
SALT EGO ÇATIŞMALARININ DOĞURDUĞU BİR YANILSAMA OLARAK AŞK
Bireyin içgüdüsel en büyük tutkusu ve aynı zamanda da yanılgısı elbette, metafiziği anlamlandırmaya yeltenmesidir. İnsanın metafizik kavramlara anlam vermeye çabalarken ulaştığı nihai sonuç ise, yalnızca acı çekmek oluyor. Çünkü sonuç belirsiz ve anlamsız; anlam vermeye, tanımlamaya uğraşılan şey başlı başına saçmalık. Peki neden, bunun bireye acıdan başka bir şey getirmeyeceği bilindiği halde, anlamsız olana anlam verme kaygısı? Bunun tek nedeni olabilir kuşkusuz; Bilinçten keskin bir çizgiyle ayrılan ve düşünen, bilinçli tek varlık olan insanın en önemli yaşamsal içgüdüsü olarak ego; daha doğrusu bu egonun doyurulması endişesi. Bilinç yalnızca, psişik bir nesne olan ‘ben‘ i transandantal bir düzeye yükseltir, onu yok etmeye yaramaz. Eğer öğle olsaydı, yani bilinç egoların üzerindeki yetkinliğini kaybetseydi veya gücüyle onu yok edebilseydi, zaten hiçbir zaman olmamış bir duygu durumu kökten reddedilir, aşılamaz bir netlik içerisinde sonuç kolayca alınabilirdi. Bu sonuç, insanoğlunun acıların kaynağının kurutulması olarak adlandırılırdı. Ama modern 21.yy insanı transandantal olanı yok etmek değil, onu yüceltmek eğiliminde ve bunun en önemli kanıtı doyumsuz doyum noktasının sonsuzluğu, ihtiyaçların değişkenliği ve sınırsızlığıdır.
Ego’nun ne kadar yetkin olabileceğini hayal edebilmek bile işimizi kolaylaştıracaktır.
İNSAN AŞKTA KONFORMİSTTİR

Bu, hiç şüphesiz, tarihsel bir gelişim sürecine bağlı olarak ortaya çıkmış burjuvazinin o basmakalıp ahlak anlayışının yarattığı dogmalarına uymakla gerçekleşir. Aşktaki o soytarılara layık dogmaların yaratıcısı hiç kuşkusuz, sonradan görme temelsiz bir burjuvazidir. Ancak bu, o kaçınılmaz başkaldırı sürecinin ilk sinyallerine kadar sürebilir yalnızca. Şunu unutmamak gerekir ki, bu güçlü bir iddia olarak ta ele alınabilir, burjuvazinin ahlaki değerlerine başkaldıran sonunda burjuvaların kendisi olmaktadır. Tarihte burjuvazinin ahlak anlayışını diyalektik bir bakış açısıyla ilk eleştirenler sosyalist entelektüeller olmadı. Çünkü, Marksist dogmaların büyüsüne kapılanların aşka ahlakçı bir bakış açısıyla yaklaşmaları, onun, değerleri aslında iki yüzlü olan bir toplumsal sınıfa ait olmasını kabullenmek olanaksızdı. Zaten sosyalizm burjuvazinin ahlak anlayışıyla değil, salt onun kendisiyle uğraşmaktaydı. Yani yıkılması gereken burjuva ahlakı değil, burjuva sınıfının ta kendisiydi. Birincisi zaten dikkate bile alınmamalıydı, o her bireyin eninde sonunda yaşayacağı varoluşsal bir duyumsamanın (bulantıyla ortaya çıkabileceği gibi, hedonizm veya metafizikle de ortaya çıkabilir bu) sonucunda kendi kendisine isyan bayrağını açacak, öyle ki bazı bireyci burjuva çocuklarını, adanmış birer komüniste dahi dönüştürebilecekti. Devrimcilere göre aşk, ancak sınıfsız bir insanlık yaratıldıktan sonra ele alınabilirdi. Öncelikli hedef devrimin gerçekleştirilmesi olacak, aşk belki de devrimin naif sonuçlarından birisi olarak ortaya çıkacaktı. İsyanların toplumsal sınıfının içindekilerden çıktığın tarihsel bir gerçekliğine uygun olarak bu başkaldırı burjuvazinin kendisinden geldi. Bu başkaldırı sürecine yönelik elimizde, burjuvazinin toplum katmanlarından hatırı sayılır kanıtlar bulunmaktadır ve bunun için çok uzaklara gitmeye gerek olmaksızın, çevremizde olup bitenlere nesnel olarak yaklaşmamız yeterlidir.
Aşkın ölümlü bir metafiziğe dönüşümünün kuşkusuz en büyük nedeni, aşkın başlarında bireyin kendini kaptırdığı o tutucu konformizmin, sonunda bir başkaldırıya dönüşümüdür.
Burjuvaziden bir mülkiyetçinin kendi kendisine yarattığı ütopik aşkı kaybetmesi de kaçınılmazdır kuşkusuz. Bu, tıpkı mülkiyetçinin özgürlüğünün yalnızca eylem özgürlüğünde kalması ve esasında saltık bir metafizik özgürlüğe daha yakın duran istenç özgürlüğüne hiçbir zaman ulaşamaması gibidir.
17.01.2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder