16 Şubat 2011 Çarşamba

KADIN HAKLARINDA POST-FEMİNİST DÖNEM


İddiam şu...
Ekonomik bağımsızlığa kavuşmalarından sonradır ki, kadınların ilişkilerden tutun iş yaşamına kadar maskülenimsi (erkek egemen toplumda erkeklerle birlikte çalışmalarının etkisiyle) tutum, hal ve tavırları kadın hakları açısından klasik feminist görüşün alaşağı edilerek post-feminist bir döneme girildiğine işaret ediyor.
Açalım...
Bildiğimiz manada klasik feminist görüş, feodal toplumdan sanayi toplumuna geçiş sırasında Batıda doğdu ve zamanın toplumsal yaşamının en belirleyici itici gücü olan sosyo-ekonomik göstergelerin çevresinde şekillendi. Tarlada çalışan kadınlar kocalarıyla birlikte şehirlere aktılar ve yıllar ilerledikçe, erkeklerden bağımsız olarak toplumsal hayatın bir parçası haline geldiler. Yani toplum ne kadar burjuvalaştıysa kadın haklarından da o derece bahsedilir oldu ve feminist akım mücadele sahnesinde yerini aldı. 19.yy'dan 20.yüzyıl sonlarına değin bu, Marksist mücadelenin bir fraksiyonuydu büyük ölçüde; öyle ki o yıllardaki bir feminist aynı zamanda Marksistti ve kadın haklarının ilerlemesinin bir koşulu olarak görmekteydi devrimci mücadeleyi.
Ancak 90 sonrasında ideolojilerin tarih sahnesinden çekilmesiyle kadın hakları bir kimlik bunalımına düştü, çünkü artık kadın hakları savunucularının en büyük dayanağı Marksist sol gerileme evresine girmişti. Böylece kadın hakları mevzusu, (sol nasıl liberalleştiyse) liberalleşmeye başladı ve burjuva egemen bir toplumun içinde kendini var etmeye yol aldı. İstisnalar kaideyi bozmamakla birlikte, kadın hakları konusunda hassas kadınlar, tıpkı eski tüfek devrimciler gibi liberalizme meyletti. Sonuç olarak, tarihin o noktasından itibaren feminizm Marksist değil, liberal burjuvadır.
Bu sonuç, beraberinde yeni kadın hareketinin (büyük ölçüde birbirinden habersiz ve örgütsüz hareketler) toplumdaki rolünü ve misyonunu da değiştirdi elbet. Artık bir kadın, tüm kadınlar, hatta insanlar için bir çözümden (Marksizm) değil, kendi bireysel kadınlığından (burjuva) hareketle kadınların haklarından yana gözükmektedir. Sloganlar bile bireyselleştirilmiştir. 2000'li yıllarda bir reklamdaki meşhur sloganı hatırlayınız: kadın, hem çocuk hem kariyer yapacağı iddiasını ortaya koyuyordu.
Neo-liberalizmin kara büyüsü kadın haklarını da ele geçirmiştir ve işte böylece feminist hareketin post-feminizme evrildiği bir döneme giriyoruz.
Bu yeni feminist akımın en büyük özelliği, kendini "feminist" olarak adlandıramaması, adlandıracak görüngülere sahip olmaması. Zaten "post" eki taşıyan her düşünce belli bir oranda belirsizlik taşır. (post-modernizm ya da post-Marksizm gibi). Yukarıda da değinildiği üzere, birbirinden habersiz, bağımsız, kopuk, ama metafizik açıdan organik bir bağla birbiriyle bağlantılı ve örgütselmiş gibi görünen bir oluşum bu. Toplumun her bir köşesinde bir statüye sahip herhangi bir kadın (sekreter, yönetici, tezgahtar, öğretmen, muhasebeci vs...) bu organik bağın bağımsız ve kendi başına bireyleri. Neo-liberalizm toplumu nasıl tektipleştirerek hizaya soktuysa durum kadınlar içinde geçerlidir. Farklılık maskesi olarak ortaya konan şey, aslında kontrol mekanizmasına işaret ediyor. Yani, liberalizm evet, bir ölçüde kadınlara iş ve kariyer sağlamıştır; ama bu tıpkı erkeklere de uyguladığı üzere parçalama yöntemidir. Birbirinden bağımsız ve kendi bireyselleşmiş yaşantıları içinde kadınlar, çocuk ve kariyeri aynı anda yapsa dahi sisteme bir zararı dokunmadığından kabul edilmekte ve hatta öne çıkartılmaktadır. Bugün liberalizme eklemlenmiş, tarih ve sınıf bilincini hiçbir zaman tanımamış bir kadının kadın haklarından bahsettiğinde ayakta alkışlanması; oysa yıllar önce aynı şeyleri devrimci mücadele içinde dile getiren kadınların yuhalanması arasındaki paradoks şaşırtıcı olmasa gerek.
Post-feminizmin dünyanın her bir köşesine dağılmış kadınlarını öne çıkartan şey, öncellerinden farklı olarak toplumsal bir bilince sahip olmaları değil, ışıltılı bireysel yaşamları daha çok. Modadan tutun da kozmetiğe kadar hemen her sektör bu amaca hizmet etmektedir. Sanayi sonrası neo-liberal toplum nasıl parçalı bir yapıysa aynı şey günümüz kadınları içinde geçerlidir. Kariyer yapan, başarılı, ama dünyanın geri kalanına kayıtsız birbirinden bağımsız milyonlarca kadın.
Kadın sorunu aynı zamanda bir insan sorunudur. Kadın hakları da ancak insanlık için yapılan bir mücadelenin içinde yer aldığında anlamlı olabilir. Kadının kurtuluşu insanın kurtuluşu olduğu kadar, insanın kurtuluşu kadının kurtuluşu demektir. Eğer öyle olmazsa kadın ile erkek arasındaki cinsiyet farklılıkları da gittikçe azalır ki, günümüz dünyası böyledir. Artık kadınların iş yaşamına, aşka, cinselliğe, evliliğe, çocuk yapmaya bakış açıları erkeklerden çok bir farklılık göstermemektedir. İşte post-feminist dönemin bir diğer ayırt edici özelliği de bu. Neo-liberal dönem kadınları ve kadın haklarını da erkeklerle aynı potada eritiyor aslında.
Ve post-feminist döneme doğru kadınlar, bireysel kurtuluşlarının bedelini aslında olması gerekenden çok daha ağır bir biçimde ödüyor. Kapitalist çark dönmeye devam ediyor ve burada da işleyen mekanizma aynı: sistem verdiğinden çok daha fazlasını alıyor, hem de ortada hiçbir genel ilerleme olmadan. Post-feminizm kadınları görece özgürleştirirken, köleleştiriyor ve sömürülenler saflarına katıyor diyebiliriz.
Sonuç olarak, kurtulan kadınlar değil, tek tek bazı kadınlar oluyor post-feminist günümüz kadın dünyasında.

30 Ocak 2011 Pazar

VAROLUŞÇU 10 ROMAN KARAKTERİ

10.Mathieu Delarue (Akıl Çağı-Jean Paul Sartre): Varoluşun anlamsız boşluğunda sallanan bir adam. Paris'li bir küçük burjuva ve ikinci Dünya Savaşı öncesi Paris'in de kendini arayan özgürlük tutkunu. Felsefe öğretmeni. Mathieu hamile kalan sevgilisinin kürtaj parasını çıkartmak için borç arar roman boyunca ve bu arada da kendi varoluşunun özgür sıkıcılığında debelenip durur.
9.Gregor Samsa (Dönüşüm-Franz Kafka): Gregor bir sabah hamamböceğine dönüşmüş olarak bulur kendisini, ama bu durumu hiç yadırgamaz, tek derdi işyerine zamanında yetişebilmektir. Varoluşunu eline alan efsane Kafka karakteri.
8.Turgut Özben (Tutunamayanlar-Oğuz Atay): Roman, Turgut Özben adında birisinin kaybolmasının araştırılması üzerinedir. Atay’ın bu muhteşem ve derin karakteri varoluşunu hayali arkadaşı Olric ile doğrular.
7.Tomas (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği-Milan Kundera): Romanın varoluşçu karakteri Teresa değil de Tomas’tır. Evet romanda kendini sürekli olarak geliştirip yükselen Teresa’dır ama, Tomas için tüm bunlar bir kaygı değildir. Onun tek bir kaygısı vardır, o da varoluşun dayanılmaz olan hafifliğidir.
6.C. (Aylak Adam-Yusuf Atılgan): Atılgan’ın mirasyedi ve bunalımlı karakteri varoluş sorununa öylesine batmıştır ki bir ismi bile yoktur, sadece C.’dir ismi.
5.İvan Karamazov (Karamazov Kardeşler-Dostoyevski): “Eğer Tanrı yoksa her şey mübahtır,” sözünün sahibi, bunu tanrı yoksa insanın babasını dahi öldürebileceğini göstererek kanıtlar. Tasası tanrıyı insanların kendisinin yarattığını ortaya koymaktır, böylece varoluşuyla yalnız başınadır o da.
4.Meursault (Yabancı-Albert Camus): Dünyada olanlara karşı duyarsızdır, anlamsız yere bir cinayet işler ve bununla hayatın saçmalığına vurgu yapar. Ama esas önemlisi bunun bilincine sahip olmanın altında ezilmesidir.
3.Michel (Ahlaksız-Andre Gide): Michel’in kendi ahlak sistemini oluşturma çabası aynı zamanda onu varoluşun hüzünlü kollarına atar.
2.Kirilov (Cinler-Dostoyevski): Birçok felsefe kitabında incelenmiş belki de edebiyat tarihinin en ilginç karakterlerinden. İntiharın mantıksal bir temele dayanabileceğini ortaya koyan belki de ilk karakterlerden. İntiharı Tanrılığını gösterecektir. Tanrı olmadığına inanan birisinin yaşamasının anlamsız olacağını ve yaşamaması gerektiğini düşünür. Ölümünden sonra arkada kalanlara dil çıkartan bir resim bırakmayı ister.
1.Antoine Rouqentin (Bulantı-Jean Paul Sartre): Varoluşçu karakterlerin en tepesinde olmayı hak ediyor. Tamamiyle felsefi bir karakter. Varoluşunu karşı konulamaz bir bulantıyla duyumsar. Bulantısını anlamaya başladığı sahne edebiyat tarihine geçmiştir. Bir parkta bir ağacın köküne bakar ve ağacın kendinde varlığı içine sıkıntı verir. Bu onu kendi varoluşunun kendisi için olduğu gerçeğine götürür. Böylece korkunç yalnızlığını ve bulantısını ele geçirmeye başlar.

29 Ocak 2011 Cumartesi

AMOR FATİ'NİN FELSEFİ ANLAMI

‘Amor Fati,’ yani ‘yazgını sev,’ ilk bakışta öyle algılanabilse de kof bir kadercilik anlamına gelmiyor. Bu tuzağa düşmemek için aforozu şöyle bir açmak gerekir.
Deyimi en çok kullanan, bunu bir yaşam düsturu olarak benimseyen çok ilginç bir isim var ki, o da Nietzsche’den başkası değil! Garip ama, Tanrıyı öldüren filozof ‘Amor Fati,’ yani ‘yazgını sev,’ buyuruyordu.
Öyle olmasına öyle de, Nietzsche bunu teslimiyetçilik anlamında değil, evrensel döngüsellik kuramını açıklamada kullanır ki, bu önemli.
Özetle geçersek, Nietzsche’ye göre hayatta yaşadıklarımız, daha önce bir yerlerde mutlaka yaşanmış olan ve döngüsel olarak devam eden şeylerdi ve bu gerçek hiçbir zaman değişmeyecekti. Yani evren, yaşanan şeylerin basit bir tekrarından ibaretti. Radikal filozof buradan yola çıkarak evrensel döngüselliğe bir tepki gösterir ve ‘Amor Fati’ye ulaşır. Yani ‘Amor Fati’ derken yazgıya teslim olmayı değil, zorunlu olanı kabullenme özgürlüğüne vurgu yapar. Sören Kierkegaard’dan Albert Camus’ye tüm varoluşçularda felsefelerinde bu temayı kullanır.
Albert Camus’nün felsefesini açıklamada kullandığı mitolojik kahraman Sisifos buna en büyük örnek. Tanrılar tarafından bir kayayı dağın tepesine çıkartmakla, ancak kayanın her seferinde tekrar aşağıya düşmesiyle korkunç bir kısırdöngünün içine atılmakla cezalandırılan Sisifos aslında her şeyin bilincindedir ve bu bilinç onun özgürlüğüdür. Yani Sisifos ‘Amor Fati’ye ulaşır, değiştiremeyeceği yazgısını kabullenir, ama (burası önemli) yazgısına teslim olmaktansa onu kendisinin kılar. Camus şöyle der onun hakkında: “Sisifos’un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir.” (Sisifos Söyleni,Albert Camus-Can Yayınları). Evet, o halde ‘Amor Fati’de ki yazgıyı sevmenin dinsel ya da mistik anlamlarıyla başına gelen her şeyi kabullenmek anlamına gelmediği açık. Bahsi edilen şey, yazgıya meydan okumak daha çok. Öyle ki, Camus Sisifos’u tanımlamaya şöyle devam eder: “Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir… Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz,” ve “…ezici gerçekler tanındılar mı yok olurlar.” Sonunda ise şöyle bağlar: “Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”
O halde ‘Amor Fati’yi bir özgürlük kuramı açısından ele almak gerekir. Dostoyevski’nin tüm son dönem yapıtları ‘Amor Fati’nin bilincindeki karakterlerle doludur. Hatta Cinler’de Kirilov oldukça ileri gider ve yazgısını kendi eline almayı intihar etmeye vardırır, çünkü böylece kendisinin Tanrı olacağına inanır.
‘Yabancı’ romanında ise Camus’nün başkahramanı Meursault gereksiz ve anlamsız yere bir cinayet işler ve işlediği cinayetten hiçbir pişmanlık duymaz, çünkü Sisifos ya da Kirilov gibi o da kendi yazgısını sever ve onu kendisinin kılar.
Kısacası, ‘Amor Fati’ aslında varoluşçu felsefeye oturan bir düşünceyi temsil etmekte ve insana kendi yazgısını değiştiremese bile onu sahiplenme özgürlüğünü tanımakta.
         

26 Kasım 2010 Cuma

EDEBİYATIN HAZ DURAKLARI-14 (FERNANDO PESSOA-HUZURSUZLUĞUN KİTABI)

20.yüzyılın ilk yarısı edebiyatına egemen olan edebi türün ki, bunalım eserlerdir bunlar, en önemli örneklerinden birisi, çoğu büyük edebiyatçı gibi yaşarken tanınmamış ve kıyıda köşede kalmış Portekizli yazar Fernando Pessoa'nın yabancılığın dibine vurduğu 'Huzursuzluğun Kitabı' isimli eseri.
20.yy ilk yarısının bunalım edebiyatı yazarları iki kısıma ayrılıyor: Bunlardan birincisi Nihilizme ikinci grup ise Varoluşçuluğa yatkın yazarlar.
Pessoa'yı hangi tarafta görmeye karar vermek zor olsa da daha çok nihilizme yakın duruyor gibi 'Huzursuzluğun Kitabı'nda. Çünkü romanda her şeyin anlamsızlığına yapılan vurgu daha fazla. Oysa Varoluşçular öyle değil. Yabancılıklarından yeniden bir doğuş, öznenin yeni bir praksisini kurma peşindeydi onlar.
Pessoa'nın kitabında böyle bir arayış yok. Hem nihilist hem de varoluşçu yazarlardan, manifesto özelliğiyle ayrılıyor bir kere roman. 'Huzursuzluğun Kitabı' bir manifesto denebilir yani.
Hayal kurarak yaşamayı, saçma dünyanın bilincini ve her türlü metadan kopuşu öğütlüyor yazar ve tüm bunların sonucunda insanın gerçek özgürlüğe varacağını iddia ediyor.
"Özgürlük, yalnız kalabilmeye denir. İnsanlardan uzaklaşabiliyorsan, onlara hiçbir muhtaçlığın, paraya ihtiyacın, sürüye uyma içgüdün, aşka, şana, şöhrete hevesin ya da merakın yoksa özgürsündür," (Sf.275) diyor örneğin.
Pessoa bir filozof olsaydı bu denli metafiziğe düşmezdi kuşkusuz. Bu da onun adını bir Sartre'la değilde, Kafka ile yan yana koyuyor.
Diğer taraftan, Pessoa veya Kafka gibi yazarların ortaya koyduğu tarzdaki bir nihilizm ise günümüz dünyasında bir anlam ifade etmiyor açıkçası. Çağımız moderniteyi aşıp aşmama arasında sıkışıp kalırken, aynı zamanda metafizik ruhu da sorguluyor, hatta daha da ileri giderek ruhu metalaştırıyor. Böylesi bir nihilizmi yaşamak için günümüz dünyasında metafiziğe ulaşacak şartlar yok diyebiliriz. Bu da günümüzde metafizik için tek bir adres gösteriyor, o da ölüm. Günümüz metafiziği intihar'da gerçeklik kazanabilir kısacası. Albert Camus 'Sisifos Söyleni'nde savunduklarını günümüzde olsa savunamazdı belki de.
Ancak tüm bunlar 'Huzursuzluğun Kitabı'nın önemini azaltmıyor, azaltamaz da. Her şeyden evvel bu muhteşem roman bir çıkış noktası veriyor bize ve insanın yola kendinden, kendi saçmalığından çıkacağını hissettiriyor.
Ve bize düşen de, onu okuyup anlamak ve de özümsemek oluyor böylece.


Kaynakça: Fernando Pessoa-Huzursuzluğun Kitabı (Can Yayınları)






   



27 Ekim 2010 Çarşamba

YENİ BASKIN SİYASET MODELİ: MERKEZE YAKINLIK, AMA MERKEZ DEĞİL...BİR BAŞLANGIÇ OLABİLİR Mİ?

Bilindiği gibi, Doğu Blokunun yıkılışından sonra Dünya siyasetinde ortaya çıkan en önemli reel gerçekliklerden birisi de, sistemlerin "ideoloji,""sağ" ve ya "sol" gibi kavramların üstünden tartışılmasının önemini yitirmesi oldu.
Tarihin o noktasından itibaren her ne kadar kabul edilemez olsa da, yeni siyaset, bütün siyasal öznelerin tek bir merkezde toplanmasını şart koşuyordu.
Ancak 2000'lerle birlikte bu durum biraz değişir gibi oldu: 11 Eylül olayları, terör meselesi, medeniyetler arası savaş tartışmaları, son ekonomik kriz vs... tüm bunlar hegemonik merkez siyasetini, (burası önemli) merkez kimliğinden tümüyle kopmamak kaydıyla"biraz sağa" ve"biraz sola" yatırdı.
Şöyle ki...
İki kırılma noktası, 11 Eylül olayı ve 2008 krizi neo-liberalizme dayanan merkez siyasetinin yerini biraz olsun salladı, ama hiç kuşkusuz bu, o merkezden kopuş olmamakla birlikte, kendini dönüştürme (ki kapitalizmin tarihteki en büyük başarısı budur) ve duruma ayak uydurma biçiminde algılanmalı.
Hemen bütün ülkelerdeki iktidar yapılarına baktığımızda bunun böyle olduğu net bir biçimde görülebilir. Fransa'da Sarkozy, Almanya'da Merkel, Rusya'da Putin ve Türkiye'de Erdoğan merkezin (çoğunlukçu demokrasi, serbest piyasa ve küreselleşmeci neo-liberal değerler yani) sağında yer alırken; Brezilya'da Lula, İspanya'da Zapatero ve hatta ABD'de Obama merkez değerlerden kopmamakla birlikte yeni merkez-sola örnek verilebilir.
Şu son yıllarda baskın siyaset öznesi merkez eksenli olmakla birlikte biraz sağda ya da solda algılanmaya başladı ki, ben bunu depolitik 90'lardan sonra önemli bir adım olarak görüyorum.
Bu, post-marksist terimlerle ifade edecek olursak "çokluk" ya da "hegemonik eklemlenmelere" dair yeni ve zinde bir bilincin uyanmasına, aynı zamanda yeni bir politik öznenin doğuşuna katkıda bulunabilir diye düşünüyorum.

23 Ekim 2010 Cumartesi

FRANSA OLAYLARI...O KADAR UZAK MI?

Fransa'yı takip ediyor musunuz son günlerde?
Etmiyorsanız etmenizi öneririm; çünkü oradan, bir süre önce Yunanistan ve İspanya'da olduğu gibi bir isyan sesi yükselmekte son zamanlarda: 1 milyonu aşan insan; ücretli çalışanlar, öğrenciler, işçiler hep birlikte iktidar aleyhine yürüyüşler düzenliyor, sendikalar toplu greve gidiyor...
Hem de ne için biliyor musunuz?
Hükümet emekli olma yaşını 60'dan 62'ye çıkardı diye...
Evet, yanlış duymadınız; emekli olma yaşı sadece 2 yıl uzadı diye!
Türkiye'de birçok insan elbette şaşıracaktır bu duruma, çünkü son yıllarda yaşananların da gösterdiği gibi, ülkemizde "hak arama," "haksızlığa direnme" kültürü ve demokrasisinden oldukça uzağız.
Demokrasi algımız yalnızca kimlikler ve simgeler üstünden yürümeye çalışınca, o demokrasi de bir türlü rayına oturamıyor ve ister istemez tökezleyip duruyor. Oysa demokrasisi sağlıklı olan bir ülkede, koskocaman bir toplumsal özne ya da sınıfın o toplumsal özneye ait sorunları ortak bir noktada birleştirmesi, mücadeleyi birlikte yapması beklenir.
Örnek verecek olursak, türban tartışmaları bile Türkiye'de koskoca bir toplumsal özneyi (kadınlar) bölmüş, soruna "kadının toplumdaki sorunları" açısından bakılalamamıştır.
Toplumsal sorunların parçalara bölünmesi olsa olsa hegemonya ile haşır neşir güce hizmet eder ki, bu da (hegemonya), 'liberal muhafazakarlık'tır günümüzde. Mesela; Fransa, Rusya, Almanya ve Türkiye'de iktidarlar hegemonyanın sahneye attığı politikacılardan oluşmaktadır.
Ama gelin görün ki, hegemonya da tüm "şeyler" ve "olgular" gibi aynı zamanda kendi karşıtını da içinden çıkartıyor bir müddet sonra; zaten diyalektiğe göre aksi imkansız.
Latin Amerika'da birer birer iktidarı ele alan sosyalist hükümetler ve 2008 krizinden sonra birçok Avrupa ülkesinde toplumdan yükselen radikal sesler bunu ispatlıyor.
Öte yandan, yalnızca ülkemiz siyasal ve toplumsal ortamına baktığım zaman bile, neden dışarıdaki olaylara ilgimin arttığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
İnsanlarımıza sadaka ve minnet kültürünün aşılandığı, popülizmin en çok prim yaptığı, şakşakçılık ve evet efendim'ciliğin hakim olduğu mide bulandırıcı bir atmosferde yaşıyoruz.
Zira referandum döneminde küçük bir sosyalist grubun "Yetmez, ama evet" diyerek, sadaka kültürüne nasıl eklemlendiğine bile şahit olduk: "Yetmez, ama evet" demenin "Eh, madem bu kadarını veriyorsunuz, Allah razı olsun," anlamına geldiğini düşündüğümden, oyunu bir çuval kömüre satanla "yetmez, ama evet, ne yapalım?" düşüncesinde olan insan arasında bir fark göremiyorum.
Her neyse...
Uzun sözün kısası, Troçkist ("Devrim tüm dünyada olmalıdır!") görüşe katılan bir insan olarak ben, dünyanın herhangi bir köşesinden yükselen isyan çığlığına büyük bir heyecan ve umutla bakıyorum.
Bizimkilerde boş işlerle uğraşacaklarına dünyaya gözlerini açsa ne iyi olur.
Ama yok, bizim türban sorunumuz vardı değil mi?






15 Ekim 2010 Cuma

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN MODERN/POST-MODERN LİSTESİ

MODERN                               POST-MODERN
Avrupa                                     Çin,Brezilya,Rusya,Türkiye vs...
Toplumsal sınıflar                   Toplumsal kimlikler
İdeoloji                                     Sosyal statü
Para                                          Şöhret
Yaşar Kemal                            Orhan Pamuk
Paris                                          İstanbul
Sosyalizm                                 Ekolojizm
Ulus Devlet                              Küresel Devlet
Üretim                                      Tüketim
Televizyon                                İnternet
Ruhsal                                       Bedensel
Aşk                                            Pornografi
Örgüt                                         Birey
Belirli tanımlar                         Belirsiz tanımlar
Kesin yargılar                           Şüpheli yargılar
Kalabalık eşyalı ev                   Az eşyalı ev
Kristal avizeler                         Yerden aydınlatma sistemleri
Biriktirmek,saklamak vs...      Harcamak,yok etmek,atmak vs...
Walkman                                    I-Pod
Karl Marx                                  Jean Baudrillard
Laiklik                                        Sekülarizm
Psikoloji                                     Kişisel Gelişim
.........                                           ..........