8 Ekim 2009 Perşembe

ZENGİNLİK NEDİR?

Zenginlik nedir?
Her türlü metayı elde etmeye yarayacak bir maddi güce veya geniş bir nüfuza sahip olmak mı?
Kuşkusuz, kapital çarkın dişlileri arasında yaşamını sürdüren ve aslında gerçek yaşamın biraz uzağında olan birisi için zenginliğin en büyük belirtileri bunlar.
                                                                            Yüzeysel zenginlik...

Aslına bakılırsa, zenginliğin maddi refahla ilgili olmadığı felsefi açıdan ispatlanabilir bir şey. Aslında bunun için, biraz matematikten dahi yararlanabiliriz.
Şöyle ki…
Zenginliği ( maddi zenginlik ) artı bir değer olarak ele alalım. Yani zenginlik olumlu çağrışımlar yapan, yaşamımızda olmasını isteyeceğimiz bir şey. Peki mutluluk? O da arzulanan, artı bir değer. Yani insanoğlu hem zengin hem de mutlu olmayı isteyen bir varlık. O halde bu iki artı değerin, zenginlik ve mutluluğun teoride birbirine denk olması gerekirdi.
Yani…
Zenginlik = Mutluluk
Yanılgıya dair bir denklem olsa gerek bu. Bu denklemin yanlış olduğuna birçoğumuz eminizdir.
‘Yanılgının denklemi’ doğru olmuş olsaydı, zenginliğin mutluluğu, mutluluğun ise zenginliği getirmesi gerekirdi, oysa durumun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Maddi refah içinde yaşayan birçok mutsuz insan olduğu gibi, mutlu olmasına karşın hiçbir zaman zengin olamamış insanlarda var.

                                          Gerçek zenginlik için kendi değerlerimizi belirlemeliyiz.

O halde, gerçekte zenginlik ile mutluluk arasında birbirini tamamlayan bir denklik, uyumlu bir birliktelik yok. Hatta zaman zaman, birinin varlığı diğerinin yokluğuna neden olduğundan, zıt taraflarda yer aldıklarını ve genellikle birbirlerinden bağımsız kavramlar olduklarını söyleyebiliriz.
Zenginlik EŞİT DEĞİLDİR mutluluk.
ZENGİNLİK
( Peki bu aradaki koca boşluğu dolduracak şey ne? )
MUTLULUK
Maddi zenginlik bizi mutluluğa ( durumu, ‘insanoğlunun yaptığı bütün eylemlerin ardında mutlu olma isteği yatar’ şeklinde ele alırsak ) götürmediğine göre ne yapmalıyız?
Hiç kuşkusuz, ilk önce, zenginliğin maddiyatla olan ilişkisine dair olan inançlarımızı bir kenara itmekle işe başlayabiliriz.
Zenginlik, yalnızca maddi olarak algılanmadığı zaman gittikçe göreceleşir ki, çeşitlilik anlamına da geldiğinden, zenginliği bir tek maddiyata bağlamanın yanlışlığı buradan bellidir.
Yani…
                                                                                        Felsefi zenginlik...
Zenginlik = Çeşitlilik, olduğuna göre, o da = Yaşamdan duyulan haz, olmalıdır.
Bir insanın kendini zengin hissedip mutlu olabilmesi için salt sağlıklı bir yaşam sürüyor olması bile kimi zaman yeterli olabilir. Epikürcüler ve Kinikler insanlık tarihinin gördüğü en mutlu insanlardı. Bu filozoflar, mutluluğun ve zenginliğin yaşamdan alınacak hazda olduğuna inanırlar, her türlü maddi zenginliği umursamazlardı.
Modern zamanlarda Epikürcülük var olamaz mı?
‘Çağdaş Epikürcülük’ insanı zengin kılabilecek bazı davranış modellerine şunları örnek verebilirim:
Felsefeyle ilgilenmek.
Kitap okumak.
Bohemlik.
Yaşamla alay edebilmek, ondan korkmamak.
Aşık olmak.
Acı çekmek.
Dibe vurmak.
Beş parasız olunan dönemler yaşamak.
Nedensiz yere vapura binmek.
Küba’da çiftçilik yapmak.
Arjantin’de tango yapmak.
Yalnız başına şehirde turalamak.
Dilencilerle muhabbet etmek.
Delilerin davranışlarını incelemek.
Spor yapmak.
Yediğin yemeğin her lokmasının tadına varmak.
Haline şükretmek.
Mülkiyetçiliğe karşı olmak.
Özgür ruhlu olmak.
Serseri ruhlu olmak.
Düşünmek.
Şarap içmek.
Ruhunu okşayan müzikler dinlemek.
vs… vs…. listeyi sizde uzatabilirsiniz.
Herkesin böylesi bir listesi olması, neden o insanın kendini daha zengin hissetmesine yol açmasın ki?

3 Ekim 2009 Cumartesi

ÇAĞIMIZDA EĞİTİM VE KÜLTÜR

Çetrefilli bir konu bu gerçekten. Bir insanın en iyi eğitimi okulda alıp almadığı konusunda değişik fikirler olabilir hiç şüphesiz. Bu konuda kesin bir yargıya varmak ise çok ta mümkün değil; yani hem 'öyle' hem de 'böyle' diyebiliriz. Birisi sahip olduğu kültürü okuduğu okullarda da almış olabilir, başka bir yerde de. Okul, eğitimimizi ilerletmede bir yere kadar temel bir işlev görse de, bir yerden sonra yardımcı rolüne düşüyor. Bir çocuk okuma ve yazmayı ilkokulda alıyor elbet; bu temele ait olan şey, yani eğitimin arkaiki. Sonrası orta öğretim, lise ve üniversite derken, eğer akademik kariyer yapılmadıysa insanın kendisinde bitiyor.


Akademik anlamda bir eğitime sahip olmayıp ta belli bir alanda kendi çabasıyla kendisini geliştirmiş kimseye otodidakt diyoruz. Halk arasında 'alaylı' diye de hitap edilir bu kişilere, hatta aynı alanda eğitim almış bir kişiye göre daha çok sempati beslendiği görülür çoğunlukla. Otodidaktların daha çok saygı uyandırması ise, onların hırslı bir kişiliğe sahip olduklarına dair bir ipucu vermesinden kaynaklanıyor. Öyle ki, bir otodidakt'ın eğitimli bir kişiye göre daha bilgili olduğu bile görülebiliyor. Bu bize olsa olsa birşeyi gösterir kuşkusuz: zorla eğitimin sıkıcılığını.
Zorla (ya da zorunlu) eğitim dünyadaki bütün ülkelerde mevcut. Ve ne acı ki, bu zorunlu eğitimden geçen insanların pek azı aydın bir kimse olarak toplumsal yaşantıya atılıyor.
Bizde şöyle bir sözün olması tesadüf değil herhalde: "Okumuş, ama adam olamamış."
Okumuş ama adam olamamışlar dünyada her yerde mevcut maalesef. Bir ülkede ne kadar çok 'okumuş ama adam olamamış' varsa, emin olun o ülke o kadar az gelişmiştir. Yani bir ülkenin gelişmişlik düzeyine bakarken o ülkede okumuş insan sayısına değil de, okumuş ama adam olamamışların oranına bakarsak, bu bizi daha çok aydınlatır. Buna göre, hem okumuş hem de adam olmuş insan sayınız, okumuş ama adam olamamış insan sayınızı ne kadar geçiyorsa, bu söz konusu ülke için o kadar iyi.
Eğitim ve kültür okuldan geldiği kadar, sosyal ortamlardan da geliyor kuşkusuz. Okulda temeli sağlam alan bir öğrenci, toplumun içine düştüğünde omuzlarındaki yükün ne kadar farkında olursa, topluma adapte olması da o derece kolaylaşır. Ama çok iyi üniversitelerde okuyup ta, iş hayatının acımaz dişlileri arasına düştüğünde son derece zorlanan bir dolu genç var. Çok ciddi bir soruna işaret bu kanımca: eğitim sistemimizle yaşamın gerçekleri arasındaki dehşet uçuruma. Eğitim belli bir donanım veriyor insana, ama söylendiği gibi yaşama hazırlamıyor. Eğitimi yaşam için bir amaç olarak göstermenin acı sonucu ise, hayata atılındığında karşılaşılan bocalama oluyor. Oysa doğrusu, eğitimin yaşam için bir araç olması. Yaşamımızın kalitesine katkıda bulunacak bir araç. Hayatın gerçekliği ile eğitimin faydası arasındaki uçurum ancak bu mantıkla kapatılır.

Eğitimin ve kültürün içine girmek, dışarıda kalmayı gerektirmiyor illa.

Geçenlerde TV'de bir ekonomi programı izledim. Konuklardan ekonomist Deniz Gökçe çok doğru birşeyin altını çizdi: Meslek yüksek okullarının değerinin bilinmediğini, iki yıllık üniversite mezunu erkeklere kısa dönem askerlik hakkı dahi tanınmadığından, çoğu erkek öğrencinin iki yıllık okulları tercih etmediğini belirtti. Bence çok yerinde bir düşünce. İki yıllık meslek yüksek okulları bir mesleği öğretiyor insana ve bazı bölümler (tıp, hukuk, mühendislik vb...) haricinde dört yıllık okulların çoğundan daha faydalı. Bir iktisat mezununu ele alalım: bu kişi eğer kendi alanında akedemik bir kariyer yapmadıysa veya konusuyla alakalı bir işle meşgul değilse, hiç kimse bu insanı bir 'iktisatçı' olarak görmez. Oysa meslek yüksek okulunda misal X bir konuda ustalık öğrenen birisi o mesleğin sahibi olur.
Meslek yüksek okullarının görece dört yıllık üniversitelere göre avantajı, yukarıda bahsettiğim yaşam ile eğitim arasındaki farkın daha az olması. Ama bu eğitim metodu, toplumsal önyargılardan ötürü az değer görüyor ne yazık ki. Oysa işsizliğin diz boyu olduğu ülkemizde sadece bu soruna bile eğilmek bize çok yararlı olabilir. Diplomalı ama niteliksiz bir yığın genci olan bir ülkede işsizlik olması kadar doğal birşey olamaz. İşveren, neden bir genci sırf üniversite mezunu diye işe alsın ki? Kapital düşüncenin temel unsuru verimlilik olduğuna göre, işveren de kendisine en çok fayda sağlayacağına inandığı kişiyi işe alır.
Eğitim ve kültür meselesi gün geçtikçe karmaşık bir hale geliyor. Bilgi ve bilişim teknolojilerinin ilerlemesi ise, bu değerlere yeni biçimler vermeyi gerektiriyor. Bir kişinin kimliğine dair, o kişinin aldığı eğitime göre kararlar verdiğimiz bir devri geride bırakıyoruz. Eğitimin yanısıra görünür olmanın, bilgiye klasik okul yaşamı dışında ulaşılabilirliğin değer kazandığı bir çağın emekleme dönemini yaşadığımız yadsınamaz. Böylesi bir ortamda sorunlar ve aksaklıklar olması ise normal. Bakalım, hep birlikte yaşayarak göreceğiz insanlığımızın nereye yol aldığını.

1 Ekim 2009 Perşembe

YANLIŞ KULLANILAN KAVRAMLAR


Bazı felsefi, sosyolojik ve politik kavramlar var ki, anlamları farklı olsa da ismindeki çağrışımları başka olduğundan halk arasında çoğu kez yanlış kullanılırlar. Bu, birçok insandaki merak duygusunun azlığından, garip bir kolaycılığa kapılarak araştırma zahmetine katlanamamasından kaynaklanıyor olmalı. Şimdi bu yanlış kullanılan kavramların bazılarına bir göz atalım:
Popülizm: Kuşkusuz bu kelimeyi duymayanımız yoktur. O yüzden “popülizm” kelimesinin hatalı kullanımına çoğu kez yolda yürüyen iki insanın konuşmasında dahi rastlayabiliriz. Sözgelimi iki genç kız yolda yürüyorlar ve magazin dünyasında olan son gelişmeler üstüne kafa yoruyorlar. Kızlardan birisi, atıyorum, X isminde mankenin son zamanlarda televizyonlarda çok görünmesinden rahatsızdır ve arkadaşına şöyle der: “Of, bu X’de amma popülist bir kadın!“ Ve hanım kızımızın üniversite öğrencisi olduğunu varsayabiliriz. Popülizm, gerçekte politika dünyasında kullanılan ya da kullanılması gereken bir terimdir. Siyasi iktidarların ya da partilerin, kendi çıkarları uğruna halkın zayıf ve hassas olduğu noktalar üstünden siyaset yapması demektir popülizm. Hatta sözlüklerde kelimesi kelimesine “halk yardakçılığı,“ diye yazar.
Konformizm: Bu felsefi kavramın, adının da çağrışım yaptığı gibi konforuna veya rahatına düşkünlük gibi algılanması, sorup sorgulamayan bir insan için doğal olmalı. Sözde entelektüel bir tip, kendini göstermek için bu kavramı kullanırsa şaşırmayınız lütfen. Örneğimiz bir üniversitenin kantininde geçen bir muhabbetten. Ama diğer örneğimizden farkı, buranın özel bir üniversite olması ve konuşanlarda “ tikky ” diye adlandırılan bir grup öğrenci. Bizim “ tikky “ ler günlük yaşam hakkında konuşurken aradan biri, kendini en akıllı ve en bilgili sananı şöyle der: “ Ben gelemem zor işlere abi, konformistim ben, rahatımı bozamam. “ Diğer arkadaşları bilmedikleri kelimeler söyleyen bu tikky’nin, yani türdeşlerinin kültürünü takdirle karşılarlar. Konformizm, başta dediğimiz gibi felsefi bir terimdir oysa ve toplumun kalıplaşmış gelenek ve adetlerine körü körüne bağlı olma durumunu ifade eder. Konforuna düşkünlüğü değil.


Konformizm,rahatına düşkünlük değil,yeniliklere kapalılık,gelenekçi bir körlük durumudur.


Hedonizm (Hazcılık): İşte, son zamanlarda gazetelerin sosyete sayfalarında sıkça rastlanan bir kelime. Kelimeye bakınca tahmin etmeniz zor değil; zengin insanların lüks ve para içinde yaşamalarına atıfta bulunuyorlar hiç şüphesiz. Ancak sıkı durun! İşin aslının yazılan çizilenlerle yakından uzaktan alakası yok.

Yemeğini böyle bir yerde yemek güzel elbet ama,Epikürcülük için buna gerek yok.

Hazcılık, Helenizm dönemi Yunan filozoflarından Epikuros’un öncüsü olduğu bir felsefi akım. O dönemlerde filozofların cevabını aradığı soru, insanın mutluluğa nasıl ulaşacağıydı. Epikorusçular, gerçek mutluluğun insanın içinden gelebileceğine inanıyorlar, her türlü maddi unsuru reddediyorlardı. Bir düşünün, Epikurosçular bir evin bahçesinde toplanıp, ucuz şaraplar içerek gerçek bir dostluğun tadını çıkartırlarmış. Yani yalan yanlış kullanımının tam zıttı. Sözgelimi, İstiklal caddesinde hayattan bir beklentisi olmaksızın gezen, ama insanlardan ve yaşamından haz alan bir ayyaş, pekala Epikurosçu olabilir. Epikurosçuluğun ne olduğunu Alain de Botton “Felsefenin Tesellisi“ isimli kitabının “Epikurosçuluk“ bölümünde çok güzel anlatır; ilgilenenlere duyurulur.
Kinizm: Örneğimiz bir diyalog biçiminde olsun. Yer ve zaman belirtmeye gerek yok. Bunlar iki ev hanımı, biri diğerine misafirliğe gitmiş, kahvelerini içerek dertleşiyorlar. (Bir yandan da, Tv’de kadın programlarından biri oynuyor) “Geçen bir yerde bir kelime gördüm şekerim: kinizm.“
“O da ne demek.“
“Bu da soru mu? Sende bir alemsin. Kin gütmek demek bu, şekerim; bence şu X’i izleyeceğimize birazda böyle şeylerle ilgilenip kendimizi geliştirmeliyiz. Ay, bu kocasının terk ettiği zavallı kadın değil mi? Dur be, açsana şunun sesini biraz.“
Şaka bir tarafa, Kinizm de, epikurosçuluğa çok benzeyen bir felsefi akım. Kinizm, insanın erdem ve mutluluğa hiçbir değere bağlı olmadan, bütün gereksinmelerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan bir öğretidir yalnızca; kinle, kin gütmekle falan yakından uzaktan ilgisi yoktur. Ünlü kinik filozof Diyojen'e göre mutlu olmak için bir fıçının içinde yaşamak yeterliydi.

İdealizm: Gene bir felsefi kelime. Yanlış anlamanın kurbanı hep felsefi terimler mi acaba? Bu kelimeyi bilmeyen ya da üstüne fikri olmayan yoktur. Bir genç, aklı başında, ÖSS sınavına hazırlanan, gelecekte büyük hedefleri olan bir genç bu. Kahvaltıda anne babasıyla oturmuş sohbet ederken, konu kendisinin geleceğine geliyor. Gencin gözleri parlıyor, “Benim çok büyük amaçlarım var, idealist bir insanım ben,“ diyor. İdealizm basitçe, bilgide düşüncenin ve duyuların önemine vurgu yapan ve materyalizmin (maddecilik) tam karşıtı olan bir felsefedir. Ama diğer yandan, bu idealist kelimesi verdiğimiz örnekteki gencin kullandığı biçimiyle de kabul edilebilir (en azından toplum içinde ve gündelik yaşantıda). Ancak bunu Hakkı Devrim’e sormakta fayda var, ben çok emin değilim.

30 Eylül 2009 Çarşamba

KİŞİSEL GELİŞİM SEKTÖRÜ


Kişisel gelişim kitapları, kitap piyasasında kendi başına bir sektör olmuş durumda. Kitapevlerinde en geniş bölümlerden birçoğu kişisel gelişim kitaplarına ait. Aslında sadece kitap olarak bakmamak lazım olaya; kişisel gelişim olgusu, kendi başına koskoca bir ekonomi haline gelmiştir.
İş bu noktaya nasıl geldi? Kısaca bir bakalım: 20.yy başlarında kapitalizm, Amerika’da en vahşi dönemlerini yaşıyordu. Ortaya birtakım zenginler çıkmış, çok geniş bir orta sınıf oluşmuştu. Ancak ortaya çıkan zenginlik, bu orta sınıflarda bir tatminsizlik duygusunu da ortaya çıkarmıştı. Kapitalizm’in çarkları işlemeye başladıkça orta tabakadan insanlar zenginleşiyor, ama bunun mutluluk getirmediğini fark ediyorlardı. Kişisel gelişim düşüncesi işte ta o zamanlarda, yani 20.yy başlarında, ABD’de ortaya çıkıyor. Dale Carnegie çığırı başlatan kişidir. Carnegie’nin kitapları, insanların hayatlarını nasıl daha iyi yaşayacaklarına dair fikirlerden oluşuyordu.
Ancak, önce orta tabakadan insanlara hitap ettiği düşünülen bu kişisel gelişim sektörü, sonradan kapitalizmin eline düşünce, onun sistemi devam ettirme aracına dönüştü
.
Nasıl?

Kapitalizm geliştikçe, bazı insanların zenginleşmesine karşın, geniş kitlelerin yoksullaştığı görülüyordu. Bu geniş kitleler, yani halk, her an ayaklanabilirdi ve bu kapitalizmin istemeyeceği bir şeydi kuşkusuz. İşte böylece, kişisel gelişim ve ilerleme olgusu, ekonomik durumu iyi olmayan insanlara karşı, ‘umut aşısı’ olarak kullanılmaya başlandı. Kapitalizmin nimetlerinden faydalanamayan geniş kitleler, kapitalizm sayesinde zenginleşmiş bazı azınlık sınıfını kendisine örnek alırsa ve bir gün kendisinin de o türden başarılara ve zenginliğe ulaşabileceği duygusu uygun bir şekilde enjekte edilirse, o insan, kapitalizmin, içinde bulunduğu kötü durumun aslında en büyük nedeni olduğunu düşünemeyecekti bile.

Hepsi birbirinin kopyası olan kişisel gelişim kitapları incelendiğinde, bu gayet net bir şekilde görülecektir. O kitaplarda hep başarı öyküleri yer alır. Yani mesela adamın biri çok yoksulken, amacının peşinde hırsla ve azimle koşmuş, kitapta yer alan fikirleri(?) uygulayarak zenginleşmiştir. Önce bu güzel bir dille anlatılır, arkasından da şuna benzer bir cümleyi okursunuz: “Sende başarabilirsin!” Ve bunu iyice desteklemek için, “O (yani bilmem kim) başarmıştı!” denir genellikle. Böylece, bu kitapların sunduğu büyülü dünyaya kendine kaptıran bir birey, sistemi sorgulayamayacak bir duruma gelecektir. Çünkü kendisinin de bir gün, o başarı öykülerinde anlatılan kişiler gibi olacağına inandırılm
ıştır.
Peki diyeceksiniz ki, e insanın kendini geliştirmesi ve bu tipte kitapları okuması kötü bir şey mi?

Çok samimi bir şekilde söylüyorum ki: ‘İnsanın kendini geliştirmek istemesi hiçte kötü bir şey değildir!’

Yukarıda anlattıklarımla, kişisel gelişim kitaplarının neye ve kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğine parmak basmaya çalıştım. Aynı şeyleri allayıp pullayıp, süsleyerek, dönüp dolanıp tekrar anlatmak neyin nesi? Bu oluşturulan ‘kişisel gelişim rant ekonomisi’, kuşkusuz sistemin devam etmesi için gereklidir.

Oysa insanı ilerletecek şey, devamlı surette başarı empoze edilen bireysel gelişime kendini kaptırmakla değil, hayatı etiyle kemiğiyle yaşamakla gerçekleşir. Belki bir felsefe, belki bir edebiyat, belki bir bohem ruh bireysel hayatlarımızı daha yaşanabilir kılabilir.
Yaşamın anlamı, ekonomik bir kişisel başarıya endeksli değildir ve belki de, yaşamımızı mutlu bir şekilde sürdürme yolunda atacağımız ilk adım, bunun farkına varmak olacaktır.

MÜNEVVER OLAYI VE EDEBİYATTA CİNAYET

Edebiyatta yaşanan cinayetlerin nüvesi olarak gerçek hayattaki cinayetlere göre bir farkı olsa da, gerçeği edebiyat vasıtasıyla anlamaya çalışmak bizi gerçeğe biraz olsun daha yaklaştırabilir.


Edebiyatta cinayet derken polisiye Amerikan romanlarındaki cinayetleri kastetmiyorum elbet, çünkü o romanlardaki cinayetlerde öne çıkan her zaman olay örgüsünün karmaşıklığı olmuştur. Bu ise genellikle gerçeğe yakın bir durum. Oysa bazı edebi eserler cinayeti hep felsefi bir akılla araştırmıştır. Dostoyevski’nin entelektüel katillerini çekici kılan şey, onların cinayeti bir deneme metodu olarak kullanıp tutkularını anlama yolunu seçmelerinde yatar. Bu kahramanlarda en büyük tutku, kendini kendinde var edip bunu tüm insanlığa karşı ortaya koymaktır. Raskolnikov bir hukuk öğrencisiydi; hukuk ve adalet dağıtmayı kendisine meslek seçen bir genç olarak yaşlı tefeci kadını para uğruna öldürdüğünde, adaleti ve ona dair kavramları yerle bir eden acı bir ironiyi ortaya koyuyordu. Raskolnikov ve doğal olarak Dostoyevski’nin yaşadığı dönem Rusya’sına bir göz atalım: yeni bir dönüşüm yaşıyordu bu ülke o zamanlar; gelecekteki proleter devrime zemin hazırlayan bir kapitalist ilerleme alıp başını gitmiş, bürokrasi yerini yeni para babalarına, sanayicilere bırakmaya başlamıştı. Böylesi bir ortamda bir hukuk öğrencisi bir şeyin bilincine varır: bu toplumda hukuk okuyarak bir yere varamazsın. İnsanlara göstermek lazımdır varoluşunu; hayır, nasıl olduğu değil, bunun gerçekleşip gerçekleşmemesidir önemli olan. Yaşlı kadını neden öldürdüğü sorulduğunda şöyle yanıtlar bunu: “Napolyon olmak istemiştim!” Napolyon olmak hukukçu olmaya göre insanlar arasında daha itibarlı bir kimlik sağlar çünkü. Ama Raskolnikov’un salt amacı Napolyon ile simgeleştirdiği bir varoluşun pırıltısını göstermek değil, yalnız ve yalnız ‘bu, böyledir’ i ortaya koymaktır. Metafizik mesaj açık: yaşadığımız ortam güçlü olduğumuzu göstermeye itiyor bizi. Bunun için bir insanı öldürmek dahi makbuldür. Bir canı almak zor bir karardır bilindiği üzere. Raskolnikov bunun bilincindedir. Son derece şeytansı bir zekaya sahiptir ve birinin ölümüne karar verme cesaretini, Tanrı olma üzerine metafizik bir düşe bağlar. ‘Napolyon’ demekle yetinir o yüzden, ama aslında Tanrı olup olamayacağını merak eder. Führer’in Avrupa’da ayak izleri duyulduğunda, Dostoyevski’nin bu derin kahramanının “a priori” olmaktan çıktığı ve daha da somutluk kazandığı ortaya çıktı. Raskolnikov işlediği cinayet vasıtasıyla ortaya koyduğu varoluşuyla geleceği göstermişti insanlığa. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, 20.yüzyılda gördüğümüz diktatörler makinenin icadıyla metafizik bir Tanrıyı yeryüzüne indirme rüyasını görmüştü. Ve Raskolnikov’da bu yüzden edebiyat dünyasının en önemli katilidir. O, cinayeti, insanlığın durumunu ve gittiği yolu gösteren bir araç olarak kullanmıştır.
Dostoyevski’nin bir diğer katili olan ‘Karamazov Kardeşler’in İvan Karamazov’u da Raskolnikov’la benzer özellikler gösterir. O da Raskolnikov gibi okumuş bir gençtir; felsefeye meraklıdır ve yazar olmak ister. Bir dergiye ise politik köşe yazıları yazar. Ancak o, Raskolnikov’dan daha farklı bir varoluşa işaret eder. Babasını evin üvey çocuğu ve uşağını gaza getirip öldürtmesi şunu gösterir: Raskolnikov Tanrı olmak için cinayet işlerken, İvan aynı eylemi Tanrı’yı öldürmek için kullanır. Romandaki baba Karamazov figürü Tanrı’yı simgeler ki, malumunuz Dostoyevski babasının zulmünden ve otoritesinden nefret eden biriydi. Raskolnikov ile İvan’ın farklılığını ortaya koyan nedenler toplumsal düzlemde de kendini şöyle gösterir: Raskolnikov nasıl ki işlediği cinayetle dönemin liberal Rusya’sını temsil ediyor ve gelecekte insanlık için tehlikeli olacak bir durumu gösteriyorsa, İvan’da bu tehlikelerin yıkılmasının Tanrı’yı öldürmekten geçtiğini göstermek ister. Onun metafizik imgeleminin gösterdiği yol ise 1917 Bolşevik devrimini imler. Marks’ta Hegelci bir tarih (diyalektik) akışıyla ilerleyen zaman Dostoyevski’nin bireyci kahramanlarında da benzer bir paralel gelişme gösterir. Raskolnikov’un arzularından (para ve Napolyon gibi, insanlığın gözünde bir kahraman olma) doğan liberal toplumsal düzenin simgesi (en büyük dayanağı Tanrı’dır), İvan’da Tanrısız (sosyalist) bir düzene dönüşür. Şöyle de diyebiliriz: Raskolnikov Fransız devriminin, İvan’sa Bolşevik devriminin prototipleridir.
20.yüzyılın başlarında toplumsal ilişkiler ekonomiye, Marksist ve kapitalist sistemlerin kutuplaşmasına ve savaşımlarına göre şekillenince, sayıları gün geçtikçe çoğalan ve köylüyken kentlileşen insanlık büyük bir bunalımın ve boşluğun içine düştü. Dünyanın iki ayrı parçaya bölünmesi, kanlı savaşlar ve katliamlar insan varoluşunun anlamını arayan felsefi akımları öne çıkartınca, cinayetlerin edebiyattaki biçimi de farklılaştı. Artık katil, yeni bir şeyin farkındadır: Dünya ve onun kurduğu sistemler anlamsızdır. İnsan varoluşu dışlanmıştır ve onu yeniden elde etmek, yeni biçimler vermek gerekir: Mearsault! Camus’nün Yabancı romanının cinayet işleyen anti kahramanı. Yer: o dönemde Fransız sömürgesi olan Cezayir. Bir sahil kenti, deniz, kum ve sıcak… Arkadaşlarının yanına tatil için gelen Mearsault sahilde bir Arap’ı öldürüyor. Nedeni yok; açıklayabildiği tek neden güneşin kendisini bunaltması. Her türlü duygulardan arınmış, yaşamın anlamsızlığının bilincinde (bilinçli bir bilinçsizlik) bir katil bu seferki. Varoluşçu bir birey, 20.yy kentli insanı.
Çağımız. Kitle iletişim devriminin, teknolojinin, bireyselden örgütsele her türlü terörün dünyanın dört bir yanına kök saldığı yeni bir değişim döneminin ilk yılları. Sancılı ve acı olması normal. Münevver cinayeti çağının bir olayı, buna hiç şüphe yok. Bunu nasıl adlandıracağız: Cem’in psikolojisinin yerinde olmadığını söylemek yeterli mi? Böylesi cinayetler dedikodulara malzeme konusu olmanın ötesine geçebilir mi? Durum şu an çok ümitli değil. Cinayetin arkasındaki anlam arayışı teknoloji çağının felsefi düşünceyi yadsımasıyla zorlaşıyor. Aydınlanma çağından günümüze kadar toplumsal yaşayışların ve ekonomik sistemlerin temeli filozoflarca atıldı. Oysa şimdi toplumsal olayları dedikodu yaparak anlamaya çalıştığımız bir çağdayız. İnsanlık hiç bu kadar yüzeyselleşmemişti. Yazık oluyor insanlığa. Akıl çağı yerini dedikodu çağına bırakıyor.
Münevver cinayetinin baş aktörlerinden Cem Garipoğlu kimdir ve neden bir cinayet işler? Neden kız arkadaşının başını keser? 20.yüzyıl ulusların birbirine şiddet uyguladığı bir dönemken, 21.yüzyıl bireylerin birbirine şiddet uyguladığı bir devre dönüştü ve bu cinayeti çağının bir olayı yapan da işte budur. Çağımızın kült romanlarından ‘Dövüş Kulübü’ n de anlatılan şeyi bir hatırlayalım: Bir grup insan (hali vakti yerinde kişilerdir bunlar) pata küte birbirlerine girişerek rahatlarlar. Günümüz bireysel şiddet olgusunun edebiyatla buluştuğu ilk romanlardan birisidir Dövüş Kulübü. Ancak umalım ki, bu dönem bir geçiş dönemi olsun insanlık açısından ve bireysel şiddet ise bir ara durak. Bu geçecek ve tarih başka bir yöne akmaya başlayacak kuşkusuz. Münevver cinayeti gibi olaylarda çağının acı anılarından birisi olarak kalacak. Peki tüm bu olanlarda suçlu kim? Suçlu elbette, günümüzde düşünsel hiçbir şey üretmeyen, teknolojiyi yaşamlarımızı kolaylaştıran bir araç olarak görmeyip de, hayatımızın en büyük anlamı haline getiren biz insanoğlu. Düşünmek değil de dedikodu yapan insanoğlu; felsefeyi unutup psikoloji’ye bel bağlayan insanoğlu; Sartre değil de Blackberry üreten insanoğlu, üretmeyip tüketen insanoğlu, harekete geçmeyip çevresine aval aval bakan biz… insanoğlu…

28 Eylül 2009 Pazartesi

KADINLAR NE İSTERMİŞ?

Modern zamanların ortaya çıkışıyla birlikte insan ilişkileri de devasa boyutlara ulaştı. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde varlıklar arası enformasyon sanayi devrimi sonrası kadar büyük olmadı. Bunun sonucunda ise psikoloji ve psikanaliz bilimlerinin doğuşu kaçınılmaz bir hal aldı. Çünkü sanayi toplumu insanında bilinçaltı, devrimin getirdiği yeni bir tür ahlakın (küçük burjuva veya mülkiyet ahlakı diyebiliriz) karanlığına doğru ötelendi. Bu karanlığa gömülen bilinçaltının ortaya çıkartılması ise zorunluydu, aksi takdirde yeni kurulan ahlakı yıkmaya dönük doğal eğilimlerin önüne geçilemezdi. Sistem kendini korumaya yönelik bir eğilim gösterince insanı anlama isteği arttı doğal olarak. İnsan doğasına dair sorular gırla gitti 20.yüzyılda. Freud’lar, Jung’lar, Reich’ler, Adorno’lar bu dönemde doğdu.
Endüstriyel modernizm kadının da öz-biçimini değiştirince, bu bilimler ister istemez kadın, onun doğası ve karşı cinsle ilişkileri mevzularına da el attı. Büyük bir dönüşümün eşiğinde olan insanlığın ruhunun tatmin edilmesi gerekliydi. Kadınlar bu süreçte erkeklere göre daha büyük bir boşluğa düştü. Tarihe yön vermede hiçbir zaman itici bir rol oynamamış olan kadınlar, sanayi devrimi sonrasında değişen yaşam koşullarıyla kimliklerini yeniden tanımlama (feminist akımların 20.yüzyılda batı toplumlarında ortaya çıkması bir tesadüf değildi elbet) şansına sahip oldular. Ve zamanla, dönüşümün ilk yıllarında bile ancak hemşirelik, ebelik, sekreterlik gibi sınırlı sayıda işlerle ekonomik hayata katılan kadınlar, günümüzde, şirketlerde üst düzey yöneticiler olmaya, kimi ülkelerde en tepede politika yapmaya başladılar.
Bu gelişmeler sonunda, insanın doğasını anlamaya yönelik bilimler kadını da anlamak istedi. Artık çalkantılı bir hale gelen ve eskiye göre daha eşit şartlarda oynanan kadın-erkek ilişkileri eril psikanaliz dünyasında o meşhur, popüler soruyu ortaya attı: Kadınlar ne ister?
Evet, bu kesinlikle popüler bir soruydu ve kapitalizmin tüketim ruhuna hitap ediyordu. Kapitalist toplum erkeğin tüketmesini tüketmeye başlayınca kadının tüketmesini arzuladı: moda, lüks, ilişkilere rasyonel (eskiden kadınların kendisini koruyup kollayacak ve üreme içgüdüsü gelişkin bir erkek ararken, şimdi cüzdanının şişkinliğini önemsemesi vb…) yaklaşım, cinsiyetlerin metalaşması ve sanki bir alıcı-satıcıların bulunduğu pazarda ortaya konması böyle belirginleşti.
Freud yaşamı boyunca kadınların ne istediğini anlamaya çalıştı, ama hiçbir zaman aradığı cevapları bulamadı. Bulamaması ise çok normaldi. Çünkü büyük psikanalist çağının adamıydı ve belli şablon soruları, belli dayatma kalıplar içerisinde çözümlemeye çabalıyordu. Öncellerini reddeden bir buluş ileriye gidememeye ve olduğu yerde donup kalmaya mahkumdur. Acaba Freud, Schoupenhauer’i okumuş muydu? Veya okuduysa onu ciddiye almış mıydı? Bunun cevabının ‘evet’ olması çok cılız bir ihtimal. Schoupenhauer bir filozof olarak kadının ne istediğini “Aşkın Diyalektiği” kitabında yanıtlıyor aslında. Üstelik ünlü aşk filozofunun böyle bir konunun üstüne Freud kadar düştüğünü dahi söyleyemeyiz. İşte felsefe ile psikanaliz bir kez daha karşı karşıya. Ve felsefeden yana değil de, arkaik temeli çok bulanık olan psikanalizden yana olmak, insana ve ilişkilere dair soruları yanıtlamamızı her zaman zorlaştıracaktır.

picasso-avignon'lu kadınlar

İddiam: Freud ve ardılları gibi düşünerek, diğer yandan çağınızın felsefi dinamiğini anlamadıkça kadınların ne istediği sorusunu ömrü billah yanıtlayamazsınız; hem de bu isteğinizi şarkı ya da film adlarına vermekten başka bir şey gelmez elinizden. Bu (Kadınlar ne ister?) soruya anlam addeden, zaten endüstriyel toplumun yerli yersiz anlam arama ve bu anlamları doğalarına koşut olarak tüketme arzusundan başka bir şey değil.
Kadının ne istediğinin anlaşılması arzusunun bazen tutku haline dönüşmesine yol açan nedenlerden birisi de erkeklerin naifliği maalesef. Böyle bir erkekse muhtemelen sanayi toplumunun prototip erkeğinden başka birisi değil. Kravatlı ve para peşinde koşan adam kadının ne istediğini keşfetme arzusu duyuyor; oysa eski çağlarda ekmeğini topraktan çıkartan adam, kadına doğanın içinden, onun yasalarını yadsımadan bakıyordu. O yüzden de kadının ne istediği gibi saçma sapan konularla uğraşmıyordu. Çünkü onun doğasında kadın kadındı ve erkekte erkek. O zamanlar kadın, hayatının erkeğinin peşinde koşan bir dişiyken, şimdi erkek hayatının kadınının peşinden koşan bir eril. Bu tavır, erkeği erilleştiren, yani erkeksileştiren bir duruma işaret ediyor ve erkeğin erkek olarak varlığını kabul etmiyor. Ve işte böylece, modern zamanların erkeği, kadınlar ne ister diye keşfe çıkarken zavallı ruhunu böylesi gereksiz işlerle yıpratıyor.

26 Eylül 2009 Cumartesi

MAALOUF:ORYANTALİST Mİ?ORTADOĞU'NUN GURURU MU?

Lübnan doğumlu Fransız vatandaşı Amin Maalouf ülkemizde tanınan ve sevilen bir yazar; bende kendisini çoğu Türk okuru gibi “Semerkant” isimli popüler tarihi romanıyla tanıdım. Son kitabı “Çivisi Çıkmış Dünya” ile kendisi hakkındaki düşüncelerim daha bir netlik kazanmaya başladı.
Maalouf’un yazınsal başarıları Ortadoğu coğrafyasından çoğu insanı olduğu gibi beni de heyecanlandırıyor. Ama romantik bir alkış değil kuşkusuz bu konudaki yöntemim. Hatta yazarın bu denemesinde yer yer oryantalizm tuzağına kapılmış olması ise çok acı.
“Çivisi Çıkmış Dünya” da çok güzel tespitler var, evet; bu inkar edilemez. Sözgelimi Batı’da yaşayan Müslüman göçmenlerin radikal İslam’a doğru nasıl kaydığı üzerine anekdotlar yerinde: Batı’nın göçmenleri ötekileştirici politikaları, kendi dil ve kültürlerini göçmenlerinkiyle olumlu yönde kaynaştırmak yerine yaşam biçimlerini ulaşılmazmış gibi bir mertebeye oturtmaları ve göçmenleri dışlayan tavır. Bunu ise, Sovyetlerin dağılma sürecinden sonrasıyla ilişkilendirmesinde de haklı Maalouf. Çift kutuplu bir dünyanın sona ermesinden sonra, ideolojilerin yerini kimliğin aldığı inancına kapılan insanlar sarılacak bir şey aradı; Müslümanlar için ise bu, İslam’dan başka bir şey olamazdı. Maalouf’un başarılı analizlerinden birisi de, Doğu toplumlarının neden ilerleyemediği üzerine. Bu toplumlarda Meşruiyet olgusunun halktan geçtiği doğru; ama halkların her zaman doğruyu yanlış seçtiğinin de. Atatürk analizleri ise, ülkemizde yerli yersiz Atatürk’e dil uzatan, onu hiçbir zaman anlayamamış dangalaklar söz konusu olduğunda çok saygı uyandırıyor. Mustafa Kemal zamanında Batılılarca ezilip parçalanmış toplumlarda halkın meşruiyetini kazanmanın tek yolu, halkı uyandırmak, kaybettiği özgüveni kazandırmaktan geçiyordu. Atatürk’ün başardığı şeyin bir Lübnanlı yazarca tespiti gerçekten de çok sevindirici.
Gelgelelim Amin Maalouf kitabında her konuda haklı değil. Yazara göre Marksizm 90’dan önce kalmış, tarihte yitip gitmeye mahkum bir anıdan başka bir şey değil. Yanlış. Bu düşünce o kadar yüzeysel ki, çok başarılı bir kitabı bile sıradanlaştırabilecek bir şey bu. Yazarın derinlemesine anlamadığı ve üstünkörü bir bilgisi olduğu izlenimi uyandıran bir şey hakkında bu kadar kesin yargıda bulunması kabul edilemez. Hayır, sayın Maalouf, bugün dünyada yaşanan yoksulluk ve eşitsizliklerin nedeni Sovyetler deneyimi değil, o öve öve bitiremediğiniz ve tek gerçek ekonomik model olarak gördüğünüz küresel kapitalizm. Maalouf, tüm insanların refaha kavuştuğu bir dünya hayal ediyor. İyi de, zaten bu hayali kurarak ortaya çıkan kapitalizm değil Marksizm’di. O halde bir insan nasıl hem bütün dünyanın refaha kavuşmasını isteyip, hem de eşitsizliklerin ve azınlığın aşırı zenginliğinin çoğunluğun yoksulluğuna neden olan bir sistemi insanoğlunun peşinden gitmesi gereken tek model olduğu kanısına varır?
Amin Maalouf 1990 sonrasında ortaya çıkan ve sürü psikolojisine kapılıp, ortaya konan modelin alternatifsiz olduğunu sanan aydınlardan sanırım. Bu bir gerçeği ortaya çıkarıyor kanımca: Marksizm’de diyalektik olan akıl, neo-liberal görüşü benimseyen ve katı tutumlarını hiçbir zaman esnetemeyen aydınlarda dogmatizme kayıyor. Kendilerinin şiddetle savunduğu, hiçbir dönemde tarihin bu denli hızlı akmadığı tezine ise aykırı bir şey bu.