22 Kasım 2009 Pazar

BİR FELSEFİ DENEMEYE TASLAK: ÜÇ FELSEFİ GÖRÜŞ ARASINDAKİ DİYALEKTİK İLİŞKİ ÜZERİNE

Üç felsefi görüş arasında diyalektik bir ilişki kurulabilir kanımca.
Sartre'cı Varoluşçuluk, Marksizm ve Epikürcülük.
Bu ilişki salt aynı felsefi düzlemde bir araya gelme şeklinde değil de, tarihin akışına uygun biçimde sırayla ve diyalektik bir ilişki biçiminde ele alınabilir. Öyle ki, felsefenin ortaya çıkışından daha önce insan vardı ve insanı varlık olarak ele almadıkça, ontolojinin derinine inmedikçe, insan bilincinin dünyayı ve insanları anlamaya yönelik kazanacağı bilinç sakat ve aksak kalacaktır. O halde önce insandan yola çıkmalıyız bir felsefe oluştururken. 
İnsan doğduğunda ve dünyayı algıladığında, çevresini ve ailesini hesaba katmadığımızda yalnızdır kuşkusuz ve bu kaçınılmaz yalnızlık, onu 'ben' ini gene kendisinden, kendi varoluşunun içinden yaratması gerektiği gerçeğini doğurur. Büyüdükçe ve olgunlaştıkça kendisinin kendisinden başka bir dayanağı olmadığının bilincine varan insan varlığının dramını daha çok Sartre'cı çizgideki Varoluşçuluk dile getirmiştir. Bireyin bilinçlenmesine ve özgürleşmesine katkıda bulunan bu felsefi akım, ikinci Dünya Savaşı yıllarının politik atmosferinde bireyci olmakla suçlandı doğal olarak. Oysa Sartre öncülüğündeki Varoluşçuluk, birey için bir sıçrama tahtası, bilincine ve saltık 'ben' ine ulaşmasının biricik yoludur. Çünkü, kuşkusuz bilinçlenmiş bir varlık, ancak insanlık için, diğerleri için kendini sahneye koyabilir.
Böylece toplumu ve Hegelci manasıyla tarihi gören, daha doğrusu kendisini tarihin içinde bulan (bir bilinç olarak) birey, varlığının kendisi için olabileceği kadar, başkaları, diğerleri içinde olduğu ya da olması gerektiği duygusuna kapılır. Çünkü anlar ki, yaşadığı dünya haksızlık ve adaletsizliklerle doludur; ama madem ki bilinç insanı diğer varlıklardan daha öte bir yere koyuyor, o halde kötülük ve haksızlığın önüne geçmek için bir araç olmalıdır bilinç. Marksizm tam da bu düşünsel temellerle ortaya çıkmıştı zaten ve günümüzde de insan bilincinin en işlevsel aynası olarak, tüm aşılamazlığıyla ve de işleyen aklın en önemli referansı olarak varlığını korumaktadır.
Şimdi hayal gücümüzü kullanıp, Marksizmin sınıfsız ve müreffeh toplumuna ulaştığımızı varsayalım. Bu durumda, bilinçlerin üstün dayanışmasıyla toplumsal sıkıntılarını geride bırakmış olan insanoğlu, kendisini gene kendisinde bulacak, derin bir şekilde içine gömülecektir. İnsan olmanın sırtlarımıza yüklediği sorumluluğun doğurduğu amaçlara ulaşılıp, kötülük alaşağı edildiğinde insan ne için yaşar? Epikürcülük devreye giriyor burada ve ortaçağdan'da geriye gidiyoruz: Antik Yunan filozoflarından Epikür (ya da Epikuros) yaşamın temel amacının, ondan haz almak olduğunu savlamıştı. Ancak, o zamanlar makine icat olmadığından toplumsal sınıflarda keskin bir şekilde ayrılmamıştı henüz. Mutluluk için bir şişe şarap ve dost sohbetleri yeterliydi Epikürcüler için. Yani Epikürcülük, insanlığın tüm sorunlarını çözdükten sonra, insanın bir dayanağı, yaşamdan zevk almasının bir yöntemi olmalıdır; en azından Marksist bir bakış açısına göre.
Özetle; Varoluşçuluk, Marksizm ve Epikürcülük arasında böylesi bir diyalektik ilişki, hiç olmazsa tarihin ışığı ve öncülüğünde mevcut olabilir. Yani, insan önce dünyaya öylece atılmışlığından dolayı kendi varoluşunun anlamını kendinden deşip çıkarır; sonra ulaştığı aydınlık bilinci insanlık için, tüm insanlarla birlik olarak, mensubu olduğu insanlığın çıkarına kullanır; ve en sonunda, tüm amaçlara ulaşıldığında ve insanlar arasında insanca bir yaşam kurulduğunda ise, top yekün zevk-ü sefaya dalınır.

Hiç yorum yok: