6 Şubat 2010 Cumartesi

KAMUSAL-DİNİ ALAN AYRIMINDA ÖZGÜRLÜK YANILSAMASI

Kimsenin baş örtüsüyle, şununla bununla, türbanla derdi yok.
Olmamalı da zaten.
Dini bir inanç insanın içinde vardır ya da yoktur; bu, o insan dışında kimseyi bağlamaz.
Bağlamadığı içindir ki, modern devlette kamusal alan dini olgularla bağını kopartır; çünkü aksi takdirde devlet bir dini yönetim mekanizması olur ve böylece din insanın kendi inancı olmaktan çıkıp resmi bir ideolojiye dönüşürdü.
Onun içindir ki, laiklik modern bir devletin olmazsa olmazı olarak ortaya çıkmış.
Ancak bu, kimsenin bir diğerinin inancına saygı duymaması anlamına gelmez hiç şüphesiz. Yani laik devlette sen inanırsın ya da inanmazsın, bu beni ilgilendirmez.
Laikliğin ortaya çıkışının bir diğer ve en önemli maksadı din işini devlet işinden ayırmak. (Dinin bireyselliğinden ötürü. Bireyin dini inancı vardır, devletin değil.)
Kamusal alanla dini alan aynı yer değilse, yani birinin kuralı diğerinde geçerli değilse, bu iki alanın da birbirlerinin kurallarına uyması beklenir.
Bu olmadığı zaman ülkemizde olduğu gibi kısır tartışmalarla vakit kaybeder ve esas çözmemiz gereken sorunların üstüne gidemeyiz.
Çoğu insana sorun, bu tartışmalardan hakkaten gına gelmiş durumda.
Birisi nasıl dini bir alana (sözgelimi camiye) oranın gerektirdiği şekilde kılık kıyafetle giriyorsa, kamusal alana da oranın kurallarına uygun olarak girmek durumunda.
Bu bir özgürlük sorunuymuş gibi lanse edilse de, ya da bir takım kişiler bundan siyasal menfaatler sağlasa da, aslında kamusal-dinsel alan ayrımına gitmek, o iki alanın birisinde olan özgürlüğün diğerinde kısıtlanması sonucunu doğurur.
Bu, bir özgürlük sorunu değil, evet, çünkü öyle olsaydı, türbanıyla devlet dairesinde çalışmak isteyen bir kadın gibi, başka birisi de, yazın sıcak bir gününde camiye şortla girmek istediğini, çünkü bunu istemesinin özgürlüğünün gereği olduğunu iddia ederdi.
Ama böyle birşey yapmaz elbet, çünkü özgürlük adına dinsel alanın kuralını yıkmanın mantıksızlığını biliyor olsa gerek.
O halde, kamusal-dini alan birbirinden ayrı yerlerse, kurallarının da farklı olması gerekiyor.
Bir kadın kamusal alanda nasıl ki türbanıyla çalışamıyorsa, bir erkekte sözgelimi kot pantolonla işe gitmek istiyor olabilmesine karşın takım elbise giymeye mecburdur.
Neden?
Çünkü kamusal alan da kendi kurallarını koymuştur; tıpkı dinsel alanın kendi kurallarını koyduğu gibi.
Ali kıran baş kesenciliği özgürlük ya da demokrasi kılıfıyla ört bas etmek yanlışların en büyüğü.


2 Şubat 2010 Salı

İÇİ KOF BİR DEMOKRASİ

Demokrasi demokrasi deniyor, iyi hoş ta, demokrasi sadece seçimde oy atmak ya da iktidarı değiştirmek midir?
Bizde öyle sanılıyor maalesef.
Sağlıklı bir demokrasi tüm toplumsal sınıfların yönetimde söz sahibi olması değil mi?
Sözde öyle, ama icraatta hayır.
Bizde demokrasi halk adına tepedeki oligarşinin konuşması demek. Meclisteki 550 milletvekilini halk seçti sanıyoruz, ama şuna dikkat etmiyoruz hiç: önümüze parti genel merkezlerince hazırlanmış aday listeleri konuyor, ama listedeki isimlerin bizle alakası bile yok, çünkü adayımızı biz değil parti başkanı seçiyor.
E nerde demokrasi?
Böyle bir demokrasi, bırak seni yönetimde söz sahibi yapmayı, başına bir otorite dikmeye vesile olur yalnızca.
Bunun böyle olduğu çok açık ortada değil mi?
Hani demokrasi aracılığıyla temsil edilmesi gerekenler? Hani nerede işçiler, kadınlar, çevreciler, eşcinseller, ezilenler, öğrenciler, beyaz yakalılar vs...?
Olamaz, temsil edilemezler...
Çünkü her zaman inandığım birşey var: demokrasi yalnızca ülkeye egemen olan sistemden çıkarı olan sınıfların temsil edilmesine olanak sağlayan bir yönetim biçimidir. Bu şu demek; yani sen kapitalizme, serbest piyasa ekonomisine dayanmış bir ülkeysen, o ülkede yalnızca buna inanan, yalnızca sermayeyi koruyup kollayan partilere izin verilir.
Bir zamanlar 'milli görüş'çü olan AKP'liler ne zaman demokrasiye inanır oldu?
Kapitalistleşmeye başladıkları zaman...
Meselenin özü şu: Birbirinden özünde hiçbir farkı olmayan bir avuç parti arasından birini iktidara oturtmak demokrasi değildir.
            Şişeler farklı ama hepsinde su var.

Demokrasiye çok inandığını söyleyen bazı insanlar TEKEL işçilerinin eylemine neden tahammül edemiyor acaba?
Kimse halka masal anlatmasın.

1 Şubat 2010 Pazartesi

NEYİN TARTIŞMASI?

Son yıllarda politik tartışmalar dinin siyasal manasıyla yükselişi ve askeri darbe arasında gidip gelirken, ülkeye ne şeriat geleceğine, ne de askerin darbe yapacağına inandım.
Çünkü yalnızca kavga etmen için ve senin düşüncelerinin bir önemi olmadan ortaya atılan iki görüşten birine kendini kaptırmak, açık söyleyeyim, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Yalnızca önüne konandan birini seçmek, insanı köreltir. Oysa, özgür insan kamuoyunca fişeklenen kutuplardan birine kayıp gitme tuzağına düşmeyen kişidir.
Çağımız, Baudrillard'cı manasıyla bir 'simülasyon' çağı. Yani, gerçekle gerçek olmayanın birbirine karıştığı, klasik manasıyla 'gerçek' in derin bir bilinmezliğe yol alıp ortadan kaybolduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Böyle bir dünyada tüm bireysel ve toplumsal kavramların yeniden tanımlanması ve biçimlenmesi ihtiyacı öne çıkıyor kuşkusuz. Bu, kendini 'simülasyon'un içinden yaratır mı, şu an cevap vermek güç.
'Simülasyon' çağının en belirgin özelliği, eylemin yerini söylemin (tıpkı post-modernizmde olduğu gibi) alması hiç şüphesiz. Bir zamanın söylemi,  'manifesto' niteliği ile öne çıkıp eyleme yol açarken, çağımız post-modern söylemi entelektüel bir alana sıkışmış durumda.
Bu aşılabilir mi? Ya da aşılması gereken bir şey mi?
Amin Maalouf uygarlığın 'kültür' yoluyla kurtulacağını düşünüyor, 'Çivisi Çıkmış Dünya' kitabında belirttiğine göre. Geçen yüzyılın son yarısında büyük bir hız kazanan teknoloji çılgınlığının 'kültürlerin yayılması ve kaynaşması' na katkı yaptığı muhakkak. Ancak ortada hala bir belirsizlik var ve o da, tarihin akışında en büyük dinamik olan ekonomi-politiğin çağımızda ve gelecekte yer alacağı biçim. Dünya, Maalouf'un bahsettiği 'kültür' yoluyla kurtulmayı 68'de denedi aslına bakılırsa. Dikkat edilirse, bu simgesel tarihin bir çok getirisi olduğu gibi, sonradan daha net ortaya çıkacağı üzere, sınıf mücadelelerini akademinin duvarları ardına hapsetmesi gibi bir sonucu da oldu. 68'den sonra Marksizm işçi sınıfının değil, üniversite hocalarının, sol görüşlü öğrencilerin ve hatta her ülkeden küçük burjuva aydınların ilgi alanıdır artık. 
Bunun nelere yol açtığını ise hep beraber gördük ve görmeye devam ediyoruz: 1989 ve sonrasında 'adalet, eşitlik' gibi kavramların artık her ülkede dini nitelikleriyle ön plana çıkan siyasal partilerle özdeşleşmesi. (Avrupa ülkelerinin bir çoğunda isminde 'Hıristiyan' kelimesi bulunan partilerin büyük oylar kazanmasını da buna örnek verebiliriz.)
'Simülasyon' çağında bile olsak, insanın yaşaması için gerekli olan temel ihtiyaçları dünyanın yarısının elde edemiyor oluşu gibi bir sorun hala ortada.
İnsanoğlu hala kendi türünün yarısının aç oluşuna göz yumabiliyor ve yeryüzünde inanılmaz bir üretim fazlası varken bunun nasıl böyle olduğunu sorgulama zahmetine girmiyor. 
İş böyleyken, ülkemizde son yıllarda bolca yaşanan yapay tartışmalara girmek o kadar saçma ki...

31 Ocak 2010 Pazar

PAZAR NOTLARI

Aşırı soğukların ve karın ardından dün havanın bahar gibi olması iklim değişikliklerini akla getiriyor ister istemez. Yerküremize baktıkça üzülmemek elde değil. Açgözlülüğün mahvettiği dünyadaki yok oluştan herkes etkilenecek; ama maalesef alınan önlemler yeterince cılız ve devede kulak kalıyor. 

Hani yılllardır bir 'demokrasi' sözüdür dilimizden düşmüyor ya, ama düşünüyormuyuz ki, kapitalizm ile yönetilen hiçbir ülkede sağlıklı bir demokrasi asla olamaz. Çünkü kapitalizmde herkesin değil, güçlü olanın, gücünü başkalarını sömürerek elde edenlerin söz hakkı vardır. Seni kimin sömüreceğini seçmek ise, demokrasi ile bağdaşmaz. Demokrasi eşitler arasında eşit söz hakkı üzerine kurulabilir ancak. O yüzden, demokrasi kapitalizmin yönetim biçimi sanılsa da, o (demokrasi) aslında sosyalist bir toplumda var olabilir.

Darbeye pek bir karşı görünen AKP'nin bir darbenin (12 Eylül) ürünü olduğunu bir yazımda yazmıştım. Öyle olduğunu 80 öncesi ve sonrası toplumsal yaşantıya yakından bakarak anlayabiliriz. 80'den önce solcu ve sağcı öğrenciler birbiriyle uğraşırken İslamcılar arka plandaydı ve etkili değildiler. 12 Eylül sabahı siyasal kutuplar bir anda bıçak gibi kesildi. Askerin yaptığı anayasa iki şeyin önünü açtı: serbest piyasa ekonomisinin ve tarikatların yükselmesinin. Böylece kapitalistleşen ülkede zenginleşen yeni sınıflar islama yönelerek kendilerine 80 sonrasının kimliksizleşen toplumunda bir kimlik yarattı. 80'den önce solda olan halkın büyük bölümü ise, solun darbeden sonra zayıflamasıyla adaleti dinde aramaya başladı ve böylece siyasal islamın çıkışı başladı. Eskiden gecekondular ve kırsal sol partilere oy verirken adalet anlayışının modeli dine oturtuldu, bunun sonucunda sendikaya giden proleter artık zenginleşen tarikatlardan medet umar oldu. Alın size siyasal islamın yükselişi, alın size AKP iktidarı... Bakmayın darbeye karşı olduklarına; Kenan Evren'e plaket vermeleri gerek.

Kemalizmi eleştiren insanların anlamadığı birşey var: bu ülke zaten 1938'den sonra Kemalizm'den sapmıştır. 38'e kadar anti-emperyalist bir duruşla, muasır medeniyet seviyesine ulaşıp batıyı yakalamayı hedefleyen rejim, daha sonra keskin bir 'U' dönüşüyle çağdaşlaşmayı batılılaşma olarak ele alıp tanzimata dönüş yapmıştır.

Mustafa Kemal'in şöyle acı bir gerçeği vardır: sağcılar onu solcu, solcular da sağcı olduğunu sanarak vurmuşlardır abayı. Evet, o, bolşeviklere ilgi duysa da, bunun ülkemiz şartlarında uygulanamayacağını, çünkü bizde sanayi olmadığından işçi sınıfı olmadığını belirtir. Aşağıdaki sözlerini ise, onu burjuva devrimcisi olmakla suçlayan bizdeki sosyalistlere ithaf ediyorum. 
"Sağa mı sola mı nereye gideceğiz? Herhalde sağa değil. Çünkü insanlar, fikirleriyle, siyasetleriyle, ilimleriyle sürekli aksi istikameti takip ediyorlar. Eski tarihin, insanlığı kendi kendine bağlayan bağları, bilhassa Umumi Harb'in yarattığı büyük sarsıntısan sonra, büsbütün gevşedi. Ve sola doğru, bazı devletler seri ve hamleli, bazı devletler ise yavaş ve temkinli bir yürüyüşe başladı. Şüphe yok, insanlığın düşünüş tarzı, çok derin ve esaslı inkılap devresindedir. Bir taraftan krallar, imparatorlar, sağ kanatta merkez partileri ve mutlakiyet parlamentoları zayıflıyor, diğer taraftan Sosyalistler hak taraftarları, halkçılar kuvvet kazanıyor. Bu değişim karşısında Türkiye ne tarafa dönecek?" 9 Mart 1921 (Hakimiyet-i Milliye gazetesi).
   

11 Ocak 2010 Pazartesi

ÜTOPYA'DAN DİSTOPYA'YA: "AVATAR"

'Avatar', dev bütçeli maliyeti ile bir rekor kırıp ülkemiz sinemalarına (Amerika ile aynı anda) geldiğinde, bu durum çok dikkatimi çekmemiş, "bilindik Amerikan bilim-kurgu filmlerinden birisi daha," diye düşünmüştüm. Ancak bu sefer filmin bir felaketi değil de, gelecekteki başka bir gezegeni anlatıyor olması, bende filmi izleme isteği uyandırdı. Amerikalılar, nasıl bir gezegen tasvir etmişlerdi bakalım? 
Filmin vizyona girmesinden birkaç gün sonra gazetelerde çıkan bir haber sinemanın yolunu tutmamı kesinleştirdi. Haberde, Amerikalı liberal muhafazakarların, filme, 'sosyalizm' propagandası yaptığından dolayı tepkili oldukları belirtiliyordu. Bu gerçekten ilginç (kapitalizmin kar mantığına uygun olarak milyarlarca doların harcandığı bir film nasıl oluyordu da 'Sosyalizm' propagandası yapmakla itham ediliyordu?), aynı zamanda kafa karıştıran bir durumdu kuşkusuz ve sonuç olarak, ver elini sinema...
Filme değinmeden önce, kısaca biraz gerilere, 1516 yılına gidelim. Thomas More isimli bir İngiliz yazar, "Ütopya" isimli bir roman yazmıştı bahsi geçen yıl. Roman,  'var olmayan,' bir ülkede, bir adada geçmekteydi ve içeriğinde ütopik ve hayali (ama olması arzu edilen) bir dünya tasvir ediliyordu. İnsanların hür ve eşit olduğu bu 'Ütopya' toplumu, ortaya çıkışından tam 332 yıl sonra, (yani "Komünist Manifesto" nun yayınlandığı yıl olan 1848'de), bilimsel sosyalizmin aslında ilk tohumu olduğundan habersizdi.
Distopya, ütopya'nın tersi, yani onu olumsuzlayan, ütopya 'güzel yer' e gönderme yaparken, 'kötü' olarak ele alınır genellikle.
Filmin, varsa eğer politik mesajını anlamakta bu önemli, çünkü 'Avatar'ın geçtiği 2154 yılında, Amerika emperyalist (yayılmacı) politikalarını sürdürmekte, artık doğanın tükenmiş olduğu dünyamızdan uzaya, bilinmedik, kirletilmemiş ve güzel kalmış gezegenlere el atmaktadır. Bu durum filmde mevcut zaten: yıl 2154 ve Amerika hala bir yerlere, orayı adam edeceği (uzay gemisinin komutanı 'kötü' adam, 'Pandora' gezegeninde yaşayanları 'barbar' olarak niteler) iddiasıyla el atma hakkını kendinde görebilmekte. Bu aslında Hollywood sinemasının bilindik bir temasıdır; yani bilhassa soğuk savaş yıllarından beri yapılan filmlerinde görürüz ki, dünyayı hep Amerikalılar kurtarır (Öyle ki, toplumlarında kitlesel tepkilerin yükseldiği Vietnam Savaşı karşıtlığında -68'ler- bile Hollywood, resmi (emperyalist) politikalarının yanında olan filmler yapmıştır). Ve bu bağlamda, oldum olası Amerikan sinemasının gizli 'faşizan' nitelikler taşıdığını hep hissetmişimdir ki, sanırım sinemaya az buçuk ilgi duyan herkes benimle aynı görüştedir.
Ancak, 'Avatar' bu bakımdan bir kırılma noktasıdır denebilir. Filmin, evet, bir anti-emperyalist bir duruşu var ve bu bakımdan geleneksel püriten Amerikalıları kızdırmış olması normal. Amerika'nın bilhassa 2.Dünya Savaşın'dan sonra dünyaya yayılması ve süper güç olmasının getirdiği ekonomik ve toplumsal maliyetler, uzun yıllar görsel (sinema gibi yani) araçlarla ört bas edildi. Gösterinin herşeyin üstünde bir değer olduğu toplumda kitlesel bir körlük kaçınılmaz sonuçtu. Öte yandan, 2008'deki ekonomik krizin kapitalizm balonunu patlatmasıyla birlikte Amerikalılar (bir ölçüde de olsa) birşeyleri sorgular oldu. Yani şöyle denilebilir mi? Son yüzyıldır emperyalist politikalar için devlet (ABD) savaşlara ve silah sanayiine o kadar para ayırdı ki, şimdi krizde milyonlarca Amerikalı evsiz ve işsiz kalırken, yani politikanın ekonomik bedelini sıradan insan öderken, emperyalizmin ne getirdiği ve ne götürdüğü üstüne bir toplumsal maliyet çıkarmanın zamanı geldi. (ki, bu da Amerikan kapitalizminin ruhudur -yani kar/zarar hesabı-).
Filmin 'sosyalizm' propagandası yapıp yapmadığına gelince: Kesinlikle, hayır! Amerikalı muhafazakar liberallerin tepkilerini, onların süzme cahilliklerine ve 'buluttan nem kapma' gibi damarlarına işlemiş özelliklerine veriyorum ben. Bu 'buluttan nem kapma' durumu, genellikle sistem eleştirisi olduğu an ortaya çıkar onlarda. Ülkenin Devlet Başkanı, "herkese devlet tarafından sağlık sigortası" dediğinde bile (sanki bu kötü birşeymiş gibi!), "Obama, Amerikayı sosyalizme götürüyor!" diye yaygara kopartan bir toplumdan söz ediyoruz.
Pandora'da yaşayan canlıların birbirine bağlılıkları, bu birlikte olma durumlarını 'halk' terimini (ki, evet, sosyalizmi çağrıştırır bu; tıpkı kapitalizmde bireyin öne çıkması gibi) kullanarak ifade etmeleri ve düşmana karşı gelme öğeleri, filmin 'sosyalizm' propagandası yaptığı anlamına gelmiyor.
Keza, böyle bir iddiada bulunulmuş olması, aklıma, sosyalizm idealinin kapitalizm tarafından metalaştırıldığı şüphesini getirmiyor değil.
Baksanıza, filmin 'sosyalizm' propagandası yaptığı eleştirileri aldığını okur okumaz sinemaya koştuğuma göre...

5 Ocak 2010 Salı

DİKEY MODERNLEŞME NE KADAR MODERN?

Burj Dubai 818 metrelik devasa yüksekliği ve 4.1 milyar dolarlık inanılmaz maliyetiyle Dubai semalarındaki yerini görkemli bir açılışla aldı ya, insanda kafa karışıklığına neden olabiliyor bu durum.
Şöyle ki...
Haberi ilk okuduğumda doğal olarak modernleşme ile mimari arasındaki ilişkiyi düşündüm: Tarihten gelen ve ileriye dönük olan modernleşme, kendini görsellik zemininde en fazla mimari alanında göstermiştir, evet. New York'ta 19.yüzyılın sonları ile 20.yüzyılın başlarında yükselen gökdelenler aynı zamanda ilerlemenin bir göstergesiydi. Yani güç-simge ikircikliğini içlerinde en çok benimsemiş millet olan Amerikalılara göre bu, çağdaşlaşmayı, modern zamanları ve gücü gösteriyordu. 'Amerikan Rüyası'ndan bahsetmek için gösterişe ihtiyaç vardı kuşkusuz. Gökyüzüne ne kadar çıkarsanız, bu sizin ne kadar ilerlediğinizin ispatıydı bir bakıma.
2010 yılına henüz girdiğimiz şu sıralar, normal insan aklı kalıplarına göre modernleşme, dikeye doğru bir yükselişle algılanmıyor olsa gerek, çünkü modernleşme hakkında çok daha başka düşüncelere sahibiz artık. İklim değişikliklerinin yol açtığı sorunlar, açlık ve küresel düzendeki çarpıklıklar yerküremizi kurtarmaya yönelik politikalara ilgi duymaya itiyor bizi. Modernleşme dikey olarak bir yükselişten yataya, toprağa, ayak bastığımız yere, dünyamıza geri dönüyor aslına bakılırsa. Ya da öyle olmalı...
Az da olsa bunun farkına varmaya başlayan Batılılar, mimari alanında kendilerine pek bir iş kalmayınca, 'eh, en azından bizde eskiyen şeyi geri kalmış toplumlara yeniymiş gibi sunalım,' mantığını (hep öyle olmamış mıdır? Mesela hatırlayalım: bizde, ordumuzun Amerikalıların artık silahlarını kullanmasından yakınmadık mı yıllarca?) güttüler ve modernleşmenin (bir zamanlar!) en büyük simgesi olan dikeyleşmeyi dekadan ve üretimden bihaber, ama tüketimin cazibesine kapılmış olan Araplara ihraç ettiler. Batılı mühendisler, mimarlar oralarda iş alıp zenginleşe dursunlar, Araplarda kendilerinin modernleştiklerini sanarak yaşayıp gidiyor böylece...
Olayın bir de ekonomik boyutu var tabii. Yani dünyanın yarısı açlıktan kırılırken, diğer tarafta 4.1 milyar dolara gökdelen yaptıran görgüsüzler var dünyamızda. Ama neye yarar ki bunu düşünmek. İnsanoğlu gökdelenin, o arsız beton yığınının cazibesine kapılmışken...

4 Ocak 2010 Pazartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-7 (ALBERT CAMUS-YABANCI)

"Anam ölmüş bugün, belki de dün, bilmiyorum..."
Bu cümleyle başlar, yabancılaşmanın zaten 'Yabancı' ismini taşıyan başucu romanı...
20.yüzyılın büyük Fransız (Cezayir asıllı) yazarlarından Camus, çağının insanının bilincini yansıtan eserlerinin zirvesi olan Yabancı'da kendisine ve topluma yabancı düşmüş Meursault'un dramını ele alır. Bu yabancılık olgusuna yapılan vurgu romanın daha ilk cümlesinde ortaya çıkıyor. Meursault'un ölüme gereğinden fazla anlam yüklemediğini sezinlediğimiz daha ilk cümlede görülüyor ki, aslında insan varlığının gerçekliği ile algıladığımız/yaşamakta olduğumuz dünya arasında bir bağlantısızlık var. Bu, 'Yabancı'da yaşanan absürdlükler ile ortaya çıkıyor. Tatil için arkadaşlarıyla bir sahil kentine giden Meursault, orada nedensiz yere bir Arabı öldürür. Evet, bir nedeni yoktur, öyle ki mahkemede işlediği cinayetin nedeni sorulduğunda "Sıcak bunalttı..." der.
Saçmanın ve absürdizmin başlı başına edebiyatın bir kolu haline gelmesi o dönemin dünyasında yaşananlarla yakından alakalı: 20.yüzyılı güç savaşları, katliamlar, şiddet, kan ve ezilenlerin başkaldırısı ile hatırlıyoruz. Bu da beraberinde acı ve gözyaşını getirmişti doğal olarak. O dönemin (kentli) insanı, evet bir yabancıydı ve bunalıyordu. Meursault çağının insanını metafizik bir mertebeye yükseltiyordu belki de, saçmalığa yaptığı vurguyu abartarak. Mesaj açıktı: yaşam anlamsızdır. Ancak her ne kadar 'Yabancı' romanında izlerini bulabileceğimiz Varoluşçuluk felsefesi yaşamın anlamsızlığını vurgulasa da, onu (yaşamı) hiçbir zaman nihilistlerin bakışıyla ele almaz. Meursault'ta nihilist değildir doğal olarak. Çünkü nihilizm bir tercihtir; yani bir insan herşeyin aslında 'hiç' olduğuna inanabilir. Oysa Meursault bir tercihin değil, basbayağı bir gerçeğin, insanın içinde yaşadığı dünyadaki yabancılığının simgesidir. Ve onun durumu, kendi tercih ettiği birşey değil, felsefi anlamda "a priori" bir durumdur. Yani, insan dünyaya düştüğü anda bir yabancıdır gerçekte; bunun farkında olsun ya da olmasın.
Romanda, Meursault'un cinayetten yargılanmaya başlamasıyla, toplumsal değerlerle 'yabancılaşma' halinin getirdiği bunalım en üst düzeye çıkar. Gerçekte mahkemede cinayetten bulunan Meursault, daha çok annesinin cenazesindeki umursamaz tavırlarıyla, annesinin ölümünden sonraki günlerde sevgilisiyle (nasıl olur da?) hoşça vakit geçirebilmesiyle yargılanır. İşte sonunda da, suçundan dolayı değil de, topluma yabancılaşmasıyla, bu yabancılaşmayı (çoğumuzun ört bas etmeye çalıştığı) açıkça yaşamış olmasıyla mahkum edilir.
Amerika'nın Irak'ı işgalinin en hareketli günlerinde bir sabah, Başkan Bush'un o sıralar Camus'nün 'Yabancı' romanını okuduğu hakkında çıkan bir haberi nasıl da şaşkınlıkla karşıladığımı hatırlıyorum: Meursault'un cinayetiyle Amerika'nın kendi çıkarları için işlediği cinayetler arasında ironik bağ, dönüp dolanıp Camus'nün vurguladığı (dünyanın) absürdlük durumuna dayanıyordu çünkü. Absürdlük, insan aklı ile eylemleri arasındaki tezattan ortaya çıkıyordu çoğu kez. İnsan aklı barışı ve iyiliği isterken, eylemler savaşa, ölüme ve cinayete varıyordu son kertede. Bush'un 'Yabancı'yı okuması eylemlerinin anlamsızlığını, onu vurgulayan birşeye baş vurarak içselleştirmesi olarak açıklanabilir.
'Yabancı,' 20.yüzyılın ve çağımızın insanını anlamak için Amerikan başkanından sıradan insana kadar çoğu kişiye büyük katkıda bulunmuş muhteşem bir eser.