17 Kasım 2009 Salı

AŞK ÜSTÜNE NOTLAR

ÖLÜM VE AŞK İLİŞKİSİ
Saltık olan gerçek en çıplaklığıyla sadece yokluk, yani ölüm olsa da, düşünceleriyle baş başa kaldığında ve kendi içselliğinde düşündüğünde birey, aşkı da saltık sanma yanılgısına düşebilir kuşkusuz. Peki aşk denen duygu bulanıklığı gerçekten saltık olabilir mi? Psişik bir nesne midir o? Yoksa uslamlamanın meçhul bir çıkarımı mı? Aşkın saltık olup olmadığına verilebilecek bir cevap, aşk ile ölüm arasında bir ilişkinin varlığına işaret etmek zorunluluğundadır. Ölümü metafiziğin ötesinde bir biyolojik durum olarak alınca tek gerçekliğin belirmesi, bir olguyu gerçek addetmek için onun ölümlü olması gerektiği argümanını yadsımaz. Ölüm tek gerçeğimizdir ve tek taraflı bir duygu durumu olarak yaşama şansına sahip oluyor gözükse dahi, her şey gibi o da ölümlü olduğundan ve ölümün gerçekliğini üzerinde taşıdığından onu da saltık, ama aynı zamanda ölüm gibi gerçekliği biyolojik aşamaya geçmeden metafizikte kaldığından, kuşkucu bir gerçeklik olarak ta sayabiliriz. Dolayısıyla aşkı saltık sanmak saçmalık olacaktır. Kim transandantale yönelmemiş biraşkın sonsuza dek yaşadığını iddia edebiliyor? Buna inananlar, kasvetli bir sinizmin pençesine yakalanmış olanlardır.
SALT EGO ÇATIŞMALARININ DOĞURDUĞU BİR YANILSAMA OLARAK AŞK
Bireyin içgüdüsel en büyük tutkusu ve aynı zamanda da yanılgısı elbette, metafiziği anlamlandırmaya yeltenmesidir. İnsanın metafizik kavramlara anlam vermeye çabalarken ulaştığı nihai sonuç ise, yalnızca acı çekmek oluyor. Çünkü sonuç belirsiz ve anlamsız; anlam vermeye, tanımlamaya uğraşılan şey başlı başına saçmalık. Peki neden, bunun bireye acıdan başka bir şey getirmeyeceği bilindiği halde, anlamsız olana anlam verme kaygısı? Bunun tek nedeni olabilir kuşkusuz; Bilinçten keskin bir çizgiyle ayrılan ve düşünen, bilinçli tek varlık olan insanın en önemli yaşamsal içgüdüsü olarak ego; daha doğrusu bu egonun doyurulması endişesi. Bilinç yalnızca, psişik bir nesne olan ‘ben‘ i transandantal bir düzeye yükseltir, onu yok etmeye yaramaz. Eğer öğle olsaydı, yani bilinç egoların üzerindeki yetkinliğini kaybetseydi veya gücüyle onu yok edebilseydi, zaten hiçbir zaman olmamış bir duygu durumu kökten reddedilir, aşılamaz bir netlik içerisinde sonuç kolayca alınabilirdi. Bu sonuç, insanoğlunun acıların kaynağının kurutulması olarak adlandırılırdı. Ama modern 21.yy insanı transandantal olanı yok etmek değil, onu yüceltmek eğiliminde ve bunun en önemli kanıtı doyumsuz doyum noktasının sonsuzluğu, ihtiyaçların değişkenliği ve sınırsızlığıdır.
Ego’nun ne kadar yetkin olabileceğini hayal edebilmek bile işimizi kolaylaştıracaktır.
İNSAN AŞKTA KONFORMİSTTİR
İnsan yaşadığı toplumun örf ve geleneklerine körü körüne uymakla nasıl bir konformist oluyorsa, pekala aşkta da (çünkü aşkında değerleri belirlenmiştir) konformist bir tutum içerisinde bulabilir kendini. Kuşkusuz, toplumca aşka biçilmiş değerleri kabullenme, toplumsal gelenekler önünde diz çökme durumudur bu. Eğer öyle olmasaydı aşklara biçilmiş mutlu son evlilik olmaz ve insanlar böylesine evlenmeye can atmazlardı. Evlilik, toplumca çizilmiş aşk değerlerinin en güçlüsüdür; birçok insan aşklarını evlilikle süslemek ister, aksi halde yaşadığının aşk olduğu bile toplumca şüphe uyandırır ve bu bir aşk konformisti için çok olumsuz bir şeydir.
Bu, hiç şüphesiz, tarihsel bir gelişim sürecine bağlı olarak ortaya çıkmış burjuvazinin o basmakalıp ahlak anlayışının yarattığı dogmalarına uymakla gerçekleşir. Aşktaki o soytarılara layık dogmaların yaratıcısı hiç kuşkusuz, sonradan görme temelsiz bir burjuvazidir. Ancak bu, o kaçınılmaz başkaldırı sürecinin ilk sinyallerine kadar sürebilir yalnızca. Şunu unutmamak gerekir ki, bu güçlü bir iddia olarak ta ele alınabilir, burjuvazinin ahlaki değerlerine başkaldıran sonunda burjuvaların kendisi olmaktadır. Tarihte burjuvazinin ahlak anlayışını diyalektik bir bakış açısıyla ilk eleştirenler sosyalist entelektüeller olmadı. Çünkü, Marksist dogmaların büyüsüne kapılanların aşka ahlakçı bir bakış açısıyla yaklaşmaları, onun, değerleri aslında iki yüzlü olan bir toplumsal sınıfa ait olmasını kabullenmek olanaksızdı. Zaten sosyalizm burjuvazinin ahlak anlayışıyla değil, salt onun kendisiyle uğraşmaktaydı. Yani yıkılması gereken burjuva ahlakı değil, burjuva sınıfının ta kendisiydi. Birincisi zaten dikkate bile alınmamalıydı, o her bireyin eninde sonunda yaşayacağı varoluşsal bir duyumsamanın (bulantıyla ortaya çıkabileceği gibi, hedonizm veya metafizikle de ortaya çıkabilir bu) sonucunda kendi kendisine isyan bayrağını açacak, öyle ki bazı bireyci burjuva çocuklarını, adanmış birer komüniste dahi dönüştürebilecekti. Devrimcilere göre aşk, ancak sınıfsız bir insanlık yaratıldıktan sonra ele alınabilirdi. Öncelikli hedef devrimin gerçekleştirilmesi olacak, aşk belki de devrimin naif sonuçlarından birisi olarak ortaya çıkacaktı. İsyanların toplumsal sınıfının içindekilerden çıktığın tarihsel bir gerçekliğine uygun olarak bu başkaldırı burjuvazinin kendisinden geldi. Bu başkaldırı sürecine yönelik elimizde, burjuvazinin toplum katmanlarından hatırı sayılır kanıtlar bulunmaktadır ve bunun için çok uzaklara gitmeye gerek olmaksızın, çevremizde olup bitenlere nesnel olarak yaklaşmamız yeterlidir.
Aşkın ölümlü bir metafiziğe dönüşümünün kuşkusuz en büyük nedeni, aşkın başlarında bireyin kendini kaptırdığı o tutucu konformizmin, sonunda bir başkaldırıya dönüşümüdür.
Burjuvaziden bir mülkiyetçinin kendi kendisine yarattığı ütopik aşkı kaybetmesi de kaçınılmazdır kuşkusuz. Bu, tıpkı mülkiyetçinin özgürlüğünün yalnızca eylem özgürlüğünde kalması ve esasında saltık bir metafizik özgürlüğe daha yakın duran istenç özgürlüğüne hiçbir zaman ulaşamaması gibidir.
17.01.2008

Hiç yorum yok: