21 Haziran 2009 Pazar

KAFAMA TAKILAN BİR KAVRAM: "KİTSCH"


“Kitsch” kavramı, “Cogito” isimli bloguma, son zamanlarda “Cadde Kızları” ve “Bir Yapımcılık Komedisi: Aşk-ı Memnu” başlıklı yazılarımı yazdıktan sonra, “acaba blogum “kitsch” e mi dönüşüyor?” kaygısıyla aklıma takıldı ister istemez. “Cogito” ismi verilen bir blogun, isminden de anlaşılacağı üzere felsefi olarak alınabilecek sorunlara eğilmesi beklenirken, günceli, popüleri yazması ironik bir duruma işaret edebilir, ama sorun, “kitsch” e doğru kayıp kaymamakla alakalı. Sorgulamak, sorgulamak ve gene sorgulamak “kitsch” i aşabilir, çünkü “kitsch” en azından, düşünen bir kişinin düşeceği derin ve içinden çıkılmaz bir tuzak olmasa gerek.

Bir soru: Hıncal Uluç “kitsch” e bir örnek midir? Bence, evet; bilhassa, köşe yazarı olmak insanların gözünde entelektüel bir birikimi ve saygınlığı gerektiriyorsa. Çünkü genel bir yargıya göre, kişinin eline aldığı gazetedeki herhangi bir köşe yazarını okuması, onun düşünmeye itilmek istediğine işaret eder. Hıncal Uluç’u “kitsch” yapan şeyse, üzerinde taşıması gereken entelektüel sorumluluk ile insanları manipüle etmek için gazetedeki köşesini kullanması arasındaki uyumsuzluktur. Eğer Hıncal Uluç ülkenin büyük gazetelerinden birinde yazar olmasaydı “kitsch” e dönüşmeyecekti belki de. Burada önemli olan, “aydın sorumluluğu ve kapsamı” ile “eylemler” (yazarın yazdığı yazılar) arasındaki ikilemin denge noktasında bulunmasıdır.


"Kitsch” in kültür ve sanat hayatımızı geçtim, artık gündelik yaşamımıza dahi girmesi 80 sonrasında ağırlık kazanıyor. Büyük kentlerde gecekondulaşmanın artmasıyla aynı paralellikte gelişen arabesk kültürü ve bunun kendi kültürümüzmüş gibi benimsenmesi örnek gösterilebilir. Aynı yıllarda ivme kazanan Serbest Pazar ekonomisi de “kitsch” kültürünün ülkemizde oturmasına büyük katkıda bulunmuştu. Dar bir perspektiften ve görece olarak zenginleşen Türkiye’de ortaya çıkan görgüsüzlük ve şekilcilik “kitsch” i alabildiğine sağlam zemine oturttu. O yılların Türk filmlerinden ise buram buram “kitsch” akıyordu. Sonra 90’lar 80’leri, yeni milenyum ise yüzyılın son 10 yılını takip etti. “Kitsch” önce ülkemizde ve sonrada küreselleştiği söylenen dünyanın büyük bir bölümünde, kısaca her yerdeydi artık. Üstelik bu, kapitalizmin ruhuna uygun bir insanlığı benimsediyseniz ve de zenginleşmeniz üretimden çok tüketime dayanıyorsa kaçınılmaz bir sondur. “Kitsch” çevrenizi sarmaya görsün, eğer kendinizde “kitsch” in bir parçası olmayı seçmediyseniz, bir süre sonra bunalımdan bunalıma sürüklenir, sığınacak bir alan ararsınız kendinize. Bu çoğu zaman, bilime, sanata, edebiyata ya da felsefeye dair bir yer olur. Çünkü bunların büyük çoğunluğunun ortak çabası, dünyayı, insanı, toplumu daha iyi anlamak ve anlamlandırmak üzerinedir.


“Kitsch” feodal toplumdan sanayi toplumuna ve onun dayattığı yeni kültüre geçiş aşamasında ortaya çıkan bir kavram. Bu olgu, yeni bir boyuta geçen insan ya da toplumların, düşünce ve eylemlerindeki gerçeklikle, sahnelediği kurgusal yaşamdaki çatışma ile görünürlük kazanır. “Kitsch” in bütününü oluşturan nesneler veya insanlar, çoğunlukla bir tiyatro sahnesinin dekoruna ve oyunu ortaya koyan varlıklara dönüşürler. “Kitsch” e takıntılı olanların önde gelenlerin birisi Milan Kundera’dır. ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ romanında bolca kafa yürütür “kitsch” üstüne. Onun tanımına göre “kitsch”: “Varoluşla kesin olarak uzlaşmanın önerdiği estetik ülkü, bokun reddedildiği ve herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. Bu estetik ülkünün adı “kitsch” dir.”

Dedik ya hani, “kitsch” Türkiye’de 80’den sonra oturmuştur diye, boşuna değil. Avangart bir kültür olma dürtüsüyle ortaya çıkan 80’ler depolitize gençliğini ele alalım: yeni yaşam biçimleri aslında taklitten öte değildi ve bu, “kitsch” in tanımıyla bire bir örtüşen gerçekliğe denk düşüyordu. Günümüzde ise “kitsch” in küreselleşmesi söz konusu olabilir. Mesela “Cadde Kızları” yazımda bahsettiğim “prototip” dünyanın farklı bölgelerinden aynı özellikleri taşıyabiliyor.

“Kitsch” vardır ve onu var eden yalnızca entelektüeller değildi artık. Olgunun kemikleşmesi için gerekli olan, yeni bir insan modelinin yaratılması ve bunun toplumun büyük bir kesimine yayılmasıydı. İngiltere’de de böyle oldu bu: 20.yy başlarında zaten sanayileşmiş toplum, kırdan kente göçün artmasıyla iyice burjuvalaşmış ve köklü aristokrasi tarafından “kitsch” olarak aşağılanmıştı. Ancak “Kitsch” in burjuva ikiyüzlülüğü olarak algılanması, aristokrasinin varlığından çok, bir olgunun doğal gelişim yasalarıyla alakalı olabilir.

Blogumun “kitsch”leşip “kitsch”leşmemesinin kafama takılmasıysa, içimi burada rahatça boşalttıktan sonra artık söz konusu değil. Zaten blog, insanın içindekileri özgürce yazabilme yeri, kendine ait bir serbest atış alanı değil mi? İsmi “cogito” ya da başka bir şey olsun…

20 Haziran 2009 Cumartesi

ÖFGE ile UNUT

“İrite” ya da “irite etmek,” sinirlendirmek veya kızdırmak anlamına gelen ve dilimize Fransızca “irrité” kelimesinden girmiş bir sözcüktür. Oysa aynı anlama gelen ve kökeni İngilizcedeki “irritate” sözcüğü olan “irrite,” yer yer, “gıcık eden,” “kızdıran” anlamlarına da gelebiliyor.
Aman canım, arada ne fark mı var? Yani bir “r” harfinden başka… Üstelik Öfge için bilgiyi tecrübe etmek, yaşamakla eşdeğerdi.
“İrite etme beni Öfge!” haykırışı arabanın havasızlığı içinde boğulurken, Öfge karşısındaki erkeğe sahte bir şaşkınlıkla bakmaktaydı. Bu, ne ilk kez duyduğu kelimeden, ne de bir süredir sevgilisi olan adamın, gözleri önünde cereyan eden değişiminden kaynaklanıyordu. Öfge yaşadığını hissetti bir an ve ansızın gülümsedi: mutluydu, çünkü yaşamakla kalmıyor, yaşamayı tecrübe ediyordu aynı zamanda.
Yaşamsal bir hırs ya da adına ne derseniz deyin, hükmetme arzusu insanın öznel perspektifinde küçük kaymalar ortaya çıkarabiliyor. Bir kamu kuruluşunda müfettiş olarak çalışan Unut, duruma iyi bir örnekti. Şöyle ki; işinin denetlemekle ilgili ağırlığını özel yaşamının içine sokuyordu. Gözden kaçırdığı noktaysa, insanın özel yaşamının, yani kişiye ait olan subjektif alanın, toplumsal yaşantıda elde edilen statüleri pekte kolay kabul etmiyor oluşuydu. Öte yandan bu durum, yalnızca bir durumda, Unut tarafından “irite eden” konumuna indirgenen Öfge’nin, aynı zamanda iki “r” ile söylenen “irrite” (yani İngilizcedeki “irritate”) olmasıyla netlik kazanıyordu.
Öfge şimdi bağırıyor: “Yeter artık!”
Yolun kenarına park edilmiş araba tartışmanın şiddetiyle neredeyse hareket edecekti. Unut sustu kısa bir süreliğine; aklından ne geçiyordu kim bilir. Öfge ani tepkisine kendisi de şaşırıyor. Ama altta kalmak istemiyordu; sevgilisinin gereksiz kıskançlıklarının bir kendine güvensizlik belirtisi olabileceğinin farkında değildi henüz, çünkü bu kısa hikayedeki olay yaşandığı sırada Unut’a aşıktı ve bilindiği üzere, aşk, geçici de olsa insanın gözlerini kör edebilir.
Elini direksiyona vuruyor ve “Söyle bana!” diye böğürüyor Unut.
Öfge sakin olmaya çalışıyor, ancak dişlerini sıkıyordu büyük bir ihtimalle. “Neyi söyleyeyim Unutcuğum?” diyor içini çekerek.
Unut avazı çıktığı kadar, “O şerefsiz müdürün sana asıldığını!” diyor.
Öfge’nin “irite eden” den “irite olan” a yumuşak bir geçişini sağlayabilirdi bu, ancak hiçte öyle olmuyor. İçinden, “Evet, bana asılıyor ve bende ona asılıyorum,” demeyi ne çok arzuladığını düşünüyor ama, bu sözler gerçekte ağzından çıkmıyor. Bazı ilişkiler böyledir: tarafların karşısındakini susturma mücadelesidir.
Öfge susup başını önüne eğince, Unut duygusal gelgitlerinden birini daha yaşıyor. Öfge’nin gözlerinin ucuyla gördüğü kadarıyla, sevgilisi ağlıyordu. Öfge yüzünü hafifçe ondan tarafa dönüyor ve elini tutuyor sevdiği erkeğin. Unut ise gözyaşlarını saklamaya çalışarak arabayı çalıştırıyor; sonra birbirleriyle hiç konuşmadan her zaman gittikleri pastaneye çay içmeye gidiyorlar.

8 Haziran 2009 Pazartesi

SINIF MI KİMLİK Mİ?

Günümüzde insanların sınıfsal nitelikleriyle değil de kimlikleriyle ön plana çıktığı düşüncesi son zamanlarda iddialı bir şekilde fikir dünyasındaki yerini almakta. Bu fikri ortaya atan insanların görüşüne göre, bir kimse çağımızda “bir Marksist,” “bir faşist,” vs… ideolojik unsurlar ile değil de, “bir dindar,” bir tarikat üyesi,” “bir aktivist” vb… kimliksel nitelikleriyle toplum içindeki konumunu belirlemekte.

Haklılar mı? Buna ne bütünüyle “evet,” ne de bütünüyle “hayır,” denebilir. İnsanlık şu anda böyle bir dönemden geçiyor olabilir, evet; ama bu, bize ideolojilerin öldüğünden çok, belki de bir gerileme evresine girdiğini gösterebilir. Çünkü ideolojiler ancak insanlığın nihai gelişimi tamamlandığı zaman ölmeye mahkumdur ve bunun en mantıksal nedeni, hemen her ideolojik görüşün (bilhassa sol ideolojilerin) insanlığı en üst gelişmişlik düzeyine getirme iddiasıyla ortaya çıkmış olmalarıdır.

90 sonrası yoldan sapanların Fukuyama gibi adamları ilahlaştırmakta ne kadar aceleci davrandıkları, SSCB’nin dağılmasının üzerinden daha 20 yıl bile geçmeden net bir şekilde ortada. İnsanlığın tarihsel diyalektiğe bağlı olarak ilerlemesini kavramış olması varsayılan bu insanların düştüğü yanılgı kuşkusuz affedilir gibi değil. En azından saltık kabullenmenin bir aydının peşinen reddetmesi gereken bir tutum olması gerekmiyor muydu? Anlaşılan, teslim oluş, ezelden beri var olan sosyal Darwinizm ile ilintili bir doğayı algılama biçimiyle ortaya çıkmakta bu kişilerde. Ama bilincin rasyonel olması gerekliliğine uygun olarak, doğanın sert kanunlarını insan yaşamına uyarlamak zorunda kalmamız gerekmiyor. Bunun böyle olması gerektiğine inanan bir kimse, hiç şüphe yok ki kişisel menfaatleri dolayısıyla kukla olmayı göze almıştır ve kukla, bilindiği üzere kendi kontrolünde hareket edemeyen, bir başkası tarafından yönlendirilmeye mahkum bir tür oyuncaktır. İşte sınıfın yerini kimliğin aldığını söyleyenler bu kuklalar, kaderi başkalarına bağlı olanlardır. Sınıf, sömürü olan her yerde mutlaka olacaktır.

Kimlik ise, bir insanın niceliksel özelliklerini tanımlamada önemli bir unsur olabilir kuşkusuz, ama sınıf olgusunun yerine geçebilmesi ancak tek bir durumda, sınıfın topyekün ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Oysa iddia edilen sınıf olgusunun ortadan kalktığıdır, sınıfların değil. O halde kimliklerle bir insanı tanımlamak, o insanın insansal niteliklerine yapılan küçük bir vurgu olabilir ancak; insanın bir şirkette temizlikçi olmasıyla müdür olması arasında, eğer her ikisinin de tepesinde bir sömüren varsa hiçbir fark yoktur. İşte sınıfın yerine kimliğin konulmak istenmesi, bu gerçeğin ört bas edilmesinden ibarettir.

Kimliği sınıfın önüne koymak isteyen ve büyük çoğunluğu neo-liberal olarak adlandırılan demode kişilerin argümanlarını savunmak için demokrasi’ye bel bağlamaları ise tebessüm edilesi bir vaka. Çünkü insanlar bir sınıfın mensubu değillerse demokrasi hangi karşıtlıklar arasındaki bir mücadele olacak? Bizim neo-liberaller, demokrasinin sınıflar arası çarpışma olması gerektiğinin farkında değiller galiba, o yüzden birbirine benzeyen bilmem kaç partiden birini seçmeyi demokrasi sanıyorlar. Oysa unutmamak gerekir ki, demokrasi, ırzına Ahmet’in mi yoksa Mehmet’in mi geçeceğini seçme hakkına sahip olmak değildir.

27 Nisan 2009 Pazartesi

LİBERAL MÜSLÜMANLAR

İyi ama...
"Ben müslümanım, hem de herkesten daha çok müslümanım," iddiasında bulunup, nasıl olur da, liberal değerleri kendine düstur edinebilir bir insan? Hem de ortada gerçek anlamlarını deştiğinizde birbirinden çok farklı iki dünya görüşü varsa.
Öncelikle, bir insan dinine çok bağlı olduğunu iddia ediyorsa doğal olarak o insanın nasıl olmasını beklersiniz? Haktan, adaletten yana ve dünyevi değerlerin geçiciliğine inanmış; bu dünyada öte tarafı düşünerek en onurlu, en gururlu, en dürüst biçimde yaşamasını, değil mi?
Elbette...
Oysa liberalizm neye dayanıyor? En güçlü olanın (kendinden daha zayıfı yok ederek) hayatta kalabildiği bir doğal akışa duyulan kuvvetli inanca değil mi? Üstelik bu görüşün, arkaik argümanlarını o gerçek (ve de sözde elbet) dindarların nefret ettikleri bir isimden, Charles Darwin'den aldığını söylemeye bile gerek yok.
O halde, Türkiye'de 28 Şubat süreci sonrası yenileşen, liberalleşen bu dindar (kendilerini gerçek müslüman, diğerlerini inançsız olarak gören bir çoğu) nasıl oldu da bu hale geldi? Herşeyden evvel, bu insanlar Makyevalizm rüzgarına kapılmış, birer "Sosyal Darwinist" olmalı. Eğer "dini" hayatınızın eksenine koyuyorsanız, liberal düşünce kanınıza hiçbir şekilde giremez, ya da girmemeli çünkü. Bu ikisinin bir araya getirilmeye çalışılması, samimi müslümanlarda kafa karışıklığı yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
28 Şubat'tan sonra, hiçte gizli saklı olmayan bilgilere göre, (dışımızdaki güçlerce) Türkiye'de İslamcı hareketin içinden bir yenileşme hareketi ortaya çıkartılması fikri ortaya atıldı. Bu güçler, 28 Şubat sürecinde haksızlığa uğradığı hissine kapılacağını düşündükleri insanların konjunktürel gelişmeler sonucu ortaya çıkan duygusal zayıflıklarından faydalanarak başaracaklardı yapmak istediklerini. Öyle de oldu. 28 Şubat'ın hassaslaştırdığı ve bir dayanaktan yoksun insanları "suya düşen yılana sarılır" misali oltaya gelmekte gecikmedi.
Şunu düşündüler ve bunda da haklıydılar: "Türkiye'de (bağımsız ve güçlü bir ülke olmadığından) batıyı arkanıza alarak her işi yapabilirsiniz, hatta kendi din devletinizi bile kurarsınız!"
Hala çoğumuz, Refah Partisinin ülkeye şeriat getireceği için iktidardan uzaklaştırıldığı yanılgısına düşmektedir. Hayır efendim. Refah Partisi batıya karşı, anti-emperyalist bir parti olduğu için kapatılmıştır. İşte bugünkü iktidar bunu büyük bir kurnazlıkla görmüş, batıyla ve onun değerleriyle (serbest pazar ekonomisi, liberalizm, küresel kapitalizm vb...), hatta yer yer Cumhuriyetin kökleşmiş kurumlarıyla bile takiyye yaparak uzlaşma yoluna gitmiştir. Bu kurnazca politikalar sonunda batılılarla "al gülüm ver gülüm" şeklinde bir ilişki kurulmuş, Türk seçmeni de kendini "değişim," "ılımlı islam," "mufazakar modernlik" gibisinden bir takım kılıflara sokulmuş söylemlerde bulunan, ama aslında başka güçlere güdümlü bir partiyi iktidara getirmiştir. Tayyip Erdoğan'ın kendisine Turgut Özal'ı örnek alması boşuna mı sanki?
Turgut Özal kimdi hatırlayalım: ABD'den alınan icazetle yapılan 80 darbesinden sonra serbest piyasa ekonomisinin tüm musluk ve kapılarını Türkiye'ye açması için iktidara getirilen (Attila İlhan'ın deyimiyle) modern bir Tanzimat Paşası!
Turgut Özal döneminde tarikatların/cemaatlerin güçlenmesi ve bugünkü devasa yapılarına ulaşmalarının yolunun açılması, 80 darbesinin bir sonucudur. "Ergenekoncular bunlar, darbeciler!" diye ortalığı velveleye verenlerin Kenan Evren'in yargılanmasını gündeme bile getirmediklerini hiç düşündük mü? Getirmezler, getiremezler; çünkü kendi mevcut güçleri bir darbenin ürünü de ondan.
Kısacası, bugün kendini daha müslüman gören, ama müslümanlığa aykırı bir yaşayışa sahip olan "liberal müslümanlar" ın bugünkü iktidarının gerçek sebebi, ne 2002'deki "değişim" yutturmacası, ne de tesadüf. Herşey, liberalizmin doğası gereği, kendini çıkar ilişkilerine göre konumlandırmakla alakalı. Gerçek (sözde) müslümanlarımızın ılımlılaşması, bir anda serbest piyasacı, AB'ci ve de herkesten çok demokrat kesilmeleri boşuna mıydı?

26 Nisan 2009 Pazar

ANLAŞILMASI GEREKLİ BİR YAZAR:PEYAMİ SAFA



Türkiye, düşün dünyasında kafa patlatmış bir takım insanların anlaşılamadığı ya da geç anlaşıldığı, üzerine etraflıca değerlendirmeler yapılamadığı bir ülke malesef. Yazarımız çizerimiz hakkındaki yargılarımız genellikle kulaktan dolma bilgilerle veya "tanıtıcı" ansiklopedik maddelerle şekillenmiş. Öyle ki, önyargı, sol cenahtan aklı başında insanların bile yanılgılarından birisi olarak başgöstermiş, kutuplaşma değerlendirme ölçütlerimizin dürüstlüğüne gölge düşürmüş. Gençliğinde hızlı solcu, sonradan daha maneviyata yönelen insanlar için "O dinci oldu," şeklinde bir etiketlemeye girişmek bu durumun en belirgin örneklerindendir.
Nazım'ın eski kankası, sonra ise fikir dünyasında en çok çeliştiği ve de çatıştığı isim olan Peyami Safa, belki de böylesi bir yapıştırma tanımlamadan ötürü yeterince anlaşılamamış, değeri bilinmemiştir.
Peyami Safa iki Dünya savaşının yeryüzünü kana buladığı 20.yüzyılda yaşadı ve çağının tipik aydınının bunalımlarını, acılarını ve herşeyden de önemlisi arayış sancılarını çekti. O, yaşadığı devrin toplumsal ve siyasal şartlarının temellerini attığı bir felsefi düşüncenin etkisinde kalmıştı ister istemez: Varoluşçuluk. Evet, varoluşu (insan varoluşunu) sorgulamasından ve o varoluşun toplum içinde nerede durması gerektiğini irdelemesinden ötürü Safa, bir varoluşçudur. Mesela, "Yalnızız" ın ana karakteri (yazarın kendi düşüncelerini cisimleştirdiği) Samim, romanın bir yerinde Heiddeger'den bahseder. Bu, varoluşunun keskinliğini ortaya koyan bir kafa karışıklığı içinde yaşayan yazarın, ontolojiden haberdar olduğunun küçük bir işaretidir yalnızca. Ama "existential" (varoluşsal) düşüncenin neresindedir Peyami Safa?
Çünkü klasik batı felsefesinde Varoluşçular iki gruba ayrılıyorlar: Tanrıtanımaz Varoluşçular ve Hristiyan Varoluşçular. Hristiyan denilenini, varoluş sorununu bir "din" veya herhangi bir "tanrı" düşüncesine bağlayanlar, yani cevaplarını orada arayanlar olarak da alabiliriz. 
Peyami Safa ikinci kategoriye daha yakın. O, pekala bir şarklı Kierkegaard sayılabilir. Ama olaya bu yönüyle bakılamamış bugüne değin. Safa, Kierkegaard'ın felsefesinde olduğu gibi varoluşun anlamına tanrıya yakınlaşmakla ulaşılabileceğine inanır. Ancak bu, onu basmakalıp fikirlere kapılanların inandığı gibi "dinci" ya da "dindar" falan kılmaz. Onun düşüncesinde öncelik, tanrıya ulaşmak değil, varoluşun anlamını bulmada onun varlığı düşüncesine angaje olmaktır kanımca.
Türkiye'de kendini daha dindar gören insanların Peyami Safa'yı derinlemesine anlayamamasının başlıca nedeni ise, müslümanlığın "sorgulamaya" kapalı bir yapıda kalması gerektiğine inanmaları sanırım. Çünkü çoğu dinde olduğu gibi müslümanlıkta da varlık, dinsel dogmalara bağlı olarak varoluş nedeni sorgulanmaksızın (Tanrının-Allahın yarattığını anlamaya çalışmanın günah olduğu düşüncesiyle) öylece kabul edilmelidir. Müslümanlığın felsefe dünyasından uzak bırakılması ve üzerine düşünmenin yersiz (ve günah olarak) görülmesi modern zamanların hazin sonuçlarından bağnaz dindarlığa işaret ediyor. Öyle olmasa, çağımızda hala müslüman filozoflar çıkartabilirdik.
Sonuç olarak, ülkemizde kendini dinine bağlı olarak adlandıranların, insan varoluşunun özgürlüğünü sınırlandırıcı bir takım tarikat/cemaatlerin içine gireceğine, ya da sol düşünceye yakın olup (inandığı düşünce sistemine aykırı olarak), kendisi dışında olanı anlamaya çalışmayan katı insanların Peyami Safa gibisinden yazarları irdelemeleri, yaşamlarını anlamlı kılmaya daha çok katkı sağlayabilir.   
 
   

24 Mart 2009 Salı

BİR FELSEFE KİTABINDAN SIKILMAK


Normal bir kitap okuyucusu, birazda felsefe kitabı okumak isterse ve işe Albert Camus’nun “Sisifos Söyleni” isimli eserinden başlarsa ne olur? Sözgelimi aynı okuyucu, Gaarder’in başarılı romanı “Sofie’nin Dünyası”nı okuduktan sonra, felsefeye olan merakının kıpırdanmasının etkisiyle de bu kitabı almış olsun.
Kuşkusuz kitap kendisine sıkıcı gelecek, kitabı daha yarısına gelmeden kitaplığına koyacaktır kafa karışıklığı içersinde. Kafa karışıklığının nedeni belirsizdir. Kitap sıkıcı mı gelmiştir, yoksa felsefe mi başlı başına sıkıcı bir şeydir.
Sisifos Söyleni’nin, aslında diğer felsefe kitaplarına göre çok daha kolay okunur bir tarafı var. Bir kere her şeyden önce, kitabın yazarı Camus bir sistem filozofu bile değil. Yani düşünceleri ve felsefesi belli bir dizgeye dayanmıyor; bu da onu anlamayı kolaylaştıran en büyük etken.
Albert Camus bu felsefi denemesinde bir sorunun cevabını arar, ama bu soruyu sorması için hangi evrelerden geçmiştir? Kitapta sorulan soru şudur: “Yaşam yaşanmaya değer mi değmez mi?” Camus bu soruyu sormadan önce, yaşamın anlamsızlığı anlamıştı. İlk eserlerinde bunun etkisini görebiliriz. Yabancı, İlk Adam, Mutlu Ölüm isimli romanlarının kahramanları adeta bu dünyada yaşamazlar, başlarına gelen her olayı insanı dehşete düşürecek bir soğukkanlılıkla karşılarlar. Felsefesinin ilk adımlarını atar Camus: yaşam anlamsızdır, çünkü ölümle biter; ölüm olan bir şey de anlamsızlığa mahkumdur. Sisifos Söyleni bu düşünce karşısında bir çözüm arayışının denemesi. İnsan yaşamının saçmalığını (Camus buna ‘Absürd’ der) kavradıktan sonra ne yapacaktır. Madem yaşam saçmadır, o halde intihar etmeli midir insan? Sisifos Söyleni'n de sorgulanan şey işte bu. Kanımca bir felsefe kitabını sıkıcı kılamayacak kadar hayatla ve var oluşumuza alakalı bir konu. Daha önceki filozoflar daha sistematik ve bilimselken, Camus yaşamımıza dair şeylerden bahsediyordu.
Sisifos Söyleni’nde Camus, bu soruların cevabını ararken, kitaba da ismini veren Sisifos isimli bir mitolojik kahramandan yola çıkıyor. Sisifos tanrılar tarafından cezalandırılmış bir mahkumdu. Cezası ise ölümden bile kötü denebilecek bir şeydi. Sisifos bir kaya parçasını dağın tepesine çıkarmakla mükelleftir.
Ancak mahkum kayayı tepeye her çıkardığında kaya kendi ağırlığıyla tekrar aşağıya düşer ve bu kısırdöngü durmadan devam eder. Buradaki simgesel değerler oldukça güçlü. Kaya parçası yaşamımız boyunca karşımıza çıkan güçlükler olarak ele alınabilir. Herkes hiç bitmeyen dertlerinden şikayetçi değil midir? Her insanın kendine göre dağın tepesine taşımaya mahkum olduğu bir kayası vardır.
Sisifos’un bu ağır ceza karşısındaki tavrı, Camus’nün intihar ve yaşamın yaşanmaya değip değmeyeceğine dair sorularına da yanıt teşkil eder. Sisifos cezayı kabullenir ve cezasına çekerken dahi bile var oluşunu en derin bir biçimde duyumsadığı ve özgür olduğu bilincine varır.
Kitaptan kısaca çıkarılacak sonuç şudur: Yaşam ne kadar anlamsız olursa olsun, insan yaşamalıdır. Bu bağlamda Sisifos Söyleni insanı umutsuzluğa sürükleyecek değil, tam tersine ona yaşama tutunması yolunda büyük bir umur ışığı olabilecek bir kitaptır. O yüzden ‘Sisifos Söyleni’ni okurken ayılıp bayılmaya hiç gerek yoktur. Bir felsefe kitabı okurken önemli olan her bir cümleyi değil, ana fikri anlamaktır. Sonuçta okuyucu akademik bir filozof değil, sadece kitap okuma zevkini tatmak isteyen biridir. 
Sonuç olarak, Sisifos Söyleni zamanla tekrar dönüp okunabilecek bir başucu kitabı niteliğindedir ve güncelliğini çağımızda bile korumaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi de, günümüz kentli insanının hiç durmadan kapıldığı iç sıkıntısıdır.
Bu yazı, Sisifos Söyleni’ni sıkılıp ta bir kenara atan, hem de o kaya parçası gibi her an yüreklerimize oturan ruhsal sıkıntıyı yaşayan okuyucular için umarım iyi olmuştur.


DİN OLGUSUNUN YÜKSELİŞİ

Yüzyılımızın başlarında, dünyamızda, din olgusunun uzun yüzyıllar sonra tekrar yükselişte olduğu yadsınmaz bir gerçek.

İnsanın, aklını bir kenara koyup, geriye dönüş nedenlerinin iyi anlaşılması gerekiyor. Öncelikli olarak, din düşüncesinin tekrar yükselişin ortaya çıkardığı en büyük sorun, rasyonalist düşüncenin ‘ortak’ bir zeminden hareket ederek, insan doğasının bencillik ve ego gibi özelliklerini yıkamamış olması kuşkusuz.

18.yy sonları itibariyle aklının bilincine varan insanlık, yeryüzünde bir cennet kurulabileceği düşüncesine iyiden iyiye inanmış, rasyonalist ve pozitivist düşünceler ışığında, bu dünyada yaşanacak hayatı öte taraftaki hayatla ikame etmişti. Fransız devrimi ve soldaki her türlü düşünce, insan aklına dayanan bir adalet sistemini tanrısal adaletin karşısına koyuyor, böylece insanlık tarihinin en büyük dönüşümlerinden birini gerçekleştiriyordu. 1789 Fransız Devriminde kralın başının giyotine gitmesi, bir bakıma tanrıyı öldürmek anlamına geliyordu. Çünkü kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisi, yetkilerini tanrıdan aldığına inanılan biriydi.

Artık insanoğlu için akıl her şeyden üstündü ve bir cennet varsa, bu ancak yeryüzünde olabilirdi, öte taraf düşüncesine ihtiyaç yoktu.

Çağımıza kadar bu böyle geldi. Ancak daha sonra…

20.yy sonlarında ve 21.yy başlarında başlayan söylemler ve eylemler, din düşüncesinin tekrar gündeme gelmesine neden oldu. Medeniyetler çatışması, 11 Eylül saldırıları, Hıristiyan-Müslüman kutuplaşması, ılımlı İslam, radikal-dini terör grupları, Avrupa’da iktidara gelen Hıristiyan partiler, Ortadoğu’da islamın yükselişte oluşu vb… olaylar ve düşünceler bunu gösteriyor.

Peki, insanlık bu duruma nasıl geldi?

Kanımca;

a) Dünyadaki zenginliklerden pay alamayan, dünya nimetlerinin adaletsiz dağılmış olduğunu düşünen bir insan, sosyalizm benzeri eşitlikçi düşüncelerin hayata geçirilememiş olmasından dolayı da hayal kırıklığına uğrayınca, ruhsal bakımdan kendine sığınacak bir liman arar ve dine yönelir. (Ülkemizde sendikacılık yerine tarikatçılığın daha popüler olmasını örnek verebiliriz)

b) Küreselleşme, insanlığı ve dünyamızı daha zenginleştirmek iddiasıyla ortaya çıkmıştı, ancak sonuçların hiçte beklendiği gibi olmadığı görülmüştür. Küresel kapitalist sistemin acımasız çarkları arasında ezilen birey, bir savunma mekanizması olarak gördüğü dine sığınarak, sistemin acımasızlığına karşı kendini koruduğunu düşünür.

c) İnsan aklının kurduğu adalet sisteminin aslında büyük adaletsizlikler doğurduğunu, hukukun daima güçlünün yanında olduğunu gören birey, doğal olarak adaleti öte tarafta, bu dünyanın dışında arayacaktır.

d) Doğu bloğunun yıkılmasından sonra düşmansız kalan kapitalizm (çünkü bu sistem bir düşmanı olmadan yaşayamaz) kendisine yeni bir düşman yaratmak için, dinci terör örgütlerini el altından kendisi yaratmıştır. Samuel Huntington’un ilk kez 1993 yılında ortaya attığı ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinden sonra, medeniyetler gerçekten de çatışmaya başlamıştır.

Bu saydıklarım Ortadoğu ve İslam dünyasından insanlar için dinin yükselinin nedenleri. Oysa Batıda da dinin öneminin arttığı görülüyor. Bunu da, Medeniyetlerin diğer tarafından gelen tehditlere karşı bir refleks olarak açıklayabiliriz. Eskiden kapitalizm-komünizm eksenli olan çatışma, medeniyetlerin ve dinlerin çatışmasına dönüşmüş durumda. Eskiden herkes kendi ideolojisine sığınırken, şimdi kendi dinine sığınıyor.

Ve bu kutuplaşma ve çatışmalarda, olan yine insana oluyor.