarihin hiçbir döneminde sahip olmadığı (medya, popüler kültür, sermaye vb...) güçlü silahlarla donanıyordu şimdi. Oysa iki hegemonik kapitalist ülkenin güdümündeki Türkiye'de hala sağ-sol öğrenci kavgaları olmakta, insanlar birbirleri boğazlamaktaydı. Neo-liberalizmin her pazarı bir para kaynağı olarak gören mantığı bu duruma son vermeliydi; çünkü gözünü simgesel bir uçsuz bucaksızlığa dikmiş olan ulus aşırı sermaye kendine yeni pazarlar bulmalıydı ve sağ-sol ikilemi gibi sorunlarla uğraşmak engelden başka birşey değildi. İşte böylece alın size 80 darbesi, alın size Özal Türkiye'si! 80 darbesinden sonra sağ-sol çatışmalarının bıçak gibi kesilmesi, 83'te iş başına gelen (ya da getirilen) Reagan ve Theacther'ın Türkiye versiyonu olan Turgut Özal'ın serbest piyasa uygulamalarıyla ülke pazarını hegemonik ülke sermayelerine açması bir tesadüften ibaret olamaz elbet. Böylelikle, Cumhuriyet döneminin ikinci büyük dönüşümü de, gene ilki gibi dışsal faktörlerin etkisiyle gerçekleşti: Türkiye'de artık kamunun yerini sermaye, politik gençliğin yerini apolitik ve başıboş bir tüketici gençlik, birçok yıkılan geleneksel değerin yerini de "para" ve "pop" kültürü almaya başlamıştı.
Son olarak, Türkiye, ulus devlet tarihinin üçüncü büyük dönüşümünü içinden geçmekte olduğumuz dönemde yaşıyor. 90'dan sonra Doğu Blokunun yıkılması, neo-liberalizmin ve Amerikan yaşam tarzının dünyanın çoğu noktasında başat unsur olarak tek başına imparatorluğunu ilan etmesinin etkileri, ülkemizde de kendini gösterdi doğal olarak. Az gelişmiş ülkelerin çoğunda olduğu gibi Türkiye'de de, çoğu yoksul insanlardan oluşan geniş kitleler, dünyada solun paramparça olmasıyla adalet ve eşitlik umutlarını başka yerlerde aramaya başladı. Oluşan devasa boşluğu dolduran ise "din" oldu: Ortadoğu ülkelerinde Müslümanlığa sarılan eski Sovyet uydusu (örneğin Afganistan) ülkeler, Batıda ortaya atılan "Medeniyetler Çatışması" tezleri ve Türkiye'de de siyasal İslamın yükselişi...
Ancak iki kutuplu dünyanın yıkılışı ve Amerikan önderliğinde neo-liberalizmin egemenliğini ilan etmesi, Batı dünyası açısından beraberinde birçok karmaşıklığı da ortaya çıkardı: 90'dan önce bir ülke olarak hangi blokta, kimden yana olduğunuz biliniyordu ve aynı bloktaki ülkeler arasında ilişkiler mümkün olan en uygun şekilde yürümekteydi. Fakat bu durum ortadan kalktığı andan itibaren kapitalist Batı, yanında yer alan ülkeleri elinde tutmak için güçlü argümanlarını yitirmiş oldu; madem komünizm yıkılmıştı, o halde Batının şemsiyesi altında kalmaya da gerek yoktu. 11 Eylül saldırıları bunu doğrulaması bakımından gerçekten de bir milad olmuştur. Çift kutuplu dünyadaki gibi yandaşlarına kayıtsız şartsız egemen olacağını sanan ve değişen dönemin reel politiğini algılayamayan neo-liberal ülkeler, çağın yükselen olgusu terörizm ile, eskiden kendisine muhtaç olan ülkelerin, şimdi dağınık ve kontrolsüz bir biçimde kendisine dönebileceğini görmüş oldu.
Bu açıdan ele aldığımızda, Türkiye'nin 20 yıl kadar önce hayal bile edemeyeceği ölçüde İsrail-Amerikan ittifakına kafa tutabilmesini ve kendi başına dört nala koşturuyor olabilmesinin ardında yatan nedenleri anlayabiliriz. Dünyanın 90'dan sonra yaşadığı değişime karşın egemen ülkelerin hala eskisi gibi ittifakı olan devletlerin kayıtsız şartsız kendi uydusu olduğunu sanması, Davos'taki "one minute" olayının bile hem nedeni hem de sonucu aslına bakılırsa. Eksen kayıyor mu? sorusunun cevabını arıyor herkes; evet eksen kayıyor, ama belli bir yere değil, her yere ya da yok yere. 90'ların başında dünyanın sınırları olmayan bir köye döndüğünü öne süren Batı kaynaklı görüşe inanan bazı kimseler, her nedense tuhaf bir biçimde, Türkiye'nin eksenini arıyor bugünlerde. Oysa ki cevap kendi argümanlarında, dünyanın uçsuz bucaksız ve kontrolsüz bir yer haline gelmesinde yatıyor. Başbakan'ın eksen kayması falan olmadığını açıklamasının derin mantığında bu yatıyor olmalı: zaten 90'dan beri ekseni olmayan, yalnızca ülkeler arası iyi ya da kötü ilişkilerin yaşandığı bir dünyada yaşamaktayız. "Eksen" çift kutuplu bir dünyanın kavramı olabilirdi ancak, günümüzde bir ülke için "Batıya bağlı," ya da "yüzünü Orta Doğuya dönüyor," gibisinden kesin tanımlamalar yapmak saçma birşey. Üstelik bir zamanlar aynı blokta yer aldığınız bir ülkeyle (ABD) kötü olabiliyorken, başka kutupta yer aldığınız (Rusya) bir ülkeyle sıcak ilişkiler kurabilmektesiniz. Dediğimiz gibi, evet eksen kayıyor ama, olmayan bir eksene, ya da her yerde olan eksene.
Öte yandan, ülke tarihimizin içinden geçtiği bu üçüncü dönüşüm döneminin diğer ikisinden önemli farkları var: Yukarıda bahsedilen ilk iki dönüşüm dönemi Batılıların dayatmasıyla olurken, şimdiki dönüşüm Batıya rağmen, iç dinamiklerle dış dinamiklerin diyalektik bir etkileşimiyle olmakta. Şöyle ki; 1990'dan sonra dünyanın Amerikan eksenli tek kutuplu bir imparatorluğa dönüşeceği öngörüsü 2000'li yıllarda artan medeniyetler arası  terörizm ve milenyumun ilk on yılının sonuna doğru ortaya çıkan ekonomik kriz patlamasıyla dünyaya egemen güçlerin zayıflaması, bunun öncesinde ekonomik dengelerde büyük değişmeler yaşanması, 90 sonrasında şoförsüz bir arabaya benzeyen, nereye gittiği belirsiz Türkiye'nin gözlerini açmasına neden oldu.
Ancak, 2002 yılında iktidar olan ve kökeni siyasal islama dayanan AKP'nin tek başına, kendi iradesiyle gerçekleştirdiği bir dönüşüm değil Türkiye'nin yaşadığı. Neden daha çok tarihselde yatmakta çünkü. Dünyayı iyi okumak, bugün herhangi bir ülkede olan biteni açıklamakta en sağlıklı yol.
Türkiye bu dönemde büyük bir dönüşümü yalnızca dış politikada değil, içeride de yaşamakta ve bu da önceki geçiş dönemlerine göre günümüzü daha karmaşık ve açıklanması güç yapıyor. Yüzeysel bir bakışla bile Türkiye'de eskiden tartışılamayan konuların tartışıldığını, toplumsal bir şeffaflaşmanın yaşandığını söyleyebiliriz. Bu ülkenin hala, çok ama çok büyük sorunları var, evet: bir türlü çözülemeyen terör, işsizlik, kötü bir ekonomi, etnik ve kimliksel ayrışmalar vs... Ama bu, dönüşümden geçmediğimiz anlamına gelmiyor. Her şey güllük gülistanlık olsaydı, dönüşüm olarak değil, 'gelişim' olarak adlanrırdık zaten yaşadıklarımızı. Önceki iki dönüşüm dönemini net açıklamalarla tanımlayabilmiş, toplumsal 'hayatımızda şu şu değişiklikler olmuştu' gibisinden kesin açıklamalarda bulunabilmiştik. Oysa yaşamakta olduğumuz bu karmaşık günlerde (toplumsal ve siyasal dönüşümler hiçbir zaman kolay olmamaktadır) net tanımlar yapamaz bir haldeyiz. Herşey birbirine geçmiş durumda ve her kafadan bir ses çıkmakta. Çok seslilik çağımızın bir özelliği zaten; tıpkı ayrışmanın olduğu gibi. Ancak günümüzdeki fark, herşeyin çok büyük bir hızla değişiyor olması. Bir sabah uyandığımızda Türkiye'nin gündeminin bir anda değişebildiğini görüyoruz: Birkaç sene önce laiklik, rejim, asker-sivil tartışmaları gırla giderken, şimdi ülkenin rotasının nereye gittiğini kestirmeye çalışıyoruz; yarın başka bir şeyleri tartışabiliriz.
İşte yaşadığımız dönüşüm bunun ta kendisi zaten: tanımlanamayan, adı konamayan, belli bir kalıba sığmayan herşey dönüşümün öğesi olacak; ta ki gün gelip herşey duruluncaya, tarihi ileriki bir zamandan bakıp yeniden yorumlayıncaya kadar.             
   
     

Hiç yorum yok: