27 Eylül 2010 Pazartesi

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-13 (DOSTOYEVSKİ-CİNLER)

İnsan ruhunun özünü Tanrısal bir gizemle ortaya koyan büyük Rus yazarı Dostoyevski, ilk ve son kez siyasal birşeyler yazdığında ortaya çıkan yapıtın, hemen her Dostoyevski yapıtı gibi tüm zamanların en iyilerinden birisi olmaya aday olacağını o yıllarda kimse ön göremezdi belki ama, "Cinler" de anlatılan solcu nihilist insanların umutsuzluğunun, yeni bir yaratımı ortaya koymak için yıkımın gerektiği düşüncesine göre, henüz sanayileşmemiş Rus toplumunu elli sene sonra sosyalist bir devrimle tanıştıracağını müjdelemesi sürpriz olmasa gerekir.
"Karamazov Kardeşler," "Suç ve Ceza" ve "Yeraltından Notlar" gibi yazarın en baba eserlerinin yanına rahatlıkla "Cinler" i de eklememizi gerektiren başlıca şey, kitabı yazdığı dönemde yazı hayatının olgunluk dönemini yaşayan Dostoyevski'nin insanın içlerine doğru yaptığı yolculuğu siyasal bir düzlemde bir araya gelmiş bir grup insanın çatışmaları içine yedirmiş olması.
1800'lü yılların ortaları Rus toplumunun karmaşık yılları. Osmanlı toplumunun yüzyıl sonlarında yaşadığına benzer şeyler söz konusu olan: Doğu ile Batının karşılaşması. Yaşam tarzları arasındaki uyumsuzluk ve yabancılaşma sorunun ekseninde; ancak "Cinler"de de görüleceği üzere, bilhassa Rus toplumunun sınıfsal yapısı, her ne kadar Osmanlı gibi bir tarım toplumu da olsalar, daha keskin çizgilerle çizilmiş idi. Eğer öyle olmasa hiç şüphesiz, o yıllar Rus edebiyatında sıkça işlenen Nihilizm gibi düşünceler ortaya çıkmamış olurdu. 1800'lerin ortalarında Çarlık Rusyasında pıtrak gibi türeyen devrimci aydınlar, 1917 devrimine giden sürecin önünü açmışlardı. Aynı yıllarda yayınlanan "Babalar ve Oğullar"(yazarı; Turgenyev) adlı yapıt, nihilizmin Rusya'da yayılmasına ön ayak oluyor ve bu akımın tüm ülkedeki okumuş gençler arasında popüler hale gelmesine yol açıyordu. Roman kısaca, ailesine başkaldıran Bazarov adında bir gencin hikayesiydi ve böyle bir temanın o zamanın tutucu ve gelenekçi Rusya'sında nasıl bir tantana koparacağını tahmin edersiniz.
Dostoyevski işte böylesi bir ortamda yazıyor "Cinler"i; amacı bu bahsedilen düşüncelere karşı koymak. Nihilistlerin Batı'dan etkilendiklerini düşündüğünden bu başkaldırıya karşı gelenekçi Rus ahlakının, erdemin bir savunusunu yapmakta, üstelik romanda Karmanizov isimli bir yazardan bahsedip, Turgenyev ile de inceden inceye alay etmektedir. İşte "Cinler," Rus toplumunu karıştıran ve yoldan çıkaran bu solcu nihilist gençliğin bir eleştirisini yapmakta. Ama bunu yaparken de, okuyucuyu rahatsız eden bir şekilde düşüncelerini insanın kafasına vurarak yapmıyor Dostoyevski. Üstelik yazarın her kitabında olduğu gibi, kötü karakterlerden etkilenmekten kendinizi alamıyorsunuz. Pyotr Stepanoviç'in (gerçek hayattaki Neçayev'den esinlenmiştir) yaptığı şaklabanlıkların içten içe büyük bir kurnazlığın ve zakanın ürünü olduğunu hissediyorsunuz, gruptaki bütün düşmüş karakterlere tüm pespayeliklerine karşın sempati duymadan edemiyorsunuz.
Dostoyevski başta Pyotr Stepanoviç ve Nikolay Stepanoviç olmak üzere bu karakterlerin karşısına erdemli aydın, artık yaşlanmış öğretmen Stefan Trofimoviç'i koyuyor. Pyotr'ın babası olan karakter, Turgenyev'in aksine, oğlunun karşısına gerçek doğrunun savunusu olarak konmakta. Öyle ki, onun da hayatı diğerleri gibi heba olup gidecektir.
Dostoyevski her romanında olduğu üzere bu hikayesine de bir feylesof, düşüncelerinden başka inancı olmayan bir karakter sıkıştırmış. Kirilov isimli genç günlerini yoksul öğrenci dairesinde varoluş ve Tanrı üzerine düşüncelerle geçirir ve sonunda intihar etmeye karar verir. Ancak intiharı sıradan bir ölüm olmayacaktır. Felsefesine göre, kısaca, eğer insan aklı sayesinde Tanrı'nın olmadığı bilincine varır da onu yoksayarsa, o halde yaşamasının bir manası yoktur. İnsanlar yaşamayı seçmektedir, çünkü bir Tanrıya inanmaktalar ve yaşamlarını onun huzurunda bir sınav gibi geçirmektedirler. Oysa Tanrı yoksa bunu ispat etmek gerekir, o da kaderini ellerine alarak, son kertede kendini öldürerek olur. Kirilov Tanrı olmak için intihar eder, evet. Dostoyevski bu karakteri, o dönemin düşünce akımlarının Rus gençliği üzerinde ne denli etkili olduğunu ortaya koymak için yaratmış olabilir ama, bu aynı zamanda yazarın insan ruhunun derinliklerine nasıl da dehşetengiz bir biçimde inebildiğini de göstermekte.
Romandaki nihilist karakerlere Dostoyevski'nin eleştirilerinden birisi de, insani ilişkilerden ve insanal varoluş durumlarından kimsenin kaçamayacağı üzerine. Bu durum daha çok Stavrogin karakteri üzerinde belirginleşiyor. "İnandığına inanmayan, inanmadığına da inanamayan" sözleriyle tanımlanan bu zengin çocuğu kendi varoluşunun çıkışsızlığını bir takım kadınlara kendini kaptırarak aşmaya çalışır. Yani nihilist Stavrogin aşka, duyguya sarılmakta ve en sonunda bir pedere gidip günah çıkartmaktadır. Tıpkı ihanetinden dolayı katledilen Şatov'un Slav milliyetçiliğine yönelmesi gibi. Sonunda, grupta Avrupa'ya kaçan (sahtekar Pyotr Stepanoviç başta olmak üzere) birkaçı dışında bütün karakterlerin hayatı mahvolmuştur.
"Cinler" Dostoyevski'nin insan analizindeki ustalığının yelpazesinin oldukça geniş olduğu, sıradışı, doğru ile yanlışı, çıkış ile çıkışsızlığı, hayatın her rengini yedi yüz sayfada toplamayı başarmış muhteşem bir eser.

1 Temmuz 2010 Perşembe

TÜRKİYE'DE DÖNÜŞÜM DÖNEMLERİ VE GÜNÜMÜZ

Apaçık bir şekilde görülmekte ki, Türkiye son bir kaç yıldır, hem jeo-politik hem de sosyo-kültürel açılardan büyük bir dönüşümün içinden geçmekte.
Ülkenin, 1923'de Cumhuriyet rejimini kurmasından beridir yaşadığı üçüncü büyük dönüşüm dönemi bu.
İlki, 1946 yılında çok partili sisteme geçilmekle oldu. 23 yıl ülkeyi tek parti iktidarıyla yönetmiş olan CHP, çok partili 'seçim demokrasisine' geçmeye karar vermişti; demokrasi, 'tam katılımcılık,' (yani halkın egemen bir zümreden arınmış şekliyle yönetimde söz sahibi olması) anlamına uzak bir biçimde kısmi olarak seçimlerle sınırlıydı gerçi ama, bu olay siyasal tarihimizin dönüm noktalarından birisiydi kuşkusuz. Öyle ya da böyle, artısıyla eksisiyle, rejim kendi kuruluş mantığının üzerine yeni birşey eklemiş oldu. Siyasal değişim1950 sonrası iktidarı ele alan DP(Demokrat Parti) iktidarıyla netlik kazanmış, bunun yankıları toplumsal düzende de kendini göstermişti. Bilindiği üzere, 1950 sonrası, Türkiye'nin Amerika'yla yakınlaştığı, savaş sonrası ikiye bölünen dünyada safını belirlediği yıllardı. Türkiye, savaş sonrasında komünizmin karşısında kapitalizmi, doğal olarak ABD'yi, Doğu bloku yerine de Batı'nın değerlerini seçmişti. Aynı yıllarda komünizmin Batı'ya yayılma tehlikesine karşın kalkan olarak Nato'ya giriyoruz(ya da sokuluyoruz), bizle hiçbir alakası olmayan Kore savaşı için, kapitalist Güney Kore komünist Kuzey Kore'ye yenilmesin diye dünyanın bir ucunda, bir ton askerimizi (üstelik o kadar yoksulluğumuza karşın) ateşe atıyoruz vs... Yani, 1950'den sonra, bağımsız bir ülke kurmak için savaş verdiğimiz Batılılarla stratejik ortağız artık. Gerçi bu, Türk halkınca da yaygın olan bir görüşe göre genellikle kullanıldığımız(!) stratejik ortaklık bize ne getirdi ne götürdü, o da ayrı bir tartışma konusu...
1950-1980 arası, soğuk savaş yıllarında, Türkiye'deki siyasi gelişmeler Amerika'nın kontrolü altında, onların isteklerine göre belirleniyordu, bu açık. 30 yılda yaşanan üç darbede de Amerikan parmağı olmadığını iddia edecek birisi yoktur herhalde. Öyle ki, DP lideri Menderes, Türkiye'nin küçük bir Amerika olduğunu bile söylüyordu. Bugünlerde çok konuşulan 'eksen kayması' nı Türkiye ilk olarak 1950 sonrasında yaşadı. 1950'ye kadar Kurtuluş Savaşında ve sonrasında bağımsızlığı için kendini siper etmiş ülkede siperler yıkılmış, Türkiye eski düşmanıyla, daha da eskiden olduğu gibi, gene dost olmuştur. Toplumsal yaşantımızda da, hem laikliğini, hem de devrimini kendimize model aldığımız Fransız etkisi ise yıkılıyor, yerine "Yankee" kültürü yerleştiriliyordu.
Türkiye ikinci büyük dönüşümü 1980 darbesi ve sonrasında ANAP/Turgut Özal iktidarı döneminde yaşadı. İki kutuplu dünya, 1989'da yıkılsa da, aslında yumuşama 80'li yılların başlarında başlamıştı ve Cumhuriyet döneminde ilk kez 1946'da yaşadığımız dönüşüm gibi bu dönüşümünde dışarıdan, dünyadaki gelişmelerin ışığında olması kaçınılmazdı. 1980'ler, dünyada, neo-kapitalizmin yükseldiği, Anglo-sakson kapitalizminin Doğu blokuna karşı üstün duruma geçtiği yıllar; Amerika'da Reagan, İngiltere'de Theacther önderliğinde modern bir Makyavelcilik almış başını gitmişti o zamanlar. Önemli olan kazanmaktı ve vahşi kapitalizm tarihin hiçbir döneminde sahip olmadığı (medya, popüler kültür, sermaye vb...) güçlü silahlarla donanıyordu şimdi. Oysa iki hegemonik kapitalist ülkenin güdümündeki Türkiye'de hala sağ-sol öğrenci kavgaları olmakta, insanlar birbirleri boğazlamaktaydı. Neo-liberalizmin her pazarı bir para kaynağı olarak gören mantığı bu duruma son vermeliydi; çünkü gözünü simgesel bir uçsuz bucaksızlığa dikmiş olan ulus aşırı sermaye kendine yeni pazarlar bulmalıydı ve sağ-sol ikilemi gibi sorunlarla uğraşmak engelden başka birşey değildi. İşte böylece alın size 80 darbesi, alın size Özal Türkiye'si! 80 darbesinden sonra sağ-sol çatışmalarının bıçak gibi kesilmesi, 83'te iş başına gelen (ya da getirilen) Reagan ve Theacther'ın Türkiye versiyonu olan Turgut Özal'ın serbest piyasa uygulamalarıyla ülke pazarını hegemonik ülke sermayelerine açması bir tesadüften ibaret olamaz elbet. Böylelikle, Cumhuriyet döneminin ikinci büyük dönüşümü de, gene ilki gibi dışsal faktörlerin etkisiyle gerçekleşti: Türkiye'de artık kamunun yerini sermaye, politik gençliğin yerini apolitik ve başıboş bir tüketici gençlik, birçok yıkılan geleneksel değerin yerini de "para" ve "pop" kültürü almaya başlamıştı.
Son olarak, Türkiye, ulus devlet tarihinin üçüncü büyük dönüşümünü içinden geçmekte olduğumuz dönemde yaşıyor. 90'dan sonra Doğu Blokunun yıkılması, neo-liberalizmin ve Amerikan yaşam tarzının dünyanın çoğu noktasında başat unsur olarak tek başına imparatorluğunu ilan etmesinin etkileri, ülkemizde de kendini gösterdi doğal olarak. Az gelişmiş ülkelerin çoğunda olduğu gibi Türkiye'de de, çoğu yoksul insanlardan oluşan geniş kitleler, dünyada solun paramparça olmasıyla adalet ve eşitlik umutlarını başka yerlerde aramaya başladı. Oluşan devasa boşluğu dolduran ise "din" oldu: Ortadoğu ülkelerinde Müslümanlığa sarılan eski Sovyet uydusu (örneğin Afganistan) ülkeler, Batıda ortaya atılan "Medeniyetler Çatışması" tezleri ve Türkiye'de de siyasal İslamın yükselişi...
Ancak iki kutuplu dünyanın yıkılışı ve Amerikan önderliğinde neo-liberalizmin egemenliğini ilan etmesi, Batı dünyası açısından beraberinde birçok karmaşıklığı da ortaya çıkardı: 90'dan önce bir ülke olarak hangi blokta, kimden yana olduğunuz biliniyordu ve aynı bloktaki ülkeler arasında ilişkiler mümkün olan en uygun şekilde yürümekteydi. Fakat bu durum ortadan kalktığı andan itibaren kapitalist Batı, yanında yer alan ülkeleri elinde tutmak için güçlü argümanlarını yitirmiş oldu; madem komünizm yıkılmıştı, o halde Batının şemsiyesi altında kalmaya da gerek yoktu. 11 Eylül saldırıları bunu doğrulaması bakımından gerçekten de bir milad olmuştur. Çift kutuplu dünyadaki gibi yandaşlarına kayıtsız şartsız egemen olacağını sanan ve değişen dönemin reel politiğini algılayamayan neo-liberal ülkeler, çağın yükselen olgusu terörizm ile, eskiden kendisine muhtaç olan ülkelerin, şimdi dağınık ve kontrolsüz bir biçimde kendisine dönebileceğini görmüş oldu.
Bu açıdan ele aldığımızda, Türkiye'nin 20 yıl kadar önce hayal bile edemeyeceği ölçüde İsrail-Amerikan ittifakına kafa tutabilmesini ve kendi başına dört nala koşturuyor olabilmesinin ardında yatan nedenleri anlayabiliriz. Dünyanın 90'dan sonra yaşadığı değişime karşın egemen ülkelerin hala eskisi gibi ittifakı olan devletlerin kayıtsız şartsız kendi uydusu olduğunu sanması, Davos'taki "one minute" olayının bile hem nedeni hem de sonucu aslına bakılırsa. Eksen kayıyor mu? sorusunun cevabını arıyor herkes; evet eksen kayıyor, ama belli bir yere değil, her yere ya da yok yere. 90'ların başında dünyanın sınırları olmayan bir köye döndüğünü öne süren Batı kaynaklı görüşe inanan bazı kimseler, her nedense tuhaf bir biçimde, Türkiye'nin eksenini arıyor bugünlerde. Oysa ki cevap kendi argümanlarında, dünyanın uçsuz bucaksız ve kontrolsüz bir yer haline gelmesinde yatıyor. Başbakan'ın eksen kayması falan olmadığını açıklamasının derin mantığında bu yatıyor olmalı: zaten 90'dan beri ekseni olmayan, yalnızca ülkeler arası iyi ya da kötü ilişkilerin yaşandığı bir dünyada yaşamaktayız. "Eksen" çift kutuplu bir dünyanın kavramı olabilirdi ancak, günümüzde bir ülke için "Batıya bağlı," ya da "yüzünü Orta Doğuya dönüyor," gibisinden kesin tanımlamalar yapmak saçma birşey. Üstelik bir zamanlar aynı blokta yer aldığınız bir ülkeyle (ABD) kötü olabiliyorken, başka kutupta yer aldığınız (Rusya) bir ülkeyle sıcak ilişkiler kurabilmektesiniz. Dediğimiz gibi, evet eksen kayıyor ama, olmayan bir eksene, ya da her yerde olan eksene.
Öte yandan, ülke tarihimizin içinden geçtiği bu üçüncü dönüşüm döneminin diğer ikisinden önemli farkları var: Yukarıda bahsedilen ilk iki dönüşüm dönemi Batılıların dayatmasıyla olurken, şimdiki dönüşüm Batıya rağmen, iç dinamiklerle dış dinamiklerin diyalektik bir etkileşimiyle olmakta. Şöyle ki; 1990'dan sonra dünyanın Amerikan eksenli tek kutuplu bir imparatorluğa dönüşeceği öngörüsü 2000'li yıllarda artan medeniyetler arası  terörizm ve milenyumun ilk on yılının sonuna doğru ortaya çıkan ekonomik kriz patlamasıyla dünyaya egemen güçlerin zayıflaması, bunun öncesinde ekonomik dengelerde büyük değişmeler yaşanması, 90 sonrasında şoförsüz bir arabaya benzeyen, nereye gittiği belirsiz Türkiye'nin gözlerini açmasına neden oldu.
Ancak, 2002 yılında iktidar olan ve kökeni siyasal islama dayanan AKP'nin tek başına, kendi iradesiyle gerçekleştirdiği bir dönüşüm değil Türkiye'nin yaşadığı. Neden daha çok tarihselde yatmakta çünkü. Dünyayı iyi okumak, bugün herhangi bir ülkede olan biteni açıklamakta en sağlıklı yol.
Türkiye bu dönemde büyük bir dönüşümü yalnızca dış politikada değil, içeride de yaşamakta ve bu da önceki geçiş dönemlerine göre günümüzü daha karmaşık ve açıklanması güç yapıyor. Yüzeysel bir bakışla bile Türkiye'de eskiden tartışılamayan konuların tartışıldığını, toplumsal bir şeffaflaşmanın yaşandığını söyleyebiliriz. Bu ülkenin hala, çok ama çok büyük sorunları var, evet: bir türlü çözülemeyen terör, işsizlik, kötü bir ekonomi, etnik ve kimliksel ayrışmalar vs... Ama bu, dönüşümden geçmediğimiz anlamına gelmiyor. Her şey güllük gülistanlık olsaydı, dönüşüm olarak değil, 'gelişim' olarak adlanrırdık zaten yaşadıklarımızı. Önceki iki dönüşüm dönemini net açıklamalarla tanımlayabilmiş, toplumsal 'hayatımızda şu şu değişiklikler olmuştu' gibisinden kesin açıklamalarda bulunabilmiştik. Oysa yaşamakta olduğumuz bu karmaşık günlerde (toplumsal ve siyasal dönüşümler hiçbir zaman kolay olmamaktadır) net tanımlar yapamaz bir haldeyiz. Herşey birbirine geçmiş durumda ve her kafadan bir ses çıkmakta. Çok seslilik çağımızın bir özelliği zaten; tıpkı ayrışmanın olduğu gibi. Ancak günümüzdeki fark, herşeyin çok büyük bir hızla değişiyor olması. Bir sabah uyandığımızda Türkiye'nin gündeminin bir anda değişebildiğini görüyoruz: Birkaç sene önce laiklik, rejim, asker-sivil tartışmaları gırla giderken, şimdi ülkenin rotasının nereye gittiğini kestirmeye çalışıyoruz; yarın başka bir şeyleri tartışabiliriz.
İşte yaşadığımız dönüşüm bunun ta kendisi zaten: tanımlanamayan, adı konamayan, belli bir kalıba sığmayan herşey dönüşümün öğesi olacak; ta ki gün gelip herşey duruluncaya, tarihi ileriki bir zamandan bakıp yeniden yorumlayıncaya kadar.             
   
     

26 Mayıs 2010 Çarşamba

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-12 (KEMAL TAHİR-DEVLET ANA)

Kemal Tahir'in en önemli eseri diyebileceğimiz "Devlet Ana", üzerinde uzun uzun tartışılabilecek, birçok değişik açıdan değerlendirilebilecek bir roman.
Roman, Kemal Tahir'in bazı röportajlarında kendi ağzından da belirttiği üzere, kısaca, Türklerin devlet kurma yeteneğini anlatır.
Bu bakımdan 'Devlet Ana', birçok eleştirmence 'milliyetçi' bulunmuş, bazı yazarlarca ise tarihsel gerçeklerden saptığından dolayı eleştirilmiştir. Berna Moran, mesela, "Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış" adlı kitabında bundan yakınır ve Devlet Ana'da tarihin objektif aktarılmadığı düşüncesini ortaya koyar: "Devlet Ana bir tarih kitabı değil de bir roman olduğuna göre yazarın tarihsel olayların ana çizgisini izlerken yarattığı kurmaca dünyada tarihe tıpatıp sadık kalması beklenemez. Ama yapılan değişiklikler ya da sapmalar belli bir tezi kanırlamak için göze alınmışsa durum değişir ve şu soruları sordurtur bize: Kemal Tahir'in, Osmanlı insanının Batı insanına üstünlüğünü ve devlet kurma dehasını göstermek için düzenlediği olaylar ve çizdiği kişiler acaba amacına ne ölçüde uygun? Ne ölçüde inandırıcı?"(Sf.232)
Kemal Tahir, Osman Bey'in kadın meselesi veya topraklarının başkalarınca istila edilmesi olsun, bir şekilde zoraki olarak savaşların içine çekildiğini anlatır bize. Berna Moran bunu da eleştirir: "Aşiretten devlete geçiş de Kemal Tahir'in anlattığı gibi Osmanlılar'ın kendilerini savunurken gerçekleşmiş bir olgu değildi. Denebilir ki, romanda öykü tarihe uygun şekilde yazılmamış, öykü tarihe uydurulmuş." (Sf.232)
Ancak evet, 'Devlet Ana'ya bir tarih kitabı olarak değil de, bir edebiyat eseri olarak baktığımızda, hakkını teslim etmemiz gerekir. Kitap diyaloglara fazla ağırlık vermiş olsa da, okura gerçek bir edebiyat zevki yaşatıyor.
Romanın en başarılı özelliği, Osmanlının kurulma sürecindeki (1290'lı yıllar) atmosferin ustaca yansıtılması... Bir arada yaşayan her dinden ve milletten insanlar, mahalli ağzıyla konuşmalar, örf ve adetlere bağlılık, entrikalar, aşklar, savaşlar vs...
Berna Moran romanın "romans" özellikleri taşıdığı kanısında; sözgelimi romanda iyi karakterler hep iyi, kötüler ise hep kötü özelliklerle idealize edilmiş, serüven, kahramanlık gibisinden temalar baskın bir biçimde işlenmiştir. "Kanımca Devlet Ana'nın çekiciliğinin nedenini, Türk okurunun gururunu okşayacak şekilde idealize edilmiş konusunda ve yüzyıllar boyu süzgeçten geçmiş, etkinliğini kanıtlamış eski romans ve serüven formüllerinin, yapıtta, ustaca harman edilmiş olmasında aramak doğru olur." (Sf.241)
Devlet Ana tarihselliği bir tarafa koyup edebiyatın hazzını yaşamak isteyen her okur için gerçek bir klasik.

Kaynakça:
Berna Moran-Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-2 (İletişim yayınları-2005,13.baskı)

14 Mayıs 2010 Cuma

HAYVANLAR VE HAKLARI

İnsanların birbirlerini kullanması, birbirlerini sömürmesi ve birbirlerine diş geçirebildiği müddetçe diğeri üstünde egemenlik kurması yetmiyormuş gibi, bir de zavallı hayvanlar bu "insan yobazlığına" maruz bırakılıyor maalesef.
Patshop'larda, insanların, daha çok para kazanabilmek uğruna özgürlükleri sınırlanmış hayvanları vitrine çıkarması kabul edilebilir şey değil.
Bir facebook organizasyonu olan "PETSHOP'LARA HAYIR: Köpekler balık değildir !!! CAM içinde CAN olmaz !!!" başlıklı grup bu manada oldukça anlamlı bir duruş sergiliyor.
Hayvanların kutsallığı bir bakıma, insanların onların yaşam biçimlerini örnek alarak toplumlar kurmasında yatar.
Charles Darwin'den Kropotkin'e birçok bilim adamı ve düşünür hayvanların yaşamından yola çıkmıştır kurdukları düşünceler için.
Hatta sağdan ve soldan tüm ideolojiler kendi temellerine sağlamlık katmak için hayvanlara bakmış, onların yaşamlarından örnekler vererek kanıtlar sunmuştur.
"Sosyal Darwinizm" olarak adlandırabileceğimiz "liberalizm" bir "sosyal hayvan" olarak ele alınan insanın hayvanların yaşamlarına benzer şekilde güçlünün zayıf karşısında yaşam şansına sahip olabileceğini savunurken, kimi sol ideoloji hayvanlar dünyasına "karşılıklı yardımlaşma" açısından bakmıştır.
İşte, insanın hayvanlara bakışı, onları kutsal bir şekilde kendi düşüncelerine temel oluşturan bir yerden, ticari nesneye dönüşmesine, böylece bir vitrine konmasına yol almıştır.
O halde...
İnsan haklarını uygulamaktan aciz biz insanlar, hayvan haklarına ne kadar duyarlı olacağız?
Hiç kuşku yok ki bu sorunun cevabı, ne kadar insan olabileceğimizde yatıyor.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

AVRUPA'DA İSYAN:YUNANİSTAN VE TARİHİN ÖLMEYEN DİYALEKTİĞİ

Yunanistan'da ne zaman bir ayaklanma olsa (ki, son yıllarda sıkça oluyor), bu küçük Avrupa ülkesini büyük bir heyecanla takip ediyorum.
Nasıl etmeyeyim?
Avrupa'nın yakın tarihine baktığımızda, 68 gençlik hareketleri sonrasında dinginleşmiş, rahata ve refaha alışmış, hatta bundan ötürü de büyük ölçüde miskinliğe sürüklenmiş bir toplum ortaya çıkar. Son üç yüz yıldır tarihsel olaylarda (savaş ve devrimlerde) baş aktör olan "Avrupa", son otuz-kırk yıldır büyük bir durağanlığın, pasif bir varoluşun içine düşmüş durumda.
Böylesi bir durumda yaşlı kıtada meydana gelen bir "hareket", bir "isyan" ve yeni bir "uyanış" nasıl olur da ilgi çekici olmaz?
2008'de patlak veren küresel ekonomik kriz, zaman geçtikçe etkisini dünyanın çeşitli yerlerinde arttırmasıyla birkaç sene önce düşünülen birçok şeyi ters yüz etmeye başladı.
90'lı yılların başlarında hiç kimse olacakları tahmin edemezdi. O yıllardaki egemen görüş, dünyada neo-liberalizmin tartışmasız bir şekilde kendini kabul ettirdiği ve tarihin sonunun geldiğiydi.
Yunanistan'daki insanların isyanı parlak günlerin gerilerde kaldığını gösteriyor.
Olayların diğer ülkelere yayılması, kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkacak olan "yeni sol" hareketlerin çizgilerinin çizilmesine katkıda bulunabilir ve bu bağlamda, Yunanistan'da ayaklanan halkın "krizin bedelinin kendilerine ödetilmesine" karşın isyanının yanında durmak, dünyanın her tarafından kendini 'solda' gören insanların doğal tavrı olmalıdır.
'Sol,' yaşadığımız büyük ekonomik ve sosyal kriz ortamında küllerinden 'yeniden' doğacaksa, bu ancak 'küresel' bazda olabilir. Bu perspektiften bakınca, hem Yunanistan'daki olayların önemi ortaya çıkıyor, hem de "küreselleşme" hegemonik etkisiyle bunu zorunlu kılıyor. Günümüzde ulusal sınırları içine kapanmış bir solun başarısızlığa mahkum olması kaçınılmaz bir gerçek. Küreselleşmeden sadece uluslararası sermaye nemalanırken, her türlü emek hareketlerinin belli sınırlar içine hapsolması, sömürülenler (dünyanın büyük çoğunluğu) için yenilgiyi hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
İşte bu sebepten, dünyadaki bütün sol hareketler, yerkürenin her hangi bir köşesinde meydana gelen bir 'başkaldırıyı' kendi davalarıymışçasına savunmak zorunda.
Çünkü 'Marksist tarihsel diyalektiğin' yeniden doğması bu sayede olabilir.
Bir de şu yanılgıyı düzeltmeli: Tarihte küresel bazda ortaya çıkan ilk politik görüş, günümüzde sanıldığı gibi 'kapitalizm' değil. Kapitalizmin 'ulus devlet' anlayışına dayandığı dönemlerde sol, "enternasyonalizm" demiyor muydu?
Unutulan bir gerçek bu...
Yunanistan olayları gözden kaçan bu ince nüansı ortaya çıkartıyor.
Ama dünyadaki bütün "sol" birlik olabildiği müddetçe elbet...

4 Mayıs 2010 Salı

GAZETELERİN GELECEĞİ

İnternet devriminin iyice yerine oturmasından sonra gazetelerin geleceğinin ne olacağı tartışılan bir konu. Kanımca gelecekte (hatta şimdiden) "haber" ağırlıklı gazeteler önemini yitirecek, çünkü zaten 'bilgi çağı' dediğimiz zamanda haber'e ulaşmak hiç mesele değil, dört bir yanımızdan çeşitli aygıtlar bizi haber'e boğmakta zaten.Üstelik gazetelerin, geceden matbaaya girdiğini ve elimize ertesi sabah ulaştığını düşünürsek (muhtemelen gazetede yazan haberlere Tv, internet vb... yoluyla daha önceden ulaşmışızdır), hız çağının kaldıramayacağı bir yavaşlıkta olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, Türkiye'de bunları düşünen ve uygulamaya geçen (Serdar Turgut'un bu konuya birazcık kafa yorması ve Ertuğrul Özkök'ün de genel yayın yönetmeniyken gazetesinin "sit-com" olduğunu söylemesi ise bir şeyi değiştirmedi, çünkü Hürriyet'de Akşam'da hala sıkıcı haber gazeteleridir) bir gazete göremiyorum: varsa yoksa haber veriyorlar, hadi hadi o haberi kendi siyasal duruşlarına göre allayıp pullayıp öyle sunuyorlar okura. İş böyle olunca da, gazete okumak keyifli bir iş olmaktan çıkıyor. Ne yapmalı gazeteler o halde? Bir kere haberi falan bir tarafa koyup, kendilerine özgü bir dil yaratmalı, yaratıcılığın sınırlarını zorlamalı ve araştırma-inceleme, düşünsel yazılarını arttırmalılar. Bizimkilerin yaptığı, bir görüşe saplanıp koro halinde düşüncelerini insanlara empoze etmeye çalışmak ve haber yazma kolaycılığına başvurmak.Günümüz gazete okuyucusunun haber öğrenmek için gazete alması pek inandırıcı değil. İstediğim her habere elimin altındaki klavyeden ulaşıyorum; artık bir gazetede aradığım doyurucu yazılar ve yenilik. Umarım gazete içerikleri için 'avangard' bir akım ortaya çıkar. Aksi halde, bir yirmi yıl sonra kadar gazeteler maziye karışacak sanırım.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

NOT DEFTERİ

Yoksul ülkelerde yoksul insanlara, kendi ufak tefek işlerini kurup yoksulluklarından kurtulmalarına fırsat sağlayan "Mikro kredi," hakkında geçen hafta "New York Times"da çıkan bir haber oldukça ilginç, ama aynı zamanda düşündürücüydü. Habere göre, "Mikro Kredi," büyük bankaların tekeline girme yolundaydı ve bu istatistiksel verilerle ortaya konuyordu: mesela mikro kredi dağıtımının %60'ından biraz daha fazlası büyük finans kuruluşlarının elindeyken, sosyal yardım kuruluşlarına çok az bir pay düşüyordu; üstelik bu finans kuruluşları aşırı bir faiz alıyordu kredi dağıttığı insanlardan. Haber, projesiyle Nobel Barış Ödülü kazanan Bangladeşli Muhammed Yunus'un (haklı olarak) bu duruma isyan ettiğini ve bir konferansta fakir insanların sırtından para kazanmanın haksızlık olduğu üzerine sözlerini de yansıttı. Bu olay, kapitalizmin, tarihteki en büyük başarısının kendisine daima yeni sömürü alanları yaratması olduğunu bir kez daha ispatlıyor maalesef.

Moda her zaman dikkatimi çeken bir konu olmuştur; ancak giyinmek kuşanmak ve neyin moda olduğunu takip etmekten ziyade, kıyafetlerin dönemsel, sosyolojik kodlarının izini sürmek, neyin niçin moda olduğunun altında yatan olguları deşmek açısından. Amerikalı sosyoloji profesörü Diane Crane'in, bizde de Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan "Moda ve Gündemleri-Giyimde Sınıf, Cinsiyet ve Kimlik" isimli kitabı bu bağlamda muhteşem bir kaynak. Crane genel olarak modanın tarihsel sürecinde dört şeyin önemini açığa çıkartıyor;
a) Giyime 19.yüzyılda ve erken 20.yüzyılda "sınıfın" biçim verdiğini ve kıyafetlerin bu dönemde bir sınıf belirleyicisi veya "sınıf atlama özlemi" göstergesi olduğunu, ancak bunun günümüzde geçerliliğini yitirdiğinin.
b) Modanın modern zamanlarda "yukarıdan aşağıya" biçimlendirildiğini ve üst sınıflarca alt sınıflara iletildiğini, ancak post-modernizmin parçalı toplumlarında bu sefer "aşağıdan yukarıya" bir örgütlenmenin söz konusu olduğunu. (Sokak modası, kimlikleri öne çıkartan giyim tarzları vb...)
c) Eskiden belli bir merkezin (mesela Paris) hegemonyasında olan modanın, kürelleşme çağında belli bir merkezin olmadığı, merkezsiz ve dağınık bir biçimde yaratıldığını ve medya aygıtları yoluyla kitlelere iletildiğini.
d) 19.yy ve 20.yy başlarında statü göstergesi olan giyimin 20.yy ortalarından (bilhassa 60'lı yılların özgürlük hareketlerinden sonra) kimliğe, isyana, politik eylemlere vs... gönderme yaptığını ve müziğin de moda yaratmakta bu dönemlerde büyük bir güce dönüştüğünü.
Kitap, post-modern okumalardan keyif alan bir okuyucu için gerçekten de etkileyici bir çalışma.

1 Mayıs'ı olaysız tantanasız kutladık, ama benim için en sevindirici olan şey, meydandaki yeni nesilden genç insanların son derece bilinçli bir şekilde, yeni bir örgütlenmeye dair sinyaller vermeleriydi. A.Negri&M.Hardt "İmparatorluk" da, çağımızda klasik 'işçi sınıfı'nın sınıfsal özelliklerini yitirdiğini belirtip, ama bunun susmak, geri çekilmek anlamına gelmediğini, 'çokluk' olarak adlandırdıkları ve sömürüye uğrayan herkesi (sadece kol işçisi değil) kapsayan yeni ve daha genel bir örgütlenmenin ortaya çıkması gerekliliğini vurgularlar; sloganları ise "Ya imparatorluk ya çokluk,"tur. 1 Mayıs'taki görüntü, "çokluk"un kendini yaratmasının imkansız olmayacağını gösterdi. Zaten, tarihte 'başkaldırı,' genellikle belli belirsiz de olsa küçük bir kıvılcımla başlamıştır.