30 Eylül 2009 Çarşamba

MÜNEVVER OLAYI VE EDEBİYATTA CİNAYET

Edebiyatta yaşanan cinayetlerin nüvesi olarak gerçek hayattaki cinayetlere göre bir farkı olsa da, gerçeği edebiyat vasıtasıyla anlamaya çalışmak bizi gerçeğe biraz olsun daha yaklaştırabilir.


Edebiyatta cinayet derken polisiye Amerikan romanlarındaki cinayetleri kastetmiyorum elbet, çünkü o romanlardaki cinayetlerde öne çıkan her zaman olay örgüsünün karmaşıklığı olmuştur. Bu ise genellikle gerçeğe yakın bir durum. Oysa bazı edebi eserler cinayeti hep felsefi bir akılla araştırmıştır. Dostoyevski’nin entelektüel katillerini çekici kılan şey, onların cinayeti bir deneme metodu olarak kullanıp tutkularını anlama yolunu seçmelerinde yatar. Bu kahramanlarda en büyük tutku, kendini kendinde var edip bunu tüm insanlığa karşı ortaya koymaktır. Raskolnikov bir hukuk öğrencisiydi; hukuk ve adalet dağıtmayı kendisine meslek seçen bir genç olarak yaşlı tefeci kadını para uğruna öldürdüğünde, adaleti ve ona dair kavramları yerle bir eden acı bir ironiyi ortaya koyuyordu. Raskolnikov ve doğal olarak Dostoyevski’nin yaşadığı dönem Rusya’sına bir göz atalım: yeni bir dönüşüm yaşıyordu bu ülke o zamanlar; gelecekteki proleter devrime zemin hazırlayan bir kapitalist ilerleme alıp başını gitmiş, bürokrasi yerini yeni para babalarına, sanayicilere bırakmaya başlamıştı. Böylesi bir ortamda bir hukuk öğrencisi bir şeyin bilincine varır: bu toplumda hukuk okuyarak bir yere varamazsın. İnsanlara göstermek lazımdır varoluşunu; hayır, nasıl olduğu değil, bunun gerçekleşip gerçekleşmemesidir önemli olan. Yaşlı kadını neden öldürdüğü sorulduğunda şöyle yanıtlar bunu: “Napolyon olmak istemiştim!” Napolyon olmak hukukçu olmaya göre insanlar arasında daha itibarlı bir kimlik sağlar çünkü. Ama Raskolnikov’un salt amacı Napolyon ile simgeleştirdiği bir varoluşun pırıltısını göstermek değil, yalnız ve yalnız ‘bu, böyledir’ i ortaya koymaktır. Metafizik mesaj açık: yaşadığımız ortam güçlü olduğumuzu göstermeye itiyor bizi. Bunun için bir insanı öldürmek dahi makbuldür. Bir canı almak zor bir karardır bilindiği üzere. Raskolnikov bunun bilincindedir. Son derece şeytansı bir zekaya sahiptir ve birinin ölümüne karar verme cesaretini, Tanrı olma üzerine metafizik bir düşe bağlar. ‘Napolyon’ demekle yetinir o yüzden, ama aslında Tanrı olup olamayacağını merak eder. Führer’in Avrupa’da ayak izleri duyulduğunda, Dostoyevski’nin bu derin kahramanının “a priori” olmaktan çıktığı ve daha da somutluk kazandığı ortaya çıktı. Raskolnikov işlediği cinayet vasıtasıyla ortaya koyduğu varoluşuyla geleceği göstermişti insanlığa. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, 20.yüzyılda gördüğümüz diktatörler makinenin icadıyla metafizik bir Tanrıyı yeryüzüne indirme rüyasını görmüştü. Ve Raskolnikov’da bu yüzden edebiyat dünyasının en önemli katilidir. O, cinayeti, insanlığın durumunu ve gittiği yolu gösteren bir araç olarak kullanmıştır.
Dostoyevski’nin bir diğer katili olan ‘Karamazov Kardeşler’in İvan Karamazov’u da Raskolnikov’la benzer özellikler gösterir. O da Raskolnikov gibi okumuş bir gençtir; felsefeye meraklıdır ve yazar olmak ister. Bir dergiye ise politik köşe yazıları yazar. Ancak o, Raskolnikov’dan daha farklı bir varoluşa işaret eder. Babasını evin üvey çocuğu ve uşağını gaza getirip öldürtmesi şunu gösterir: Raskolnikov Tanrı olmak için cinayet işlerken, İvan aynı eylemi Tanrı’yı öldürmek için kullanır. Romandaki baba Karamazov figürü Tanrı’yı simgeler ki, malumunuz Dostoyevski babasının zulmünden ve otoritesinden nefret eden biriydi. Raskolnikov ile İvan’ın farklılığını ortaya koyan nedenler toplumsal düzlemde de kendini şöyle gösterir: Raskolnikov nasıl ki işlediği cinayetle dönemin liberal Rusya’sını temsil ediyor ve gelecekte insanlık için tehlikeli olacak bir durumu gösteriyorsa, İvan’da bu tehlikelerin yıkılmasının Tanrı’yı öldürmekten geçtiğini göstermek ister. Onun metafizik imgeleminin gösterdiği yol ise 1917 Bolşevik devrimini imler. Marks’ta Hegelci bir tarih (diyalektik) akışıyla ilerleyen zaman Dostoyevski’nin bireyci kahramanlarında da benzer bir paralel gelişme gösterir. Raskolnikov’un arzularından (para ve Napolyon gibi, insanlığın gözünde bir kahraman olma) doğan liberal toplumsal düzenin simgesi (en büyük dayanağı Tanrı’dır), İvan’da Tanrısız (sosyalist) bir düzene dönüşür. Şöyle de diyebiliriz: Raskolnikov Fransız devriminin, İvan’sa Bolşevik devriminin prototipleridir.
20.yüzyılın başlarında toplumsal ilişkiler ekonomiye, Marksist ve kapitalist sistemlerin kutuplaşmasına ve savaşımlarına göre şekillenince, sayıları gün geçtikçe çoğalan ve köylüyken kentlileşen insanlık büyük bir bunalımın ve boşluğun içine düştü. Dünyanın iki ayrı parçaya bölünmesi, kanlı savaşlar ve katliamlar insan varoluşunun anlamını arayan felsefi akımları öne çıkartınca, cinayetlerin edebiyattaki biçimi de farklılaştı. Artık katil, yeni bir şeyin farkındadır: Dünya ve onun kurduğu sistemler anlamsızdır. İnsan varoluşu dışlanmıştır ve onu yeniden elde etmek, yeni biçimler vermek gerekir: Mearsault! Camus’nün Yabancı romanının cinayet işleyen anti kahramanı. Yer: o dönemde Fransız sömürgesi olan Cezayir. Bir sahil kenti, deniz, kum ve sıcak… Arkadaşlarının yanına tatil için gelen Mearsault sahilde bir Arap’ı öldürüyor. Nedeni yok; açıklayabildiği tek neden güneşin kendisini bunaltması. Her türlü duygulardan arınmış, yaşamın anlamsızlığının bilincinde (bilinçli bir bilinçsizlik) bir katil bu seferki. Varoluşçu bir birey, 20.yy kentli insanı.
Çağımız. Kitle iletişim devriminin, teknolojinin, bireyselden örgütsele her türlü terörün dünyanın dört bir yanına kök saldığı yeni bir değişim döneminin ilk yılları. Sancılı ve acı olması normal. Münevver cinayeti çağının bir olayı, buna hiç şüphe yok. Bunu nasıl adlandıracağız: Cem’in psikolojisinin yerinde olmadığını söylemek yeterli mi? Böylesi cinayetler dedikodulara malzeme konusu olmanın ötesine geçebilir mi? Durum şu an çok ümitli değil. Cinayetin arkasındaki anlam arayışı teknoloji çağının felsefi düşünceyi yadsımasıyla zorlaşıyor. Aydınlanma çağından günümüze kadar toplumsal yaşayışların ve ekonomik sistemlerin temeli filozoflarca atıldı. Oysa şimdi toplumsal olayları dedikodu yaparak anlamaya çalıştığımız bir çağdayız. İnsanlık hiç bu kadar yüzeyselleşmemişti. Yazık oluyor insanlığa. Akıl çağı yerini dedikodu çağına bırakıyor.
Münevver cinayetinin baş aktörlerinden Cem Garipoğlu kimdir ve neden bir cinayet işler? Neden kız arkadaşının başını keser? 20.yüzyıl ulusların birbirine şiddet uyguladığı bir dönemken, 21.yüzyıl bireylerin birbirine şiddet uyguladığı bir devre dönüştü ve bu cinayeti çağının bir olayı yapan da işte budur. Çağımızın kült romanlarından ‘Dövüş Kulübü’ n de anlatılan şeyi bir hatırlayalım: Bir grup insan (hali vakti yerinde kişilerdir bunlar) pata küte birbirlerine girişerek rahatlarlar. Günümüz bireysel şiddet olgusunun edebiyatla buluştuğu ilk romanlardan birisidir Dövüş Kulübü. Ancak umalım ki, bu dönem bir geçiş dönemi olsun insanlık açısından ve bireysel şiddet ise bir ara durak. Bu geçecek ve tarih başka bir yöne akmaya başlayacak kuşkusuz. Münevver cinayeti gibi olaylarda çağının acı anılarından birisi olarak kalacak. Peki tüm bu olanlarda suçlu kim? Suçlu elbette, günümüzde düşünsel hiçbir şey üretmeyen, teknolojiyi yaşamlarımızı kolaylaştıran bir araç olarak görmeyip de, hayatımızın en büyük anlamı haline getiren biz insanoğlu. Düşünmek değil de dedikodu yapan insanoğlu; felsefeyi unutup psikoloji’ye bel bağlayan insanoğlu; Sartre değil de Blackberry üreten insanoğlu, üretmeyip tüketen insanoğlu, harekete geçmeyip çevresine aval aval bakan biz… insanoğlu…

28 Eylül 2009 Pazartesi

KADINLAR NE İSTERMİŞ?

Modern zamanların ortaya çıkışıyla birlikte insan ilişkileri de devasa boyutlara ulaştı. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde varlıklar arası enformasyon sanayi devrimi sonrası kadar büyük olmadı. Bunun sonucunda ise psikoloji ve psikanaliz bilimlerinin doğuşu kaçınılmaz bir hal aldı. Çünkü sanayi toplumu insanında bilinçaltı, devrimin getirdiği yeni bir tür ahlakın (küçük burjuva veya mülkiyet ahlakı diyebiliriz) karanlığına doğru ötelendi. Bu karanlığa gömülen bilinçaltının ortaya çıkartılması ise zorunluydu, aksi takdirde yeni kurulan ahlakı yıkmaya dönük doğal eğilimlerin önüne geçilemezdi. Sistem kendini korumaya yönelik bir eğilim gösterince insanı anlama isteği arttı doğal olarak. İnsan doğasına dair sorular gırla gitti 20.yüzyılda. Freud’lar, Jung’lar, Reich’ler, Adorno’lar bu dönemde doğdu.
Endüstriyel modernizm kadının da öz-biçimini değiştirince, bu bilimler ister istemez kadın, onun doğası ve karşı cinsle ilişkileri mevzularına da el attı. Büyük bir dönüşümün eşiğinde olan insanlığın ruhunun tatmin edilmesi gerekliydi. Kadınlar bu süreçte erkeklere göre daha büyük bir boşluğa düştü. Tarihe yön vermede hiçbir zaman itici bir rol oynamamış olan kadınlar, sanayi devrimi sonrasında değişen yaşam koşullarıyla kimliklerini yeniden tanımlama (feminist akımların 20.yüzyılda batı toplumlarında ortaya çıkması bir tesadüf değildi elbet) şansına sahip oldular. Ve zamanla, dönüşümün ilk yıllarında bile ancak hemşirelik, ebelik, sekreterlik gibi sınırlı sayıda işlerle ekonomik hayata katılan kadınlar, günümüzde, şirketlerde üst düzey yöneticiler olmaya, kimi ülkelerde en tepede politika yapmaya başladılar.
Bu gelişmeler sonunda, insanın doğasını anlamaya yönelik bilimler kadını da anlamak istedi. Artık çalkantılı bir hale gelen ve eskiye göre daha eşit şartlarda oynanan kadın-erkek ilişkileri eril psikanaliz dünyasında o meşhur, popüler soruyu ortaya attı: Kadınlar ne ister?
Evet, bu kesinlikle popüler bir soruydu ve kapitalizmin tüketim ruhuna hitap ediyordu. Kapitalist toplum erkeğin tüketmesini tüketmeye başlayınca kadının tüketmesini arzuladı: moda, lüks, ilişkilere rasyonel (eskiden kadınların kendisini koruyup kollayacak ve üreme içgüdüsü gelişkin bir erkek ararken, şimdi cüzdanının şişkinliğini önemsemesi vb…) yaklaşım, cinsiyetlerin metalaşması ve sanki bir alıcı-satıcıların bulunduğu pazarda ortaya konması böyle belirginleşti.
Freud yaşamı boyunca kadınların ne istediğini anlamaya çalıştı, ama hiçbir zaman aradığı cevapları bulamadı. Bulamaması ise çok normaldi. Çünkü büyük psikanalist çağının adamıydı ve belli şablon soruları, belli dayatma kalıplar içerisinde çözümlemeye çabalıyordu. Öncellerini reddeden bir buluş ileriye gidememeye ve olduğu yerde donup kalmaya mahkumdur. Acaba Freud, Schoupenhauer’i okumuş muydu? Veya okuduysa onu ciddiye almış mıydı? Bunun cevabının ‘evet’ olması çok cılız bir ihtimal. Schoupenhauer bir filozof olarak kadının ne istediğini “Aşkın Diyalektiği” kitabında yanıtlıyor aslında. Üstelik ünlü aşk filozofunun böyle bir konunun üstüne Freud kadar düştüğünü dahi söyleyemeyiz. İşte felsefe ile psikanaliz bir kez daha karşı karşıya. Ve felsefeden yana değil de, arkaik temeli çok bulanık olan psikanalizden yana olmak, insana ve ilişkilere dair soruları yanıtlamamızı her zaman zorlaştıracaktır.

picasso-avignon'lu kadınlar

İddiam: Freud ve ardılları gibi düşünerek, diğer yandan çağınızın felsefi dinamiğini anlamadıkça kadınların ne istediği sorusunu ömrü billah yanıtlayamazsınız; hem de bu isteğinizi şarkı ya da film adlarına vermekten başka bir şey gelmez elinizden. Bu (Kadınlar ne ister?) soruya anlam addeden, zaten endüstriyel toplumun yerli yersiz anlam arama ve bu anlamları doğalarına koşut olarak tüketme arzusundan başka bir şey değil.
Kadının ne istediğinin anlaşılması arzusunun bazen tutku haline dönüşmesine yol açan nedenlerden birisi de erkeklerin naifliği maalesef. Böyle bir erkekse muhtemelen sanayi toplumunun prototip erkeğinden başka birisi değil. Kravatlı ve para peşinde koşan adam kadının ne istediğini keşfetme arzusu duyuyor; oysa eski çağlarda ekmeğini topraktan çıkartan adam, kadına doğanın içinden, onun yasalarını yadsımadan bakıyordu. O yüzden de kadının ne istediği gibi saçma sapan konularla uğraşmıyordu. Çünkü onun doğasında kadın kadındı ve erkekte erkek. O zamanlar kadın, hayatının erkeğinin peşinde koşan bir dişiyken, şimdi erkek hayatının kadınının peşinden koşan bir eril. Bu tavır, erkeği erilleştiren, yani erkeksileştiren bir duruma işaret ediyor ve erkeğin erkek olarak varlığını kabul etmiyor. Ve işte böylece, modern zamanların erkeği, kadınlar ne ister diye keşfe çıkarken zavallı ruhunu böylesi gereksiz işlerle yıpratıyor.

26 Eylül 2009 Cumartesi

MAALOUF:ORYANTALİST Mİ?ORTADOĞU'NUN GURURU MU?

Lübnan doğumlu Fransız vatandaşı Amin Maalouf ülkemizde tanınan ve sevilen bir yazar; bende kendisini çoğu Türk okuru gibi “Semerkant” isimli popüler tarihi romanıyla tanıdım. Son kitabı “Çivisi Çıkmış Dünya” ile kendisi hakkındaki düşüncelerim daha bir netlik kazanmaya başladı.
Maalouf’un yazınsal başarıları Ortadoğu coğrafyasından çoğu insanı olduğu gibi beni de heyecanlandırıyor. Ama romantik bir alkış değil kuşkusuz bu konudaki yöntemim. Hatta yazarın bu denemesinde yer yer oryantalizm tuzağına kapılmış olması ise çok acı.
“Çivisi Çıkmış Dünya” da çok güzel tespitler var, evet; bu inkar edilemez. Sözgelimi Batı’da yaşayan Müslüman göçmenlerin radikal İslam’a doğru nasıl kaydığı üzerine anekdotlar yerinde: Batı’nın göçmenleri ötekileştirici politikaları, kendi dil ve kültürlerini göçmenlerinkiyle olumlu yönde kaynaştırmak yerine yaşam biçimlerini ulaşılmazmış gibi bir mertebeye oturtmaları ve göçmenleri dışlayan tavır. Bunu ise, Sovyetlerin dağılma sürecinden sonrasıyla ilişkilendirmesinde de haklı Maalouf. Çift kutuplu bir dünyanın sona ermesinden sonra, ideolojilerin yerini kimliğin aldığı inancına kapılan insanlar sarılacak bir şey aradı; Müslümanlar için ise bu, İslam’dan başka bir şey olamazdı. Maalouf’un başarılı analizlerinden birisi de, Doğu toplumlarının neden ilerleyemediği üzerine. Bu toplumlarda Meşruiyet olgusunun halktan geçtiği doğru; ama halkların her zaman doğruyu yanlış seçtiğinin de. Atatürk analizleri ise, ülkemizde yerli yersiz Atatürk’e dil uzatan, onu hiçbir zaman anlayamamış dangalaklar söz konusu olduğunda çok saygı uyandırıyor. Mustafa Kemal zamanında Batılılarca ezilip parçalanmış toplumlarda halkın meşruiyetini kazanmanın tek yolu, halkı uyandırmak, kaybettiği özgüveni kazandırmaktan geçiyordu. Atatürk’ün başardığı şeyin bir Lübnanlı yazarca tespiti gerçekten de çok sevindirici.
Gelgelelim Amin Maalouf kitabında her konuda haklı değil. Yazara göre Marksizm 90’dan önce kalmış, tarihte yitip gitmeye mahkum bir anıdan başka bir şey değil. Yanlış. Bu düşünce o kadar yüzeysel ki, çok başarılı bir kitabı bile sıradanlaştırabilecek bir şey bu. Yazarın derinlemesine anlamadığı ve üstünkörü bir bilgisi olduğu izlenimi uyandıran bir şey hakkında bu kadar kesin yargıda bulunması kabul edilemez. Hayır, sayın Maalouf, bugün dünyada yaşanan yoksulluk ve eşitsizliklerin nedeni Sovyetler deneyimi değil, o öve öve bitiremediğiniz ve tek gerçek ekonomik model olarak gördüğünüz küresel kapitalizm. Maalouf, tüm insanların refaha kavuştuğu bir dünya hayal ediyor. İyi de, zaten bu hayali kurarak ortaya çıkan kapitalizm değil Marksizm’di. O halde bir insan nasıl hem bütün dünyanın refaha kavuşmasını isteyip, hem de eşitsizliklerin ve azınlığın aşırı zenginliğinin çoğunluğun yoksulluğuna neden olan bir sistemi insanoğlunun peşinden gitmesi gereken tek model olduğu kanısına varır?
Amin Maalouf 1990 sonrasında ortaya çıkan ve sürü psikolojisine kapılıp, ortaya konan modelin alternatifsiz olduğunu sanan aydınlardan sanırım. Bu bir gerçeği ortaya çıkarıyor kanımca: Marksizm’de diyalektik olan akıl, neo-liberal görüşü benimseyen ve katı tutumlarını hiçbir zaman esnetemeyen aydınlarda dogmatizme kayıyor. Kendilerinin şiddetle savunduğu, hiçbir dönemde tarihin bu denli hızlı akmadığı tezine ise aykırı bir şey bu.

5 Temmuz 2009 Pazar

GERİCİ LİBERAL DEMOKRATLAR

90'lardan sonra birçoğu soldan meyletmeyle türeyen ve kendilerine neo-liberal (ya da liberal demokrat) diyen, üstelik bunu insanlığın gelebileceği nihai ilerleme noktası olarak kabul eden zavallı insanları barbar bulmamın iki nedeni var: birincisi; tarih diyalektik bir şekilde akıyorsa, ki öyle, insanlığın nihai bir gelişmişlik düzeyine ulaştığı söylenemez. İnsan ilerleyen bir varlık olarak kabul edildiğinden, tarihsel dinamikleri hiçbir zaman göz ardı edemez ve konjonktürel olarak ortaya çıkmış olan birtakım düşüncelere (küresel kapitalizm, neo-liberalizm vb...) doğal olarak körü körüne bağlanmaz. Türkiye'de neo-liberal şarlatanlar bunu göz ardı ettiklerinden olsa gerek, insancıl bir toplum düzeninin gene insan aklıyla kurulması gerektiğine inananlara modası geçmiş olarak bakmaktalar. İkincisi ise, nasıl oluyor da kendi inandıkları ne olduğu belirsiz bir düşüncenin tek doğru olduğu sonucunu çıkarabiliyorlar, akıl alır gibi değil. Oysa insan kuşkucu bir varlıktır ve birşeyin nihai kabulünü bağnaz bir peşin hükümlülükle vermez. Salt bu nedenden bile, günümüz neo-liberal fikri sabitlerini "sosyal barbarlar" olarak adlandırmakta bir sakınca yoktur. Bu neo-liberal abilerimizin çoğu okumuş, yalayıp yutmuş insanlar; ancak bilindiği üzere, eğitim dahi her zaman barbarlığı yok edemez.

21 Haziran 2009 Pazar

KAFAMA TAKILAN BİR KAVRAM: "KİTSCH"


“Kitsch” kavramı, “Cogito” isimli bloguma, son zamanlarda “Cadde Kızları” ve “Bir Yapımcılık Komedisi: Aşk-ı Memnu” başlıklı yazılarımı yazdıktan sonra, “acaba blogum “kitsch” e mi dönüşüyor?” kaygısıyla aklıma takıldı ister istemez. “Cogito” ismi verilen bir blogun, isminden de anlaşılacağı üzere felsefi olarak alınabilecek sorunlara eğilmesi beklenirken, günceli, popüleri yazması ironik bir duruma işaret edebilir, ama sorun, “kitsch” e doğru kayıp kaymamakla alakalı. Sorgulamak, sorgulamak ve gene sorgulamak “kitsch” i aşabilir, çünkü “kitsch” en azından, düşünen bir kişinin düşeceği derin ve içinden çıkılmaz bir tuzak olmasa gerek.

Bir soru: Hıncal Uluç “kitsch” e bir örnek midir? Bence, evet; bilhassa, köşe yazarı olmak insanların gözünde entelektüel bir birikimi ve saygınlığı gerektiriyorsa. Çünkü genel bir yargıya göre, kişinin eline aldığı gazetedeki herhangi bir köşe yazarını okuması, onun düşünmeye itilmek istediğine işaret eder. Hıncal Uluç’u “kitsch” yapan şeyse, üzerinde taşıması gereken entelektüel sorumluluk ile insanları manipüle etmek için gazetedeki köşesini kullanması arasındaki uyumsuzluktur. Eğer Hıncal Uluç ülkenin büyük gazetelerinden birinde yazar olmasaydı “kitsch” e dönüşmeyecekti belki de. Burada önemli olan, “aydın sorumluluğu ve kapsamı” ile “eylemler” (yazarın yazdığı yazılar) arasındaki ikilemin denge noktasında bulunmasıdır.


"Kitsch” in kültür ve sanat hayatımızı geçtim, artık gündelik yaşamımıza dahi girmesi 80 sonrasında ağırlık kazanıyor. Büyük kentlerde gecekondulaşmanın artmasıyla aynı paralellikte gelişen arabesk kültürü ve bunun kendi kültürümüzmüş gibi benimsenmesi örnek gösterilebilir. Aynı yıllarda ivme kazanan Serbest Pazar ekonomisi de “kitsch” kültürünün ülkemizde oturmasına büyük katkıda bulunmuştu. Dar bir perspektiften ve görece olarak zenginleşen Türkiye’de ortaya çıkan görgüsüzlük ve şekilcilik “kitsch” i alabildiğine sağlam zemine oturttu. O yılların Türk filmlerinden ise buram buram “kitsch” akıyordu. Sonra 90’lar 80’leri, yeni milenyum ise yüzyılın son 10 yılını takip etti. “Kitsch” önce ülkemizde ve sonrada küreselleştiği söylenen dünyanın büyük bir bölümünde, kısaca her yerdeydi artık. Üstelik bu, kapitalizmin ruhuna uygun bir insanlığı benimsediyseniz ve de zenginleşmeniz üretimden çok tüketime dayanıyorsa kaçınılmaz bir sondur. “Kitsch” çevrenizi sarmaya görsün, eğer kendinizde “kitsch” in bir parçası olmayı seçmediyseniz, bir süre sonra bunalımdan bunalıma sürüklenir, sığınacak bir alan ararsınız kendinize. Bu çoğu zaman, bilime, sanata, edebiyata ya da felsefeye dair bir yer olur. Çünkü bunların büyük çoğunluğunun ortak çabası, dünyayı, insanı, toplumu daha iyi anlamak ve anlamlandırmak üzerinedir.


“Kitsch” feodal toplumdan sanayi toplumuna ve onun dayattığı yeni kültüre geçiş aşamasında ortaya çıkan bir kavram. Bu olgu, yeni bir boyuta geçen insan ya da toplumların, düşünce ve eylemlerindeki gerçeklikle, sahnelediği kurgusal yaşamdaki çatışma ile görünürlük kazanır. “Kitsch” in bütününü oluşturan nesneler veya insanlar, çoğunlukla bir tiyatro sahnesinin dekoruna ve oyunu ortaya koyan varlıklara dönüşürler. “Kitsch” e takıntılı olanların önde gelenlerin birisi Milan Kundera’dır. ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ romanında bolca kafa yürütür “kitsch” üstüne. Onun tanımına göre “kitsch”: “Varoluşla kesin olarak uzlaşmanın önerdiği estetik ülkü, bokun reddedildiği ve herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. Bu estetik ülkünün adı “kitsch” dir.”

Dedik ya hani, “kitsch” Türkiye’de 80’den sonra oturmuştur diye, boşuna değil. Avangart bir kültür olma dürtüsüyle ortaya çıkan 80’ler depolitize gençliğini ele alalım: yeni yaşam biçimleri aslında taklitten öte değildi ve bu, “kitsch” in tanımıyla bire bir örtüşen gerçekliğe denk düşüyordu. Günümüzde ise “kitsch” in küreselleşmesi söz konusu olabilir. Mesela “Cadde Kızları” yazımda bahsettiğim “prototip” dünyanın farklı bölgelerinden aynı özellikleri taşıyabiliyor.

“Kitsch” vardır ve onu var eden yalnızca entelektüeller değildi artık. Olgunun kemikleşmesi için gerekli olan, yeni bir insan modelinin yaratılması ve bunun toplumun büyük bir kesimine yayılmasıydı. İngiltere’de de böyle oldu bu: 20.yy başlarında zaten sanayileşmiş toplum, kırdan kente göçün artmasıyla iyice burjuvalaşmış ve köklü aristokrasi tarafından “kitsch” olarak aşağılanmıştı. Ancak “Kitsch” in burjuva ikiyüzlülüğü olarak algılanması, aristokrasinin varlığından çok, bir olgunun doğal gelişim yasalarıyla alakalı olabilir.

Blogumun “kitsch”leşip “kitsch”leşmemesinin kafama takılmasıysa, içimi burada rahatça boşalttıktan sonra artık söz konusu değil. Zaten blog, insanın içindekileri özgürce yazabilme yeri, kendine ait bir serbest atış alanı değil mi? İsmi “cogito” ya da başka bir şey olsun…

20 Haziran 2009 Cumartesi

ÖFGE ile UNUT

“İrite” ya da “irite etmek,” sinirlendirmek veya kızdırmak anlamına gelen ve dilimize Fransızca “irrité” kelimesinden girmiş bir sözcüktür. Oysa aynı anlama gelen ve kökeni İngilizcedeki “irritate” sözcüğü olan “irrite,” yer yer, “gıcık eden,” “kızdıran” anlamlarına da gelebiliyor.
Aman canım, arada ne fark mı var? Yani bir “r” harfinden başka… Üstelik Öfge için bilgiyi tecrübe etmek, yaşamakla eşdeğerdi.
“İrite etme beni Öfge!” haykırışı arabanın havasızlığı içinde boğulurken, Öfge karşısındaki erkeğe sahte bir şaşkınlıkla bakmaktaydı. Bu, ne ilk kez duyduğu kelimeden, ne de bir süredir sevgilisi olan adamın, gözleri önünde cereyan eden değişiminden kaynaklanıyordu. Öfge yaşadığını hissetti bir an ve ansızın gülümsedi: mutluydu, çünkü yaşamakla kalmıyor, yaşamayı tecrübe ediyordu aynı zamanda.
Yaşamsal bir hırs ya da adına ne derseniz deyin, hükmetme arzusu insanın öznel perspektifinde küçük kaymalar ortaya çıkarabiliyor. Bir kamu kuruluşunda müfettiş olarak çalışan Unut, duruma iyi bir örnekti. Şöyle ki; işinin denetlemekle ilgili ağırlığını özel yaşamının içine sokuyordu. Gözden kaçırdığı noktaysa, insanın özel yaşamının, yani kişiye ait olan subjektif alanın, toplumsal yaşantıda elde edilen statüleri pekte kolay kabul etmiyor oluşuydu. Öte yandan bu durum, yalnızca bir durumda, Unut tarafından “irite eden” konumuna indirgenen Öfge’nin, aynı zamanda iki “r” ile söylenen “irrite” (yani İngilizcedeki “irritate”) olmasıyla netlik kazanıyordu.
Öfge şimdi bağırıyor: “Yeter artık!”
Yolun kenarına park edilmiş araba tartışmanın şiddetiyle neredeyse hareket edecekti. Unut sustu kısa bir süreliğine; aklından ne geçiyordu kim bilir. Öfge ani tepkisine kendisi de şaşırıyor. Ama altta kalmak istemiyordu; sevgilisinin gereksiz kıskançlıklarının bir kendine güvensizlik belirtisi olabileceğinin farkında değildi henüz, çünkü bu kısa hikayedeki olay yaşandığı sırada Unut’a aşıktı ve bilindiği üzere, aşk, geçici de olsa insanın gözlerini kör edebilir.
Elini direksiyona vuruyor ve “Söyle bana!” diye böğürüyor Unut.
Öfge sakin olmaya çalışıyor, ancak dişlerini sıkıyordu büyük bir ihtimalle. “Neyi söyleyeyim Unutcuğum?” diyor içini çekerek.
Unut avazı çıktığı kadar, “O şerefsiz müdürün sana asıldığını!” diyor.
Öfge’nin “irite eden” den “irite olan” a yumuşak bir geçişini sağlayabilirdi bu, ancak hiçte öyle olmuyor. İçinden, “Evet, bana asılıyor ve bende ona asılıyorum,” demeyi ne çok arzuladığını düşünüyor ama, bu sözler gerçekte ağzından çıkmıyor. Bazı ilişkiler böyledir: tarafların karşısındakini susturma mücadelesidir.
Öfge susup başını önüne eğince, Unut duygusal gelgitlerinden birini daha yaşıyor. Öfge’nin gözlerinin ucuyla gördüğü kadarıyla, sevgilisi ağlıyordu. Öfge yüzünü hafifçe ondan tarafa dönüyor ve elini tutuyor sevdiği erkeğin. Unut ise gözyaşlarını saklamaya çalışarak arabayı çalıştırıyor; sonra birbirleriyle hiç konuşmadan her zaman gittikleri pastaneye çay içmeye gidiyorlar.

8 Haziran 2009 Pazartesi

SINIF MI KİMLİK Mİ?

Günümüzde insanların sınıfsal nitelikleriyle değil de kimlikleriyle ön plana çıktığı düşüncesi son zamanlarda iddialı bir şekilde fikir dünyasındaki yerini almakta. Bu fikri ortaya atan insanların görüşüne göre, bir kimse çağımızda “bir Marksist,” “bir faşist,” vs… ideolojik unsurlar ile değil de, “bir dindar,” bir tarikat üyesi,” “bir aktivist” vb… kimliksel nitelikleriyle toplum içindeki konumunu belirlemekte.

Haklılar mı? Buna ne bütünüyle “evet,” ne de bütünüyle “hayır,” denebilir. İnsanlık şu anda böyle bir dönemden geçiyor olabilir, evet; ama bu, bize ideolojilerin öldüğünden çok, belki de bir gerileme evresine girdiğini gösterebilir. Çünkü ideolojiler ancak insanlığın nihai gelişimi tamamlandığı zaman ölmeye mahkumdur ve bunun en mantıksal nedeni, hemen her ideolojik görüşün (bilhassa sol ideolojilerin) insanlığı en üst gelişmişlik düzeyine getirme iddiasıyla ortaya çıkmış olmalarıdır.

90 sonrası yoldan sapanların Fukuyama gibi adamları ilahlaştırmakta ne kadar aceleci davrandıkları, SSCB’nin dağılmasının üzerinden daha 20 yıl bile geçmeden net bir şekilde ortada. İnsanlığın tarihsel diyalektiğe bağlı olarak ilerlemesini kavramış olması varsayılan bu insanların düştüğü yanılgı kuşkusuz affedilir gibi değil. En azından saltık kabullenmenin bir aydının peşinen reddetmesi gereken bir tutum olması gerekmiyor muydu? Anlaşılan, teslim oluş, ezelden beri var olan sosyal Darwinizm ile ilintili bir doğayı algılama biçimiyle ortaya çıkmakta bu kişilerde. Ama bilincin rasyonel olması gerekliliğine uygun olarak, doğanın sert kanunlarını insan yaşamına uyarlamak zorunda kalmamız gerekmiyor. Bunun böyle olması gerektiğine inanan bir kimse, hiç şüphe yok ki kişisel menfaatleri dolayısıyla kukla olmayı göze almıştır ve kukla, bilindiği üzere kendi kontrolünde hareket edemeyen, bir başkası tarafından yönlendirilmeye mahkum bir tür oyuncaktır. İşte sınıfın yerini kimliğin aldığını söyleyenler bu kuklalar, kaderi başkalarına bağlı olanlardır. Sınıf, sömürü olan her yerde mutlaka olacaktır.

Kimlik ise, bir insanın niceliksel özelliklerini tanımlamada önemli bir unsur olabilir kuşkusuz, ama sınıf olgusunun yerine geçebilmesi ancak tek bir durumda, sınıfın topyekün ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Oysa iddia edilen sınıf olgusunun ortadan kalktığıdır, sınıfların değil. O halde kimliklerle bir insanı tanımlamak, o insanın insansal niteliklerine yapılan küçük bir vurgu olabilir ancak; insanın bir şirkette temizlikçi olmasıyla müdür olması arasında, eğer her ikisinin de tepesinde bir sömüren varsa hiçbir fark yoktur. İşte sınıfın yerine kimliğin konulmak istenmesi, bu gerçeğin ört bas edilmesinden ibarettir.

Kimliği sınıfın önüne koymak isteyen ve büyük çoğunluğu neo-liberal olarak adlandırılan demode kişilerin argümanlarını savunmak için demokrasi’ye bel bağlamaları ise tebessüm edilesi bir vaka. Çünkü insanlar bir sınıfın mensubu değillerse demokrasi hangi karşıtlıklar arasındaki bir mücadele olacak? Bizim neo-liberaller, demokrasinin sınıflar arası çarpışma olması gerektiğinin farkında değiller galiba, o yüzden birbirine benzeyen bilmem kaç partiden birini seçmeyi demokrasi sanıyorlar. Oysa unutmamak gerekir ki, demokrasi, ırzına Ahmet’in mi yoksa Mehmet’in mi geçeceğini seçme hakkına sahip olmak değildir.